Gerçeklik kurgusunda “yalan” dünya

Kurtuluşun yolu, kendini bilmektir. İnsan olarak, tanrısal anlamda nesnel bir bakış üretme gibi şansımız yok. Bundan ötürü zayıflığımızı bilirsek, en güçlü yönümüz bu olacaktır. Ek olarak, karşıdakinin zayıflığını da bilerek, Vahiy dışında tüm bilgiyi sorgulamaktan vazgeçmeyin!

HEPİMİZ biliriz ki, bilimsel bilgi tam gerçeklik sergilemez ve değişebilir. Böylelikle bilim, bugün “Doğru” dediği şeye bir zaman sonra “Yanlış” diyebilir. Biz de bu satırlarda bilginin doğrusu, doğruluk dönüşümü, doğruluk payı ve de yanıltılmış bilgi, yalan ve kurgu kavramları üzerine bir beyin fırtınası sergilemek arzusundayız.

***

Başlangıç olarak insanoğlunun kendi kendini manipüle ederek vardığı sonuç gibi duran kurgu üzerine yoğunluk vermek istiyoruz.

Dilsel olarak, olmayan bir şeyi var etme ya da söyleyebilme hâlimiz olan kurgunun içeriği… Ya da tanımını yaptığımız her şey…

Elbette her kurgu yalan değil, ancak hangi evrede yalana dönüşür, bunun merakını giderme gayretindeyiz. Kurgunun yalana dönüştüğü noktada devreye giren, tanımını yaptığımız şey üzerine uyguladığımız manipüle eylemidir.

Peki, bunun çizgisi nasıl belirlenir, nerede değişiklik gösterir?

Tasavvurda bu çizgi net bir şekilde belirlenemiyor. Yalanın tanımını, davranışsal ve dilsel olarak gerçeğin hilâfına beyanda bulunmak olarak aldığımızda, aslında yalan söylerken insan zihnini zorlayan ve mâliyetli bir durumla karşılaşıyoruz. Yalan veya kurgu esnasında kafamızın içerisinde artık bir tarafta “gerçeklik”, diğer tarafta ise “onun hilâfına olan kurgu” var.

Bu hâl ile beyin strese giriyor ve nabız yükseliyor.

Ancak yalanın tekrarlanması, beynin alışması ile zamanla stresi giderebiliyor. Hattâ ileri düzeyde gerçeği bir tarafa bırakarak, yalanı onun yerine koymaya ve ona inanmaya başlıyor.

Buradan örnekle belirli bir grubun bir tanım üretmesi, kendi içinde bir kurgudur. Grubun yaptığı tanımı içselleştirmesi yani bir nevi çıkarına uygun şekilde kabullenmesi, bir sonraki evrede bunu genele yayma ve kabullendirme eylemi ile devam eder. Ancak genelin kabullenmesi için yapılan yeterli boyuttaki manipülektik girişimler, olayın artık yalan boyutudur.

Bilginin çoğunluğa ulaşması ve en azından aynı çoğunlukta “doğru” olarak kabulü, tanımın/bilginin gerçekliğini teyit olarak da kabul edilir. Çoğunluğun kabulü, bilginin makullüğü ve işlevselliği ile alâkalı ve doğru orantılı olarak gözlemlenir. Bilginin karşı taraf için işlevsel olmaması ters teper ve rahatsız edici yanlar sorgulanmasını gerektirir ki böylece taraf, ispat/kanıt arayışına girer.

Diğer yandan eğer işlevsel yani bir anlamda taraf için çıkar düzleminde uyuşma sağlanıyorsa, bilgi kabullenme aşamasına geçer.

***

Gerçeklik kavramına nörofizyolojik pencereden baktığımızda da aslında “dış dünya” dediğimiz şey, beynimizde oluşan elektriksel sinyallerin yorumlarından elde edilen temsildir. Bu yorumun gerçeği temsil etme olasılığı ise çok düşüktür.

