
“BİR elimde defne, bir
elimde sevdan;/ Kalbim Ege’de kaldı…” (Sezen Aksu)
***
Pek Muhterem Kari,
Kızıl şehrin merkezinde dev iki parmak gibi yükselen Le due Torri’nin iki
kat altındaki mahzende, nemli duvarına sinmiş olduğum ve artık o nemi sırtımda
hissetmeye başladığım nişin içinde, önümden geçen altıncı keşiş ile göz göze
geliyorum.
Keşiş ilk anda irkilerek bir iki adım geri sıçrıyor. Hamle zamanı!
Henüz şaşkınlığı geçmeden elimdeki demir çubuğu keşişin sol omzuna
indiriyorum: “Mi dispiace prete.” (Üzgünüm rahip.)
Keşiş omzunu tutarak ve acı ile inleyerek yere yığılıyor. Demir çubuğu
kaldırmadan ikinci keşişin ayak bileklerine hamle yapıyorum ve ayaklarını
yerden kesiyorum. Bir sonraki ve sıranın sonundaki keşiş korku ve şaşkınlıktan
galerinin duvarlarına yaslanıp ellerini kaldırıyor. Bir an göz göze
geldiğimizde gözlerindeki korku ve şaşkınlığı görüyorum.
Gördüğüm bir şey daha var o bir anlık bakışmada; şeytanî, sinsi, rahatsız
edici... Aman dileyen bu teslimiyet hâlini görünce ona hamle yapmaktan vazgeçip
galerinin çıkışına doğru koşmaya başlıyorum.
Bütün bunların hepsi sadece birkaç saniye içerisinde oluyor. Keşişler
üzerlerindeki şaşkınlığı atıp muhafızlarla peşime düşecekler, biliyorum. Hızlı
olmam ve hızlı karar vermem gerekiyor.
Çıkışa doğru koşarken arkamdan bağırtıları galerinin duvarlarında
yankılanıyor:
-L’uomo sta correndo. Dobbiamo inseguirlo! (Adam kaçıyor, peşine
düşmeliyiz!)
-Controlla la sala! (Salonu kontrol edin!)
-Avvisate le guardie! (Muhafızlara haber verin!)
Galerinin rutubetli havası, içinde bulunduğum bu tehlikeli vaziyet,
yakalanma korkusu ve damarlarımda akan adrenalin nefesimi kesecek gibi oluyor. Yanlarından
geçtikçe rüzgârımla savrulan meşaleler, gölgemi galerinin duvarlarında şekilden
şekle sokuyor. O gölgelerden biri beni yakalayıp bırakmayacak, peşime düşen
keşişlere teslim edecekmiş gibi geliyor. Sanki çıkış kapısına ulaşamayacağım.
Sahi, bu kadar inmiş miydim buraya gelirken?
Nihayet çıkış kapısına geliyorum. Kapıyı aralayıp günışığını gördüğümde
yarı zırhlı bir muhafız ile karşılaşıyorum. Hiç tereddüt etmeden ve belki de
refleksle, şöminenin demirini kafasındaki metal başlığa indiriyorum. İri
cüsseli muhafız kapının önüne yığılıyor. Umarım sadece bayılmıştır...
Birkaç adım uzaklaştıktan sonra tekrar geri dönüyorum; elimdeki demiri öpüp
kapının iki kanadındaki halkalara geçiriyorum. Bu onları biraz olsun oyalar.
O mahzenden çıkmış olmanın rahatlığı ciğerlerime, kalbime, hatta iliklerime
kadar işliyor. Suyun altından çıkmış gibi derin derin içime çekiyorum Bologna’nın
kızıl havasını. Yanmış odun kokusu beni çocukluğuma götürüyor bir an.
Hislerim sefineyi sakladığım yerin ters istikametine doğru kaçmamı
söylüyor, öyle yapıyorum. Via Rizolli boyunca kuzeybatı yönünde koşmaya
başlıyorum. Bologna halkı koşan keşişlere çok da alışık olmasa gerek, benim
koştuğumu görenler durup beni izliyor. Daha fazla dikkat çekmemem gerektiğini
düşünüyorum. Bu hâlde kaçarken arkamda salyangoz gibi iz bırakacağım aşikâr.
Via Rizolli’ye paralel ilk ara sokağa dalıp üzerimdeki keşiş kıyafetini
çıkarıyorum ve kıvırıp bir köşeye bırakıyorum. Koşmadan ama hızlı adımlarla
uzaklaşmaya devam ediyorum. Bu sokak çok daha sakin ve soğuk hava yüzünden oldukça
da tenha.
