Geri kazanım

Arabasıyla birlikte düze çıkan çocuk, bana, az önce tonla para sayarak aldığım kirli bir gömlek ve çöp kokan takım elbise bırakarak hızla uzaklaştı. Pardon, eksik oldu; en önemli kısmı, babamın nasihati ile içimde duyduğum derin huzuru söylemeyi unuttum.

“BİRKAÇ mesaj atıver şu numaraya da üç kuruş hayrın olsun müdürüm” diyen eşim istihzaî bir şekilde televizyonu işaret ettiğinde hatırladım dün doğu illerimizden birinde deprem olduğunu…

“Yoğun çalışıyoruz ve gündemi takip etmekte zorlanıyorum” bahanesinin arkasına sığınmış olsam da kendimi samîmi bulmadığımı söylemeliyim. Çok meşgul olmasam da vermekten daha çok almaya, kazanmaya odaklanmış olmamdan ötürü bu konu beni fazla ilgilendirmezdi sanırım. Nihâyetinde eşimin mimikleri de benim iç sesimi doğrular nitelikteydi.

Ayakta, gömleğimin alt kısımlarını pantolonumun içine tıkıştırmakla meşguldüm o sıra. Hazırlığımı bitirmeliydim, şoför gelmişti ve ortalama bir semtte neredeyse iki kira bedeli tutarında aidat ödediğimiz sitenin önünde beni bekliyordu. Her sabah bana içimden “Gurur okşayan hareketler bunlar” dedirten davranışların sahibi Sadık’ı daha fazla bekletmesem iyi olurdu. Göz ucuyla baktım duvarı boydan boya kaplayan ekrana. Görüntülerdeki yıkılıp enkaza dönmüş binalarla içinde bulunduğum mesken arasındaki tezat çarptı ilkin gözüme. Bir an televizyonun içine girip çıktım, yıkıntıların tozları boğazıma doldu. Çok korkunç ve sevimsizdi. Gözlerimi açıp kapattım birkaç kez. Bu defa baktım, Kızılay’a ait yardım duyurusu SMS numarası ile birlikte kırmızı bant içinde sağdan sola doğru akıp gidiyordu…

Titreyerek kayan yazıları seyrettim birkaç saniye kravatımı düzeltirken. Bir an önce kendi bedenime geri dönmem gerektiğini düşünüp eşime seslendim, “Olmuş mu?” dedim. Dışarı çıkmadan önce giydiğim kıyafetler için ondan olur almak iyi geliyordu bana. “Hayır!” mânâsında kafasını kaldırıp iki yana salladı. Korktuğum başıma gelmişti; şimdi stresim artacak, elim ayağım birbirine dolanacak, daha evden çıkmadan terlemeye başlayacaktım. Bu arada arkamda bir adam, sesi duvarın arkasından geliyormuş gibi (o duvarı az önce şipşak ben ördüm aramıza) sürekli konuşuyor, birtakım rakamlardan bahsediyordu. Depremde şu âna kadar tespit edilmiş ölü ve yaralı sayılarını bildiren adam, rakamların artabileceğini de eklemeyi unutmuyordu.

Ne yapacağımı düşünürken, her zaman olduğu gibi kurtarıcı meleğim göründü odanın kapısında. Elinde bir sürü kravat vardı eşimin. Şimdi, daha önce yaşadığımız şekilde böylesi kriz zamanlarında yaptığını yapar, bunlardan birinin “çok güzel olduğu” konusunda beni ikna eder ve ben de yoluma giderim diye düşündüm ama öyle olmadı. Birden az önce benim cimriliğime vurgu yapan eşimden, onun söylediği kravatı takmayarak ondan intikam almak ister gibi bir duyguyla karşılaştım içimde. Bana oldukça ilginç gelen bu duyguyu denemeye karar verdim. Eşimin, o gün giydiğim takım elbisem için önerdiği bütün kravat alternatiflerine bir bahane buldum ve reddettim. Kendi içimde bir oyun kurmuş ve çok güzel de oynamıştım; keyif de almıştım üstelik.

