İSTANBUL’un Çamlıca
semtinde, 2 Aralık 1904 yılında dünyaya geldi. Annesi Necmifelek Hanım, babası (bestekâr)
Şehzade Seyfettin Efendi’dir. Şehzade Ahmet Tevfik Efendi’nin ikiz kardeşidir. Gevherî
Osmanoğlu, Sultan Abdülaziz’in torunudur. Çocukluk yıllarında babasının musiki
meclislerine katılıp, o zamanın büyük ustalarını dinleme imkânı bulmuştur.
1924
sürgününde Fransa’ya gitmiş, orada, 1930 yılında Mısır’lı Prens Ahmet Gevherî
ile evlenerek Kahire’ye yerleşti. 1948 yılında kocasını kaybetti, onun geliri
ile geçinmeye çalıştı. Sürgünde çok büyük sıkıntılar çekmesine rağmen musikiden
asla vazgeçmedi. 1953 yılında, Mısır’da cumhuriyet ilan edilince mallarına el
konuldu ve 32 yıl aradan sonra Türkiye’ye döndü. Dönüşünde babasından kalan
bazı enstrümanları yanında getirdi.
Müziğe
5 yaşında başlayan Gevherî Osmanoğlu, bestekâr babası Şehzade Seyfettin Efendi’den
nota dersleri aldı. Tahsilini Fransa’da tamamlayan Gevherî Osmanoğlu, kemençe,
lavta, ud ve tambur çalmayı kendi kendine öğrendi. Uzun yıllar Mısır’da
kaldığından ötürü udu Arap tavrı ile çaldı. En çok istediği şey olan Tamburî
Cemil Bey’den ders alabilme imkânını bulamamış, Türkiye’ye döndükten sonra
bütün plaklarını toplamış, onun tavrı ile çalmayı başarmıştır. Piyano da çalan Gevherî
Osmanoğlu’nun, İstanbul’da yaşadığı yıllardaki bestelerinin büyük bölümünü
devlet sanatçısı Dr. Teoman Önaldı notaya dökmüştür.
Tuna
Baykara’ya vermiş olduğu bir röportajında, “Padişah dedelerimin hemen hemen
hepsi musiki ile uğraşır, besteler yaparlardı. Buna rağmen bugün hayatta olan
padişah çocukları ve torunları içinde benden başka musiki ile iştigal eden yok”
demişti.
Hayatının
son yıllarını amcası Yusuf İzzeddin Efendi’nin kızı olan Mihrişah Sultan ile
Taksim civarında, geniş bir apartman dairesinde geçirdi. Gevherî Osmanoğlu 10
Aralık 1980 yılında, 76 yaşında iken İstanbul’da vefat etti ve Sultanahmet
Türbesi’nde defnedildi.
Bayati,
Hüzzam, Mahur, Rast, Saba makamındaki saz semaileri TRT arşivlerinde yer aldı
ve sevilerek dinlendi.
Gevherî
Osmanoğlu’nun mirası olan enstrüman ve notaların akıbetini, tarihçi Murat
Bardakçı 11 Ağustos 2010 yılında yayınlanan makalesiyle şöyle anlatır:
Gevherî Sultan'ın çalgıları ne
oldu?
“Gevherî
Sultan yahut tam ismiyle Fatma Gevherî Osmanoğlu, Sultan Abdülâziz'in
oğullarından Şehzade Seyfeddin Efendi'nin kızıydı. Babası Seyfeddin Efendi, hem
zamanının en mahir mahya ustası, hem de birinci sınıf bestekârdı. Profesyonel
bestekâr olan 3. Selim ve 2. Mahmud gibi padişahların ve hanedanın diğer
müzisyen mensuplarının arasında, bu işte en fazla muvaffak olan Osmanoğlu,
benim kanaatime göre Seyfeddin Efendi idi. Şehzadenin hâlâ sık sık çalınan
Hüzzam ve Bayatî makamlarındaki peşrevleri, klasik müzik repertuvarımızın en
zarif eserlerindendir, bilenler bilirler.