Birazdan peşime düşmüş olacaklar. Hatta düşmüşlerdir belki de. Sefine
çizimlerinin şöminedeki küllerini görünce eminim deliye dönmüş olmalılar.
Ellerine düşme ihtimâlini düşünmek bile başımı döndürüyor, yüreğimi cendere
gibi sıkıyor. Adımlarımı hızlandırıyorum…
Şehrin sonuna yaklaştığım ve evlerin artık seyrekleşmeye başladığı zaman
uzaktan köpek seslerinin geldiğini işitiyorum. Keşiş cübbemi bulmuş olmalılar;
izci köpekler artık kokumu tanıyor ve bana doğru yaklaşıyorlar. Var gücümle
koşmaya başlıyorum.
Sonumun geldiğini düşünüyorum. Yakalanırsam ne yapacağımı plânlıyorum.
Yahut yakalanmamak için ne yapmam gerektiğini… Şimdilik yapmam gereken
olabildiğince hızlı koşmak sadece. Ne kadar hızlı koşarsam koşayım, köpeklerin
ve muhtemelen köpekleri takip eden atlıların beni yakalamaları kaçınılmaz
görünüyor.
Ciğerlerimde nefes, bacaklarımda derman tükeniyor. Nereye koştuğumu, ne
kadar koştuğumu, daha ne kadar koşmam gerektiğini ve daha ne kadar
koşabileceğimi bilmeden, çamurlara, sulara bata çıka koşuyorum. Sadece
koşuyorum ve köpek sesleri yaklaşıyor.
Nefesim ve dermanımla birlikte ümitlerimin de tükenmekte olduğu anda az
ileride bir köprü görüyorum. Oraya kadar dayanabilmeyi ümit ediyorum.
Ciğerlerim artık patlama noktasına geldiğinde köprüye ulaşabiliyorum. Peşimdekiler
epeyce yaklaşmış olmalılar. Köprünün ortasından Yaradan’a sığınıp nehre
atlıyorum. Suya düşene kadar geçen o kısacık anda son keşişin şeytanî bakışları
gözlerimin önüne geliyor. Onu da indirmediğim için pişmanlık hissederken
kendimi buz gibi soğuk suyun içerisinde buluyorum.
Kulaç atmak şöyle dursun, nefes almaya bile gücüm yok. Önce köpek
havlamaları, ardından çağlayarak akan nehrin sesi, peşinden gün ışığı ve
nihayet tüm korkularım yavaş yavaş son buluyor. Ciğerlerime oksijen yerine su,
köpük ve günün son ışıkları dolmaya başlıyor, gözlerim kapanıyor. Işıltılı ve
şırıltılı bir zaman tünelinde anestezik farkındalığı duyumsayarak sürüklenmeye
başlıyorum.
***
Mustafa Kemal, bir Osmanlı subayı idi. Samsun’a çıktığında da, İzmir’e girdiğinde de. Kazım Karabekirler, Ali Fuat Cebesoylar, Fevzi Çakmaklar, Refet Beleler ve niceleri de keza…
Muhterem
Dostlar,
Bugünkü
zaman yolculuğumuzda sizleri yüz yıl öncesinin İzmir’ine götüreceğim inşallah. Doğru
bildiğimiz yanlışları ve yanlış bildiğimiz doğruları yerinde yaşayıp görmek
vacip oldu. Nişangâhlarımızı itinayla ayarlıyoruz; yağımızı, suyumuzu kontrol
ediyoruz. Kasnaklar dönmeye başlıyor. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv… Haydi hayırlı
yolculuklar!
9 Eylül sabahı…
Konak Meydanı’ndayız.
Bundan yirmi
bir sene mukaddem, 1 Eylül 1901 tarihinde Sultan Abdülhamid Han’ın tahta
çıkışının 25’inci sene-i devriyesinde ve bu çeyrek asra nişane olarak tam da yirmi
beş metre yüksekliğinde inşâ edilen ve Fransız mimar Raymond Charles Péré
tarafından tasarlanan İzmir Saat Kulesi, tüm estetiği ve zarafeti ile tam
karşımda dikiliyor.
Kulenin
saatlerinin hemen altında karşılıklı iki tarafta Sultan Abdülhamid Han’ın
tuğraları, diğer iki tarafta ise Osmanlı Devleti’nin armaları nakşedilmiş. Lâkin
bu tuğralar ve armalar üç beş yıl sonra, Osmanlı’yı hatırlatan ve öven yazı,
işaret ve sembollerin kaldırılmasına ait kanunun çıkmasını müteakiben kazınacak
ve yerlerine ay-yıldız işlemesi yapılacaktır.