Yani her bir insan, kendi beyninde temsilî olarak bir gerçeklik üretir. Hattâ her insan farklı gerçeklik üretir, ancak dil üzerinden bir noktada diğer insanlarla anlaşır. Bu sebeple dil ile bir sınırlandırmaya gidilir, eğretileme olmadan konuşamaz.

Soyut olan, bir şekilde somutlaştırılıyor ve içeriğin soyutsal boyutları dış dünyada kaybolup yok oluyor. Bu bağlamda zihindeki imgeler soyut ve bağlantılıdır. İnsan bunları söze döktüğünde somut kurgular meydana gelir.

Böylece âdeta kuantum fiziğinde “her şey” olabilecek dalga fonksiyonunun gözlem yapıldığı anda bir elektrona dönüşmesi gibi, zihindeki soyutun konuşulduğu anda kuantum dalga fonksiyonunun çökmesi durumunun benzeri yaşanır. Sonuç olarak elbette bir gerçeklik elde edilmiştir fakat diğer gerçeklikler, olasılıklar yok edilmiştir.

Misâlle şekillendirmek gerekirse…

“Yılda bin intihar vakası yaşanıyor” bilgisi, resmî veya güvenilen bir kurum/oluşum/kaynak tarafından duyurulur. Biliyoruz ki bu vakaların hiçbiri bir diğeri ile arka plânı, sebebi, oluşumu ve diğer saikler bakımından aynı değildir. Burada yapılan bin ayrı vakayı neredeyse sadece bir ortak yönü ile isimlendirmek, gruplandırmaktır. Böylece homojenize edilmiş bilginin çeşitliliği göz ardı edilmiş olur ve bilgi, kurgu hâline dönüşür.

Peki, yaşadığımız çağda bu kadar kurgu ve bu kadar verinin içerisinde doğruya nasıl ulaşırız/ulaşacağız?

***

Günümüzde izlenen yol, kendimizce filtrelemeler geliştirmek oldu. Ancak, “Kendimizce güvenilir filtre kaynakları bizi hep doğruya ulaştırır” düşüncesi, makalemizin merkezine muhalif davranış şeklinin tezâhürüdür.

Karşılaşılan vaka her ne olursa olsun, insanoğlunun onu iyileştirme çabası zihinde bir kategorizasyona gidilmesini sağlamakta. Lâkin bu yöntem sıkıntılı vakalara önerilecek çözümlemelerinde birebir değil, genelleme olmasını kaçınılmaz kılmakta.

Bu nokta için de bir örnek vermek gerekirse, tıp dalından herkesin vâkıf olabileceği bir durum yerinde olacaktır:

Epilepsi hastaları için bir ilâç üretilecektir fakat her doktor bilir ki, iki tane aynı epilepsi hastası yoktur. Ek olarak, epileptik sendromların yüzde 50’sinin sebebi dahi bilinmez. Buna rağmen bir ilâç yapılır ve epilepsi hastaları için iyi geleceği söylenir.

İlâç hastaya verilir ve hastada yüzde 20 değişim meydana gelirse gelir ki -hastayı yüzde 20 oranında da plasebo iyileştirir-...

***

Buradan da anlaşılacağı üzere, soruna ortak bir isim konulması ile çözüm aşamasında izlenen yolda aksaklığı garanti ediyoruz. Genellemenin gerekliliği ise, dilimizin, zamanımızın, enerjimizin çeşitliliğe yetmeyişinden...

Aslında hayatı anlamlandırmada insanoğlunu zora sokan da bu genellemeler!

Bir konu hakkında fikir sahibi olmayan insan için o çerçevede gelişen olaylar tamamıyla aynı kabul edilir. Örneğin, “Bütün Çinliler birbirinin aynıdır/benzeridir” düşüncesi, Çinliler hakkında bilgisi olmayan ya da iki tane Çinli tanıdığı olmayan biri için kabul edilen bir gerçekliktir. Nüansları algılayacak deneyimleri olmadığından, genel geçer bir doğruluğu kabul eder.