Seyfeddin Efendi, hayata 1927 Ekim'inde, Fransa'nın Nice şehrinde sürgündeyken
veda etti ve ardında dört çocuk bıraktı. 1904'te doğmuş olan tek kızı Gevherî
Sultan, çocukluk senelerinde babasının musiki meclislerine katılmış, o zamanın
büyük üstatlarını dinlemiş, bir zamanlar Tamburî Cemil Bey'den tambur ve kemençe
dersleri almış ve iyi bir kemençeci olmuştu.
Gevherî Sultan, sürgünde büyük sıkıntılar çekmiş olmasına rağmen musikiden
vazgeçmedi; babasından kalan bazı çalgıları itina ile muhafaza etti ve 1952'de
hanedanın hanım mensuplarının Türkiye'ye girebilmesine izin veren kanunun
kabulünden sonra İstanbul'a dönerken çalgılarını da yanında getirdi.
Sultan, hayatının son senelerini amcası Veliahd Yusuf İzzeddin Efendi'nin kızı
Mihrişah Sultan ile beraber Taksim taraflarında, geniş bir apartman dairesinde
geçirdi. 1980 Aralık’ında, 76 yaşında iken vefat etti ve miras olarak sadece tambur
ve kemençe gibi birkaç çalgı ile notalarını bıraktı.
O senelerde birileri İstanbul'da bir ‘çalgı müzesi’ kurma hevesine kapılmış ve
bu işi 12 Eylül sonrasında yeniden açılan Büyük Millet Meclisi'ne yaptırmanın
yolunu bulmuşlardı. Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları ile bazı kasırlar
Meclis'in Millî Saraylar Dairesi'ne bağlı idi ve Meclis'e ait bu binalardan
Aynalıkavak Kasrı da çalgı müzesine mekân olarak seçildi. Etraftan bağış olarak
bir hayli Türk çalgısı toplandı; müze törenlerle, nutuklarla, kurdele
kesmelerle açıldı.
Bağış yapanlar arasında, kuzeni Gevherî Sultan'ın vefatı ile yalnız kalan
Mihrişah Sultan da vardı ve Gevherî Sultan'ın çalgıları ile notalarını bu
müzeye bağışladı. Ama bütün bu açılış tantanası sırasında çok önemli bir hususu
kimseler hatırlamadı: Sazların rutubetten etkilenmeleri ihtimalini...
Yapıları basit, kendileri de hassas olan Türk çalgılarının denize yakın bir
mekânda bakım yapılmadan bırakılmamaları gerekiyordu, zira rutubet her tarafı
ahşap olan çalgıları anında çürütürdü. Zaten zamanla sadece çalgılar değil,
yeni restore edilmiş olan Aynalıkavak Kasrı da dökülmeye başladı ve yeniden bir
restorasyona girişildi. Çalgıları da Meclis'e ait ve daha rutubetli bir başka
mekâna, Dolmabahçe Sarayı'na nakledip sandıklara attılar.
Gevherî Sultan'ın çalgılarını sarayda bundan birkaç sene önce gördüm ama keşki
görmez olaydım, içim sızladı. Taksim'deki apartmanında defalarca dinlediğim
güzelim Baron kemençenin göğsü açılmış, bir başka çalgının sapı teknesinden
çıkmış ve sırt dilimleri karpuz gibi ayrılmıştı.
Arkadaşlar anlattılar, çalgılar bundan bir müddet önce tekrar yer değiştirmiş
ve kurulması planlanan bir başka çalgı müzesi için bu defa Gülhane Parkı'na
götürülmüşler. Ama Gülhane'deki çalgı müzesi projesinden daha sonra vazgeçilmiş
ve Gevherî Sultan'dan kalan ne varsa, bu defa parktaki bir depoya tıkıştırılmış.
Şartlı bağış
yoluyla verilen eşyanın yerini her aklına esenin değiştirdiği, yetkililerin ortada
fol yok, yumurta yokken etrafa ‘Mükemmel bir koleksiyonu satın aldık, çalgı
müzemizi artık kurulmuş sayabilirsiniz’ gibisinden hayalî müjdeler dağıttığı ve
elde olan eserlerin de sandıklara tıkıldığı bir memleket olduk.
Beyler, çalgı müzesi bizim neyimize?”