Sanırım
benden başka kimsenin umurunda bile değil kule, üzerindeki işlemeler ve saatin
sabahın dokuzunu yirmi beş dakika geçiyor olduğunu göstermesi. Meydan ana baba
günü. Sanki tüm İzmir bu meydanda ve oradan oraya koşturanlarla tıka basa dolu.
Körfezden karaya doğru tatlı tatlı esen imbat, -bugünün aksine- buram buram
deniz ve yosun kokusu serpiştiriyor yer yer dumanlar tüten şehrin üzerine. Bu
kokuyu ne kadar özlemiş olduğumu duyumsuyor ve doya doya içime çekiyorum. Ve
sanırım benden başka kimsenin umurunda değil imbat ve getirdiği deniz kokusu.
Oradan oraya
koşuşturan, karadan denizdeki teknelere, teknelerden karaya bir şeyler taşıyan,
mütemadiyen devinip duran meydanın kalabalığını izlerken, başım dönüyor, bu
telaşenin sebebini anlamaya çalışıyorum bir taraftan da. Birazdan Türk Ordusu şehre
girecek ve Yunan askerini denize dökecek. Lâkin şöyle bir gariplik var ki,
şehirde görebildiğim kadarıyla bir tek Yunan askeri yok.
Öyle ya,
Türk Ordusu geldiğinde Yunan ordusunun can havliyle kendisini Kordon’dan
körfezin sularına atması gerekmiyor muydu? Nerede bu Yunan ordusu ve bu ordunun
askerleri? Bu işte bir terslik olmalı…
Kemeraltı
Çarşısı’nın girişindeki kıraathaneye gidiyorum malûmat edinmek için.
Kıraathanenin önündeki küçük tahta masada yine küçük bir tahta tabureye tünemiş
gibi oturan, benim gibi merakla olmasa da boş gözlerle kalabalığı temaşa
eyleyen, kasketli, şalvarlı, cepkenli, yüzünün çizgileri enikonu derinleşmiş, hüzünle
mutluluk arasındaki arafta takılı kalmış hissi veren, bu hâliyle dünyadan
çoktan elini ayağını çekmiş olduğu rahatlıkla anlaşılabilen, yetmiş yaşlarında,
aksakallı tıknaz bir adam dikkatimi ve muhabbetimi cezbediyor. Yaklaşıyorum…
Selâm verip,
yanına oturmak için izin istiyorum. Selâmımı içtenlikle alıyor, içinde
bulunduğu araftan bir anlığına mutluluk tarafına geçiyor, yanındaki tabureyi
işaret ederek beni kabul buyuruyor.
Henüz
tabureye oturmamıştım ki, arkaya, kıraathaneye doğru dönüp içeriye sesleniyor:
“İhsan oğlum! Bir gayfe daha getiriveğ…”
“Eyvallah
bey amca, Allah razı olsun” diyorum. “Ecmail” diye mukabele ediyor.
Konuya nasıl
gireceğimi düşünüyorum, lâkin içim içimi de kemiriyor. “Gıvranıp durma, de
hele” diyor.
Birazdan
Türk Ordusunun şehre gireceğinden haberim yokmuş gibi davranmanın yerinde
olacağını düşünüyorum. “Yunanlar nerede bey amca?” diye sual ediyorum. Hayretle
gözlerimin içine bakıyor. Gözbebeklerinin kenarlarında beyaz yaşlılık halkaları
belirmiş çoktan. “Nerdensin sen yeğenim? İzmir’den deelsin zaar” diyor. Pot
kırdığımı düşünerek bir anlık panik yaşıyorum lâkin toparlıyorum kendimi. “Doğrudur.
Bu sabah geldim İzmir’e bey amca”.
“Hııı”
diyor, “Belli! Yunan keferesi dün defoldu gitti yeğenim”.
Afallıyorum:
“Dün mü?”
“He yaa! Bir
gısmısı Bursa’ya doğru gitti” deyip sağ eliyle kuzeyi gösterirken, “Galanı da
gemilerinen Midilli’ye gitti deyolar” diyor bu kez de çenesiyle Kordon’u işaret
ederek. “Elhamdülillah!” deyip ellerini yüzüne ve sakallarına götürüyor.
