Gevherî Osmanoğlu Fatma Gevherî Sultan

Hayatının son yıllarını amcası Yusuf İzzeddin Efendi’nin kızı olan Mihrişah Sultan ile Taksim civarında, geniş bir apartman dairesinde geçirdi. Gevherî Osmanoğlu 10 Aralık 1980 yılında, 76 yaşında iken İstanbul’da vefat etti ve Sultanahmet Türbesi’nde defnedildi. Bayati, Hüzzam, Mahur, Rast, Saba makamındaki saz semaileri TRT arşivlerinde yer aldı ve sevilerek dinlendi.

İSTANBUL’un Çamlıca semtinde, 2 Aralık 1904 yılında dünyaya geldi. Annesi Necmifelek Hanım, babası (bestekâr) Şehzade Seyfettin Efendi’dir. Şehzade Ahmet Tevfik Efendi’nin ikiz kardeşidir. Gevherî Osmanoğlu, Sultan Abdülaziz’in torunudur. Çocukluk yıllarında babasının musiki meclislerine katılıp, o zamanın büyük ustalarını dinleme imkânı bulmuştur.

1924 sürgününde Fransa’ya gitmiş, orada, 1930 yılında Mısır’lı Prens Ahmet Gevherî ile evlenerek Kahire’ye yerleşti. 1948 yılında kocasını kaybetti, onun geliri ile geçinmeye çalıştı. Sürgünde çok büyük sıkıntılar çekmesine rağmen musikiden asla vazgeçmedi. 1953 yılında, Mısır’da cumhuriyet ilan edilince mallarına el konuldu ve 32 yıl aradan sonra Türkiye’ye döndü. Dönüşünde babasından kalan bazı enstrümanları yanında getirdi.

Müziğe 5 yaşında başlayan Gevherî Osmanoğlu, bestekâr babası Şehzade Seyfettin Efendi’den nota dersleri aldı. Tahsilini Fransa’da tamamlayan Gevherî Osmanoğlu, kemençe, lavta, ud ve tambur çalmayı kendi kendine öğrendi. Uzun yıllar Mısır’da kaldığından ötürü udu Arap tavrı ile çaldı. En çok istediği şey olan Tamburî Cemil Bey’den ders alabilme imkânını bulamamış, Türkiye’ye döndükten sonra bütün plaklarını toplamış, onun tavrı ile çalmayı başarmıştır. Piyano da çalan Gevherî Osmanoğlu’nun, İstanbul’da yaşadığı yıllardaki bestelerinin büyük bölümünü devlet sanatçısı Dr. Teoman Önaldı notaya dökmüştür.

Tuna Baykara’ya vermiş olduğu bir röportajında, “Padişah dedelerimin hemen hemen hepsi musiki ile uğraşır, besteler yaparlardı. Buna rağmen bugün hayatta olan padişah çocukları ve torunları içinde benden başka musiki ile iştigal eden yok” demişti.

Hayatının son yıllarını amcası Yusuf İzzeddin Efendi’nin kızı olan Mihrişah Sultan ile Taksim civarında, geniş bir apartman dairesinde geçirdi. Gevherî Osmanoğlu 10 Aralık 1980 yılında, 76 yaşında iken İstanbul’da vefat etti ve Sultanahmet Türbesi’nde defnedildi.

Bayati, Hüzzam, Mahur, Rast, Saba makamındaki saz semaileri TRT arşivlerinde yer aldı ve sevilerek dinlendi.

Gevherî Osmanoğlu’nun mirası olan enstrüman ve notaların akıbetini, tarihçi Murat Bardakçı 11 Ağustos 2010 yılında yayınlanan makalesiyle şöyle anlatır:

Gevherî Sultan'ın çalgıları ne oldu?