Şimdi son bir hamlem kalmıştı. Takım elbisemin nasıl olduğunu soracaktım; tabiî ki çok güzel olduğunu, çok beğendiğini, bana çok yakıştığını, bu rengin ve modelin beni oldukça karizmatik gösterdiğini filan söyleyecekti ki benim de istediğim zaten tam olarak bunlardı. Amacım, onun çok beğendiğini söylediği takımı akşam bir poşet içinde sevimsiz bir eşya gibi bir kenara bırakmaktı. Nasıl olduğunu ben de anlamadım. Bu korkunç plân o anda geldi aklıma ve spontane gelişti her şey. Ah Zeynep, bunu bana yapmayacaktın! Eli sıkı olduğumu îmâ etmeyecek, benimle, müdürlüğümle alay etmeyecektin…

Deprem haberlerini sunan arkadaşın sesini kapının arkasında bırakıp, elimde çantam, asansöre yönelmeden önce gözüm ekrandaki görüntüye takıldı. Göçük altında, molozların arasında kalmış birilerini kurtarmaya çalışıyorlardı sanırım. Adamın sadece toza bulanmış yüzü ve insanlara doğru uzanmış eli görünüyordu. Kolu öyle tozlanmıştı ki parmakları kıpırdamasa, uzananın bir el olduğu fark edilmeyecekti. Asansör beklerken televizyonlarda yardım için verilen SMS numarasını düşündüm, hatırlayamadım. Numarayı hatırlama çabam aklıma babamı getirdi. Çünkü içinde yardım geçen her cümle, her düşünce, otomatik olarak ânında babama bağlanırdı. Yine aynısı oldu…

Asansörden aklımda babamın sözleriyle indim. Daha doğrusu, nasihatleriyle… Babamın bir kuralı vardı; “Her gün bir iyilik yapmalısın! Her gün yapamıyorsan iki günde bir… Ama asla üç günü geçirmemelisin!” derdi. (Bugünlerde çok az görüşüyor olsak da hâlâ aklına geldikçe söyler ya da îmâ eder.) Biz küçükken her akşam, istisnasız aynı soruyu sorardı: “Bugün bir iyilik yaptın mı?” “Hayır!” dersem kızmazdı ama ertesi akşam sormaktan da vazgeçmezdi.

Sitenin kapısında beni gören şoför her zamanki gibi koşarak gelip çantamı elimden aldı. Saygı görmek hoşuma gidiyor, egomu hareketlendiriyordu. Yaşadıklarım kişisel bir ayrıcalığım olduğunu hissettiriyordu bana. “Holdinge mi efendim?” diye soran Sadık’a bu defa “Hayır!” diyerek, yolumuzun üstündeki, genelde bizim ekibin alışveriş yaptığı AVM’nin adını söyledim.

Aracın radyosundan az önce evde duyduğum haberlerin benzerleri çalınıyordu kulağıma. Depremin şiddeti, yıkılan binaların sayısı, ölenler, yaralananlar, şans eseri kurtulanlar, uzman görüşleri vesaire. Çıkmadan önce televizyonda gördüğüm manzara geldi yeniden gözümün önüne. Tabiî akabinde de eşimin alaycı tavrı… Eşim sadece beni, yaptığım işi, mesleğimi hafife almak istediği zaman “Müdürüm” derdi bana.

Arabayı AVM’nin otoparkına bırakıp yukarı çıktık. Erken bir vakit olduğu için dükkânlar ve kafeler yeni yeni açılıyordu. Kahvaltı için bir kafeye oturduk. Ben bir kahve içip Sadık’a burada beklemesini söyleyerek hedefime doğru yol almaya başladım. Plânımı çoktan hazırlamıştım, ne yapacağımı biliyordum. Bildiğim ve çoğu zaman alışveriş yaptığım bir markanın burada bulunan mağazasına girip, kombine edilerek vitrindeki mankene giydirilmiş takımın aynısını, gömleği ve kravatı ile birlikte alıp çıkacaktım. Ayakkabı dâhil… Fazla vaktim yoktu. Primlerin, terfilerin ve atamaların konuşulacağı çok önemli bir toplantı başlayacaktı iki saat sonra. Geç kalmamalıydım.