“Dün
gittiler ha?” diye yeniden soruyorum emin olmak için. Başıyla onaylıyor. Ben de
“Çok şükür, elhamdülillah” diyerek duasına iştirak ediyorum.
Kahve
geliyor bu arada. İhsan’a “Eyvallah!” diyorum. İhsan kahveyi masaya bırakırken,
“Merabası yanında” diyor.
Gerçekten de
İzmir’den Midilli’ye geçen Albay Stilianos Gonatas ve Albay Nikolaos Plastiras,
iki gün sonra, 11 Eylül’de, Atina’da darbe gerçekleştirecek, bu yenilginin
sorumlusu olarak gördükleri başbakanı, başkomutanı ve dört bakanı yargılatıp
kurşuna dizeceklerdir. Hatta Kral Konstantin tahtını bırakarak İtalya’ya kaçmak
zorunda kalacak, tahta Konstantin’in oğlu İkinci Georgios oturacaktır. Kütahya
üzerinden Mudanya’ya geçen Yunan ordusunun diğer kısmı ise buradan Trakya’ya,
oradan da ellerini kollarını sallayarak Yunanistan’a intikal edecektir.
Herhangi bir taciz yahut müdahaleye muhatap dahi olmadan…
Takvimleri
üç yıl geriye saracak olursak, Mondros Mütarekesi ve Paris “Barış” Konferansı’nda
alınan kararlar neticesinde Yunanistan’ın 15 Mayıs 1919 günü İzmir’i işgal ettiğine
şahitlik edebilirdik.
Mustafa
Kemal’in Samsun’a 16 Mayıs 1919’da hareket ettiğini, düzenli ordunun da TBMM’nin
kuruluşu ile birlikte 23 Nisan 1920’de teşekkül edebildiğini düşünürsek, bu
tarihten 9 Eylül 1922 tarihine geçen zamanda Yunan ordusunun neden daha fazla
ilerleyemediğine az biraz kafa yormak gerektir. Kısmetse bunu da bir başka
seyahatimizde, Çerkez Ethem’in yanından anlatırım inşallah.
Hatta
takvimleri geriye sarmaya başlamışken, 1919 Nisan’ına gidecek olsak -ki bunu
daha evvel yapmıştık- Yıldız Köşkü mabeyninde Sultan Vahideddin’in pencereden Boğaz’da
demirli İngiliz gemilerini izlerken Mustafa Kemal’e “Bu vatanı kurtarabiliriz”
dediğini de kendi kulaklarımızla işitebilirdik. Yeter ki görmek isteyelim,
duymak isteyelim, tabularımızdan imal gözlük ve kulak tıkaçlarımızı bir
anlığına çıkarabilelim.
Bir süre
daha havadan, sudan, vatandan, bayraktan, dinden, imandan konuştuktan sonra
amcadan ismini bahşetmesini istirham ediyorum. “Haydar” diyor. Bu isim beni
-nedendir bilmem- bir anlığına Yemen’de ücra bir kasabanın mütevazı bir
kahvehanesine götürüyor. Geri gelmem biraz vakit alıyor. Bir süre sonra helâlleşip,
kahvenin ve gül lokumunun tadı damaklarımda iken müsaade istiyorum. “Torunlarıma
iyi bak evladım!” diyor. Ne demek istediğini anlamıyorum lâkin ne demek istediğini
sormaya da çekiniyorum. Cevabını bulduğum sorularla lâkin başka bir muammayla
yanından ayrılıyor, meydandaki kalabalığa karışıyorum…
Öğleye doğru
Türk Ordusu şehre intikal ediyor, şehirde bir bayram havası hâkim. Mızıkalar,
bandolar, marşlar, nal sesleri ve İzmir halkının coşkun tezahüratları birbirine
karışıyor. İzmir, üç yıl dört ay sonra yeniden Türk vatanı oluyor. Bu coşku
görülmeye değer.
Türk
askerinin kortejine yaklaşmak mümkün olmuyor. Süvariler ve piyadeler tertip
içerisinde Hükûmet Konağı’na ulaşıyor. Balkondaki bayrak direğinde bulunan
Yunan bayrağı indirilip yerine Türk bayrağı çekilinde meydanın coşkusu ve
sevinci zirve yapıyor. Gözlerim doluyor ve daha fazla kendimi tutamıyorum.
