Gerçek hürriyet, hırslardan arınmaktır!

Sedefin deniz yüzeyine çıkması, yaşadığı iklimin dışına çıkması demektir. Gökten yağmur beklemesi de anlamlıdır. Kendisi suyun içinde olduğu hâlde başka bir su arar. Çünkü kendi suyu sedef için inci değildir, bir azaptır. Denizin tuzlu suyu karnına gidecek olsa azap duyar.

“BEND bugsil bâş azâd ey püser/ Çend bâşî bend-i sîm ü bend-i zer/ Ger birîzî bahrrâ der kûzeyî/ Çend gunced kısmet-i yek rûzeyî/ Kûze-yi çeşm-i harîsân pür neşod/ Tâ sedef kâni’ neşud pür dür neşod/ Her kirâ câme zi ışkî çâk şod/ Ü zihırs u ayb külli pâk şod/ Şâd bâş ey ışk-ı hoşsevdâ-yı mâ/ Ey tabîb-i cümle illethâ-yı mâ.”

(Altın gümüş kaydı yeter ey oğul!/ Bu bağları çöz de azâd ol, kurtul!/ Bir denizi bir testiye doldursan/ Kısmetten fazlasını almaz ey can!/ Açgözlülerin göz testisi dolmaz,/Kanaatsiz sedefte inci olmaz./ Aşkla üstü başı yırtılan bir can,/ Arınır hırs ve cümle kusurlardan./ Ey sevdâsı güzel aşkımız, sevin!/ Tabîbi sensin tüm dertlerimizin.)

İlk 18 beyitten sonra, sözü sembole gerek duymadan Mevlânâ bizzat kendisi alır. Artık konuşan ney değildir. Neyi bir tarafa çeker, doğrudan doğruya kendisi konuşmaya başlar. Bu yüzden burası çok önemlidir! Çünkü artık perdesiz konuşmaktadır.

Birinci beyit, bana göre depresyonun ilacıdır. Zamanımız insanının en büyük hastalıklarından biri olan depresyonun… Bu ilacı nasıl içireceğini daha sonra söyleyecek. Bu kısım, Tevbe Sûresi’ndeki 24. âyete atıftır. O âyette insanların övünecekleri sekiz şeyden bahsedilir: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler...”

Bu beyit, altın ve gümüşe vurgu yaparak mecâz-ı mürsel yoluyla bizi tam da buraya götürür. Bu beyitte sadece altın ve gümüş zikredilmiş, diğer şeylerin ölçü ve değerleri değişebilir, ama altın daima kıymetlidir malûm. Altın burada maddî gücü simgeler. Bu gücü Mevlânâ bir bağ olarak telakkî eder. Aslında diyor ki, “Senin rûh şahinini uçurabilmen için bu bağdan kurtulman lâzım!”. Bunlar sûretâ sana güç kudret veriyor, fakat hakîkatte ayak bağıdır ve bunlardan kurtulman lâzım. Çünkü bunlar, hırslar cümlesindendir. Eskiler buna “şehevât-ı seb’a” derler. “Yedi iştah”, “yedi hırs” gibi anlamlara gelir.

Bu tâbir, âyette sayılan yedi ayrı şeye göndermedir. (Âyette sekiz kavram sayılıyor gibi görünse de, kazandığınız mallar ve kesata uğramasından korktuğunuz ticaret aynı kavramı işaret ediyor.)

Beyitteki “Ey” hitabı, kendi zamanından şimdiye, hatta gelecek kuşaklara da şâmildir. “Ey oğul, altın ve gümüş kaydı sizi daima sıkıntıya sokar! Çünkü hırs doymaz. Bu bağlardan kurtulmazsanız, öbür âlemle temas kurma kabiliyetini kaybedersiniz ve bunlar size sıkıntı verir.”

