Gezi bağlarında dolanıyorum

Cumhurbaşkanı Erdoğan, her seferinde restini çekiyor ve karşısında kim varsa dağılıveriyor. Şimdi hâddini bilmeyen büyükelçiler için “istenmeyen kişi” ilân etme talimatı vermesi üzerine de dizlerini dövenler, başını elleri arasına alarak ekrana çakılıp kalanlar da olmuştur. Yazıp çizdiklerine bakınca o fotoğrafı görebiliyoruz. Her seferinde çözülemez bir krize girdiğimizi zannedenler, ülkemiz daha kârlı çıktığında düşman askeri gibi üzülüyorlar…

GEÇEN sene vefat eden rahmetli ağabeyim Mehmet Ragıp Karcı’nın yazısında önemle üzerinde durduğu şekilde “türkülerin yanlış söylenmesi” gibi bir durum söz konusu değil bu yazıda.

Tamam, öyle bir gerçek vardır ve acıdır.

Türkü “Gesi bağları” olsa da onu “Gezi bağları” şeklinde anlayıp öyle söyleyenler bulunmaktadır ama biz burada “Gezi kalkışmasının sponsoru” olmakla suçlanan bir kişi etrafında gelişen olaylar üzerinde durmaya niyetliyiz.

*

En başta “Çelik ve Kömür Birliği” adıyla kurulan yapının adı sonra “Avrupa Ekonomik Topluluğu”, son aşamada ise “Avrupa Birliği” oldu.

Bir dönem biz o yapıyı “Ortak Pazar” olarak isimlendirmekteydik.

O zamanlar Bülent Ecevit, “Onlar ortak, biz pazar” demişti. Yazdığı yazı dizisinin başlığıydı bu.

Bilenlerin bir daha unutamayacağı bir tanım.

On ülke büyükelçisinin bir araya gelip ülkemize parmak sallamasını, mahkemelere müdahale etmeye niyetlenmesini, isim vererek “Şu şahsı serbest bırakın” diye hâddi aşmasını görseydi, şöyle yazabilirdi:

“On’lar ortak, biz pazar.”

Rakamla bile yazmak mümkün.

Esasen onlar hep ortak. On’lar yirmi’lere, otuz’lara da çıkabilir. Kırklar’a varmazsa hatırımız kalır. Arada bir, aralarında tatsızlık yaşansa ve ufak çaplı çekişseler de ana hatlarda hep birleşirler. Özellikle karşı tarafta Türkiye varsa…

Bir Osman Kavala’dır, tutturmuş gidiyorlar.

Serbest kalsınmış.

Nasıl bir sevdaysa bu!

Bir aşama sonrasında Demirtaş için aynı taleple karşımıza dikileceklerdi.

Zayıf olsak, ayakta durmakta zorlansak, söz dinleyen uslu bir ülke olsak, önce birini, sonra diğerini bıraksak, emin olun, orada durmazlar.

“Yahu bunlar kimi desek bırakıyorlar, o zaman Öcalan için de iki satırlık lâf edelim, onu da salıversinler” diyecekleri garanti.

İsteklerini büyükelçiler eliyle yaptılar.

“Elçiye zeval olmaz” diye dilimizde güzel bir söz var.

Ama elçi de hâddini bilecek. Büyükelçi, daha büyük ölçüde bilecek.

Misafir olduğu yerde fazla kaykılmayacak. Yayıla yayıla evin iç işlerine karışmayacak. Ağzından çıkanı kulağı duyacak, elinin yazdığını gözü görecek.

*

Ortak bildirinin daha mürekkebi bile kurumadan itiraz ettik.

En güçlü ve etkili itiraz, en güçlü ve etkili mâkâmdan geldi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, o elçilerin “istenmeyen kişi” ilân edilerek sınır dışı edilmeleri için talimat verdiğini söyleyince, geri adım attılar ve bir anda Viyana Sözleşmesi’nin 41’inci maddesini hatırlayıverdiler.

Bak sen!

Demek öyle bir sözleşme ve öyle bir madde varmış ve büyükelçiler, görev yaptıkları ülkenin kanunlarına karşı saygılı olmak zorundaymışlar.

Çok enteresan!

Arkadaş… Bu kural, uluslar arası bir sözleşmede yazılı olmasa bile ilk düşünülmesi gereken, temel bir husus değil midir?

*

Cenab-ı Allah ömür versin, Erdoğan sert çıkınca, büyük büyükelçiler yumuşayıverdi.

Bir cümle ile on’una birden hâddini bildirdi.

Köroğlu’nun peş peşe dizilmiş yedi naldan ok geçirmesi gibi…

İftihar vesilemiz... Göğsümüzü kabartan, ülkemizin itibarını yücelten liderimize duacıyız!

Esasen o bildiride büyükelçilerin ismi yoktu. “Büyükelçilikler” şeklinde imza konulmuştu ve ülkelerin bayrakları yer almıştı.

Kâtipten, elçiden ziyade, ülkelerdi karşımızda bulunanlar.

Demek ki Türkiye eskisi gibi değil.