Duygusal, düşünsel veya tüm soyut noktalarda genelleme yapmak ve bir kategorizasyona gitmek, nihâyetinde tam çözüm sağlamamakta ve gerçekliğe uymamaktadır.

Hayatımızın genelindeki bir hastalık özellikle günümüzde çok ağır yaşanmakta. Bunun sebebi, çok veri olması ve genelleştirmeler bizim için âdeta can simidi oluşu... Gerçeklik sonrası çağının “post-truth” (hakikat sonrası) adını almasının nedeni de budur.

Tüm verilerle akredite kaynağımız ne derse ona inanarak zihinsel mesaiden tasarruf ediyoruz; en etkili sebebimiz, inceleyecek/sorgulayacak zamanımızın olmaması…

Öncesinde olduğu gibi sonrasında da gündem maddelerimizden Kanal İstanbul’u bu bağlamda inceleyecek olursak…

Şöyle bir yazılanlara, çizilenlere, konuşulanlara bir bakın; hakikaten bir fizibilite raporu için gerekli çalışma ve sunumlar mı yapılıyor? Yoksa neredeyse fanatizme dayanacak derecede taraflar oluşmuş ve manipüle edilen bilgilerle vatandaşlara bir şeyler mi dayatılıyor?

Oysa dayatmaların olmadığı ve çeşitli genellemelerin birleştiği noktada gerçekler ortaya çıkacaktır.

***

İnsan zihninin neden hikâye ile çalışmak zorunda olduğunu anlar ve akıl dediğimiz melekenin nasıl keyfî bağlamlarda kurgulandığını fark edersek, içe dönüp bazı şeyleri anlamamız mümkün olacaktır.

Özet bir cümle ile çözüm, kafamızdaki kurgunun birbirine bağlı noktalarına nereden geldiği, nasıl bilindiği ve bağlantıları kimin oluşturduğunu sorgulamaktır. Bu, zihinsel yargıların elden geçirilme durumudur.

Bir teşbihle konunun zirve hâlini açıklamak gerekirse, baştan beri farklı insanların felsefî düşünceleri ve yine dış dünya yorumları ile bugüne kadar yapageldiğimiz o yüksek binayı yıkmayı söylemek mümkündür. Böylece ardından, küçük bir kulübe olsa dahi tuğlalarını bizim yerleştirdiğimiz eseri inşâ etmeliyiz.

***

Bütün kurgusal hikâyeden tek kurtuluş yolu, insanın buna mecbur olduğunu fark etmesidir. Bu, bizim yapısal ayarlarımızda mecbur olduğumuz bir şeydir ve zaten insanın sınavı da buradadır. Burada insan, tercihini kendini bulmak yerine başlangıç ayarları (dogmalar, önyargılar) ile bir yaşam sürmek yönünde belirlerse, bir bilgisayarın belirli zaman sonrasında yetersiz kalması gibi, bir süre sonra insan da eksik kalır, zihnen ve duygusal olarak çöker, işlevsiz hâle gelir, mutsuz olur, bir etki oluşturamaz ya da dünya üzerinde bir kötülüğe sebep olur. Bulunduğu yer itibariyle öyle bir pozisyonda rahatlık yakalar ki, o konumda farkında olmadığı yıkıcı bir hâl alır.

Nitekim kurtuluşun yolu, kendini bilmektir. İnsan olarak, tanrısal anlamda nesnel bir bakış üretme gibi şansımız yok. Bundan ötürü zayıflığımızı bilirsek, en güçlü yönümüz bu olacaktır.

Ek olarak, karşıdakinin zayıflığını da bilerek, Vahiy dışında tüm bilgiyi sorgulamaktan vazgeçmeyin! Hem ne demişler, “Şu dünya koca bir yalanken, gerçeği arar durur insan. Ölüm en güzel nasihat iken, hiç ölmeyecek sanır insan”.

Ne de olsa yalan dünya efendim!

Her şeyin doğrusunu, Alîm olan Allah bilir.

Selâm ve duâ ile...