Otoparktan üç kat yukarı çıktım. Türkiye’nin en ünlü erkek markaları sıralı şekilde dizilmişti. Hedefimi bulmam zor olmadı. Plânım aksamadan yürüyordu. Gördüm, girdim, aldım ve çıktım. Gömleğin ütüsü, pantolonun paçası derken bir saat sonra elimde, içinde eskilerin olduğu “intikam poşeti” ile hazırdım Sadık’a “Haydi gidelim!” demek için. Ama bundan sonrası plânladığım gibi gitmeyecekti...

Bindiğim asansör, beni AVM’nin hiç bilmediğim arka kapısına bırakınca aksilikler de peşi sıra gelmeye başladı. Teknik düşünüp, “Çıktığım kapıdan konum atarım, Sadık’ın beni bulması ne kadar zor olabilir ki” dedim ama bulunduğum yerin ters yön olduğunu, araç girişinin olmadığını öğrenmem biraz zamanımı aldı. Yine de, “Olsun, hâlâ vaktimiz var, toplantıya rahat rahat yetişebilirim” diye düşünerek karşıma çıkan ilk sokağa sapıp rahat bulunabileceğim bir yere doğru ilerlemeye başlamıştım ki yokuşta arabasıyla cedelleşen o delikanlıyı gördüm. AVM’nin arka tarafındaki çöp konteynırlarından topladığı kâğıtlarla doldurduğu arabası yokuşu çıkmakta inat ediyordu. Üstelik asfalt, az önce çiseleyen yağmurdan dolayı ıslaktı ve çocuğun ayakları zeminde tutunamıyordu…

Yıllar önceydi, bir gün, bulunduğumuz şehirde at arabacılığı yapan babamın atla birlikte bana hiç de yabancı gelmeyen o ıslak yokuşu iki büklüm hâlde, dizlerinin üstünde nasıl tırmandığı, nasıl kan ter içinde kaldığı geldi gözümün önüne. Çöp dolu arabası geri kaçmasın diye durdurmaya çalışan çocuğa baktım. Tıpkı babam gibi ter birikmişti alnında. Göz göze geldik, babam gibi bakıyordu. Dayanamadım…

Arabasıyla birlikte düze çıkan çocuk, bana, az önce tonla para sayarak aldığım kirli bir gömlek ve çöp kokan takım elbise bırakarak hızla uzaklaştı. Pardon, eksik oldu; en önemli kısmı, babamın nasihati ile içimde duyduğum derin huzuru söylemeyi unuttum.

(Evet, sevgili okur, burada biraz soluklanalım ve düşünelim. Kahramanımız eşine inat, yüklüce bir ödeme yaparak aldığı kıyafetlerinin kirlenmesine ve çöp kokacak olmasına aldırış etmeden, içinde ânî bir dönüşüm yaşayarak, delikanlıya yardım etmeye karar veriyor. Bu tür öyküler genelde yapılan yardımın ânında karşılığının görüldüğü bir sonla biter, değil mi? Sizce nasıl bir sonla bitecek bu öykü? Hayat, müdürümüzün yaptığı yardımın karşılığını ona ne şekilde ödeyecek?

Kahramanımız, üstü başı çöp kokar hâlde, üstelik de çok önem verdiği o toplantıya geç kalmışken terfi mi edecek, maaşına yüklü bir zam mı alacak, yoksa hiç yoktan hesabına bol sıfırlı bir prim mi yatacak? Yahut da başına gelecek bir kazâdan mı kurtulacak? Belki de patronu ona bir araba hediye eder ya da çoğumuzun rüyalarını süsleyen bir dünya turu… Öykü çoktan bitti, siz parantez içinde kaldınız.)