Demek ki eski Türkiye geçmişte kalmış.

Bunu gayet iyi biliyorlar aslında.

Sadece, “Şansımızı bir deneyelim, bakalım ne olacak” dediler herhâlde.

Yoksa en çok farkında olanlar onlardır.

Bütün gelişmeleri bizden önce öğrenirler.

Şüpheniz olmasın.

*

Osman Kavala veya Abidin Zurnaya… Selahattin Demirtaş veya Sabahattin Çeliktaş… “Ne fark eder?” diye bakamayız!

On’lar için o kadar önemli ki yerini dolduracak adamların kolayca bulunamayacağını düşünüyor gibi bir görüntü arz ediyorlar.

Ama bir zamanlar da Öcalan öyleydi.

Ne oldu?

Paketleyip verdiler.

O zaman da iktidarda olan Ecevit, “Öcalan’ı niye verdiklerini anlamadığını” söylemişti.

Sebebi sonradan ortaya çıktı.

Yeni sürümünü alıp götürmüşler meğer.

Yeni modeli çıkınca eskiyi iade ettiler.

*

Büyükelçiliklerin bildirisinden geri adım atmaları, ABD’deki Ermeniler ve Yunanlar tarafından üzüntüyle karşılandı.

Ah vah ettiler.

Tabiî yeni sürüm elemanlar da pek hayıflandılar.

“Bu Amerikalılara da ne zaman güvensek, bizi yarı yolda bırakıyorlar. Bundan sonra nasıl güveneceğiz arkadaş!” diye dövünüyorlardır şimdi.

*

Reis “Van minut” dediğinde, üzülen, kahrolan, “Eyvah ki eyvah!” diye haykırıp bittiğimizi düşünen ve bu düşüncesini kimseden çekinmeden dile getirenler olmuştu.

“Dünya 5’ten büyüktür” çıkışında daha beter telaşa kapılanları gördük.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, her seferinde restini çekiyor ve karşısında kim varsa dağılıveriyor.

Şimdi hâddini bilmeyen büyükelçiler için “istenmeyen kişi” ilân etme talimatı vermesi üzerine de dizlerini dövenler, başını elleri arasına alarak ekrana çakılıp kalanlar da olmuştur.

Yazıp çizdiklerine bakınca o fotoğrafı görebiliyoruz.

Her seferinde çözülemez bir krize girdiğimizi zannedenler, ülkemiz daha kârlı çıktığında düşman askeri gibi üzülüyorlar.

*

“Ortadoğu’daki bütün mesele ne şu, ne bu… Sadece Erdoğan’dır.

Onu indirebilirsek, ortada pürüz kalmayacak ve Ortadoğu’daki bütün plânlarımızı rahatça gerçekleştirebileceğiz. Ona bu yaptıklarının bedelini ödeteceğiz.”

Bu apaçık düşmanlık içeren sözler Baydın’a ait.

Zaman zaman da sözcüleri “Erdoğan’ın sözlerini not ettiklerini” açıklıyor. Bu defa da öyle yapmışlar.

İyi notlar…

Krizlerle, darbeyle indiremeyeceklerini görünce, muhalefeti destekleyip Erdoğan’ı indireceklerini daha seçilmeden önce beyan etmişti.

Her fırsatta düşmanlığa devam etmekte kararlı.

15 Temmuz darbe teşebbüsü sırasında ABD Başkanı koltuğunda Amerika’nın Karaoğlan’ı Obama oturuyordu ve bu titrek Baydın da onun yardımcısı olarak görev yapmaktaydı.

Büyük ihtimâl, darbe plânına Obama’dan daha vâkıf konumdaydı.

Daha ne olsun?

Böyle birinden dostluk mu bekleyeceğiz?

*

Öyle ya da böyle, durduk yere kriz başlatan büyükelçilere geri adım attırdık. Üç gün sürmedi, diplomatik dille kem küm etme mâkâmına geldiler.

Bununla ilgili dilimizde “tükürdüğünü yalamak” diye bir deyim vardır.

Ataların mekânı Cennet olsun, vaktiyle söylemişler de bizi yeni bir benzetme yapma zahmetinden kurtarmışlar.

Önemli bir noktaya daha dikkat çekmek gerek: Kemal Bey yine ofsayda düştü. Tabiî kendisi nereye düştüğünün farkında değildir ama yaptığı açıklamalar, tivit mivit işleri, hepsi boşa çıktı. Sadece boşa çıksa iyi, bir de yanlışlığı anlaşıldı.

Yine hüsran, yine hasret, yine nal toplamak…

Kırçıl saçlarından kim suçlu şimdi?

*

Eski Cumhurbaşkanı Gül’ün krizci büyükelçilerden birini ziyaret etmesine dair de birkaç cümle etmek gerekir ama çok mühim değil.

Onun, tarafını belli etme çabalarının ilki olmadığını biliyoruz.

Herhâlde sonuncusu da olmayacaktır.

Ayrıca biz son satıra ulaştık; bundan ötesi sağlık, afiyet.