Bu ana
şahitlik ettikten sonra artık dönme vaktinin geldiğini düşünüyorum. Yolcu
yolunda gerektir…
Pek Muhterem Kari,
O günden bugüne kadar yüz yılı devirdik lâkin Osmanlı’ya kinimiz
hiç bitmedi. Öyle ki, İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in dediği gibi,
vatanımızı pis çizmeleri ile kirleten, her türlü zulmü, vahşeti, tacizi,
tecavüzü gerçekleştiren Yunanistan ile, İngiltere ile, Fransa ile, İtalya ile barıştık,
barışmanın ötesine can ciğer kuzu sarması olduk, lâkin Osmanlı’ya nefretimiz
bir gram eksilmedi.
Hatta Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indirip sadece dokuz yılda
koskoca imparatorluğu batıran, devletin teslim şartlarını konuşmak için Mondros
masasına oturulduğu günün sabahında bir Alman denizaltısına atlayıp ülkeden
kaçan iş bilmez, öngörüsüz, basiretsiz İttihat ve Terakki paşalarını ve
zihniyetini hâlâ kutsamaya devam ediyoruz.
Varsa yoksa “İngiliz gemisine atlayıp kaçan” Vahideddin…
Oysa ülkeye “hürriyet, müsavat, uhuvvet, adalet getiren” İttihatçı
paşalar, gemiyi buzdağına bodoslama vurmuş, batan gemiyi de en erkenden terk
edip gitmişlerdi.
Sultan Vahideddin, ancak onlar kaçtıktan sonra ülke yönetimini
tamamen eline alabilmiş, vatanı ve Hilâfet’i kurtarabilmek için hamleler
yapabilmiştir. Mustafa Kemal’i Samsun’a göndermek de bu hamlelerden sadece biriydi.
Mustafa Kemal, bir Osmanlı subayı idi. Samsun’a çıktığında da, İzmir’e
girdiğinde de. Kazım Karabekirler, Ali Fuat Cebesoylar, Fevzi Çakmaklar, Refet
Beleler ve niceleri de keza…
Karabekir Paşa, günlüklerinde Nutuk’a da nazire yaparak, o gün
için “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım” demektedir.
Kısaca o bölümü aktarmamda fayda var:
“İstanbul’a döndüğümde herkesi çok umutsuz gördüm. Arkadaşım İsmet
(İnönü), ‘Bu iş bitti Kâzım, gidip çiftlik satın alalım, sen Kâzım Ağa ol, ben
İsmet Ağa olayım’ diyordu. Mustafa Kemal’le Şişli’deki evinde görüştük,
hastaydı. İstanbul’da kalmanın tehlikeli olduğunu ve bir an önce doğuya gidip
oranın hırpalanmamış kolordusuyla ve mert halkıyla el ele verip istiklâl
mücadelesini başlatmamız gerektiğini söyledim. Fakat o sırada paşanın aklı İstanbul’da
kalıp kabineye bakan olarak girmekteydi.
Bana, ‘Bu da bir fikirdir’ dedi. Ben de ona, ‘Fikir değil,
karardır’ dedim. Ve en kısa zamanda bir yolunu bulup doğuya gideceğimi, gelmesi
hâlinde kendisini başkomutan olarak karşılayacağımı söyledim. Bana, ‘İyi
olayım, düşünürüz’ diye cevap verdi. Ben de tayinimi Erzurum’a çıkartarak 12 Nisan
1919 günü Gülcemal vapuruyla İstanbul’dan yola çıktım.
19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım. Oradaki Muhafaza-i Hukuk ve Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti üyeleriyle görüşerek Erzurum Kongresi’nin yapılmasına karar
verdik ve Mustafa Kemal Paşa’yı davet ettik.”
Hatta 23 Nisan’da kurulan ilk Meclis’in kahir-i ekserisi Osmanlı’nın
Meclis-i Mebusan üyesi olarak İstanbul’dan gelmişti. Meclis’te yapılan ve sonu
“Vallahi” ile biten yeminlerde vatanı, saltanatı ve Hilâfet’i kurtarmak üzere
kasemler verilmişti.
Nasıl mı? İşte böyle:
“Hilâfet ve saltanat ve vatan ve milletin istihlas (kurtuluşundan)
ve istiklâlinden başka bir gaye takip etmeyeceğime, vallahi!”
Bunları boşa anlattığımın, tarih bilgisi İnkılap Tarihi’nden
ibaret olanlar, görmek ve duymak istemeyenler üzerinde zerre miskal tesiri
olmayacağının farkındayım.
Ben yine de tarihe notumu düşeyim istedim, vallahi!
Kalınız sağlıcakla efendim…