“Gevherî Sultan yahut tam ismiyle Fatma Gevherî Osmanoğlu, Sultan Abdülâziz'in oğullarından Şehzade Seyfeddin Efendi'nin kızıydı. Babası Seyfeddin Efendi, hem zamanının en mahir mahya ustası, hem de birinci sınıf bestekârdı. Profesyonel bestekâr olan 3. Selim ve 2. Mahmud gibi padişahların ve hanedanın diğer müzisyen mensuplarının arasında, bu işte en fazla muvaffak olan Osmanoğlu, benim kanaatime göre Seyfeddin Efendi idi. Şehzadenin hâlâ sık sık çalınan Hüzzam ve Bayatî makamlarındaki peşrevleri, klasik müzik repertuvarımızın en zarif eserlerindendir, bilenler bilirler.
Seyfeddin Efendi, hayata 1927 Ekim'inde, Fransa'nın Nice şehrinde sürgündeyken veda etti ve ardında dört çocuk bıraktı. 1904'te doğmuş olan tek kızı Gevherî Sultan, çocukluk senelerinde babasının musiki meclislerine katılmış, o zamanın büyük üstatlarını dinlemiş, bir zamanlar Tamburî Cemil Bey'den tambur ve kemençe dersleri almış ve iyi bir kemençeci olmuştu.
Gevherî Sultan, sürgünde büyük sıkıntılar çekmiş olmasına rağmen musikiden vazgeçmedi; babasından kalan bazı çalgıları itina ile muhafaza etti ve 1952'de hanedanın hanım mensuplarının Türkiye'ye girebilmesine izin veren kanunun kabulünden sonra İstanbul'a dönerken çalgılarını da yanında getirdi.
Sultan, hayatının son senelerini amcası Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi'nin kızı Mihrişah Sultan ile beraber Taksim taraflarında, geniş bir apartman dairesinde geçirdi. 1980 Aralık’ında, 76 yaşında iken vefat etti ve miras olarak sadece tambur ve kemençe gibi birkaç çalgı ile notalarını bıraktı.
O senelerde birileri İstanbul'da bir ‘çalgı müzesi’ kurma hevesine kapılmış ve bu işi 12 Eylül sonrasında yeniden açılan Büyük Millet Meclisi'ne yaptırmanın yolunu bulmuşlardı. Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları ile bazı kasırlar Meclis'in Millî Saraylar Dairesi'ne bağlı idi ve Meclis'e ait bu binalardan Aynalıkavak Kasrı da çalgı müzesine mekân olarak seçildi. Etraftan bağış olarak bir hayli Türk çalgısı toplandı; müze törenlerle, nutuklarla, kurdele kesmelerle açıldı.
Bağış yapanlar arasında, kuzeni Gevherî Sultan'ın vefatı ile yalnız kalan Mihrişah Sultan da vardı ve Gevherî Sultan'ın çalgıları ile notalarını bu müzeye bağışladı. Ama bütün bu açılış tantanası sırasında çok önemli bir hususu kimseler hatırlamadı: Sazların rutubetten etkilenmeleri ihtimalini...
Yapıları basit, kendileri de hassas olan Türk çalgılarının denize yakın bir mekânda bakım yapılmadan bırakılmamaları gerekiyordu, zira rutubet her tarafı ahşap olan çalgıları anında çürütürdü. Zaten zamanla sadece çalgılar değil, yeni restore edilmiş olan Aynalıkavak Kasrı da dökülmeye başladı ve yeniden bir restorasyona girişildi. Çalgıları da Meclis'e ait ve daha rutubetli bir başka mekâna, Dolmabahçe Sarayı'na nakledip sandıklara attılar.
Gevherî Sultan'ın çalgılarını sarayda bundan birkaç sene önce gördüm ama keşki görmez olaydım, içim sızladı. Taksim'deki apartmanında defalarca dinlediğim güzelim Baron kemençenin göğsü açılmış, bir başka çalgının sapı teknesinden çıkmış ve sırt dilimleri karpuz gibi ayrılmıştı.
Arkadaşlar anlattılar, çalgılar bundan bir müddet önce tekrar yer değiştirmiş ve kurulması planlanan bir başka çalgı müzesi için bu defa Gülhane Parkı'na götürülmüşler. Ama Gülhane'deki çalgı müzesi projesinden daha sonra vazgeçilmiş ve Gevherî Sultan'dan kalan ne varsa, bu defa parktaki bir depoya tıkıştırılmış.

Şartlı bağış yoluyla verilen eşyanın yerini her aklına esenin değiştirdiği, yetkililerin ortada fol yok, yumurta yokken etrafa ‘Mükemmel bir koleksiyonu satın aldık, çalgı müzemizi artık kurulmuş sayabilirsiniz’ gibisinden hayalî müjdeler dağıttığı ve elde olan eserlerin de sandıklara tıkıldığı bir memleket olduk.
Beyler, çalgı müzesi bizim neyimize?”