Dünyaya ait bir şey, yükselişe mânîdir. Hazreti İsa ile ilgili bir rivâyet vardır. Üzerinde bir iğne bulunduğu için göğün dördüncü katında kaldığına dairdir bu rivâyet. Bu iğne aslında bir semboldür. Dünyayla alâkamız ne kadar çoksa, orada kalmaya o kadar mahkûmuz. Aslında güç ve kudret olarak gördüğümüz şey, hakîkatte bizi ezen ve buraya rapteden bir tuzaktır. “Bu tuzaklardan kurtul! Kurtul ki, azatlığın tadını al!

Gerçek hürriyet, hırslardan arınmaktır!

İncinin hikâyesi

Örnekleme bâbından diyor ki, “Eğer denizi bir testiye dökecek olursan, testiye bir günlük kısmetten ötesi girmez. Bir günlük bir nasip için bütün denizi testiye doldurmak beyhûde gayrettir. Denizi testiye dolduracağına, testiyi denize tut da bu kadar uğraşma!”. Çünkü denizi testiye doldurmaya kalkışmak abesle iştigâldir. Bu da aslında, insanın çabalarının sadece belli bir oranının hayatı idâme için olduğu ve diğerlerinin de başka bir gayeye yönelik olması gibi bir sonuç ortaya koyuyor. Yani ne kadar çabalarsak çabalayalım, elde edeceğimiz şey, günlük rızıktan başkası değildir.

Bir sonraki beyitte, bu gerçeği örneklendirmek bâbından yine çok ilginç bir şey söyler: “Hârislerin, tamahkârların, açgözlülerin göz testisi dolmaz. Sedef kâni olmadıkça inciyle dolmaz!” Burada sedef ile hırs sahiplerini birlikte vermesinin bir anlamı olmalıdır. Önce “sedef” kavramını çözmek gerekir. Sedef dediğimiz, aslında bir canlıdır. Kızıldeniz’de, Aden Körfezi civarında yoğunlukla bulunan bir deniz hayvanıdır. Bu hayvanın tuhaf bir özelliği vardır. Her yılın 18 Nisan tarihinde bu hayvancağız denizin dibinden yukarı doğru çıkar ve kendisini ikiye ayırır. O tarihte bir bulut gelir. Yağmur başlar ve yağmur taneleri sedefin içine düşünce hayvancağız tekrar kapanır. Sedefin içine düşen yağmur taneleri inciye dönüşür. Eğer sedefin içine iri bir yağmur tanesi düşerse, o, şahlara lâyık büyük bir inci olur.

Sedefe ne kadar az yağmur tanesi düşerse, inci de o kadar büyük ve o kadar makbul olur. Diyelim ki üç yağmur tanesi düştü, o zaman üç inci üretecek, fakat bunlar küçük olacaktır. O yüzden sedefin yağmur damlasını alır almaz kapanması makbuldür. Çünkü karnına düşen yağmur damlasına deniz suyunu temas ettirmemelidir. Tuzlu su karnına temas ettiğinde inciyi karartır ve değerini düşürür.

Demek ki sedef, kanaat ettiği için kıymetli bir inciye sahip olur. Tamah edip de daha çok yağmur tanesi aldığında hiçbir işe yaramayacaktır. İşte bunun gibi, hârisler de kanaat etmeyi bilseler, kıymetli bir iş yapmış olacaklardır. Sedef, kanaatiyle bunlara örnek teşkîl etmektedir. Bir de şu var: “Sedef 18 Nisan’da denizin yüzeyine çıkıyor” demiştik; bir inanışa göre, aynı gün yılan yavruları da yağmura ağız açarlarmış. Aynı yağmur tanesi sedefte inci olurken, yılan yavrusunda zehir olur. Bunu da bir ayrıntı olarak söyleyelim.

Sedefin deniz yüzeyine çıkması, yaşadığı iklimin dışına çıkması demektir. Gökten yağmur beklemesi de anlamlıdır. Kendisi suyun içinde olduğu hâlde başka bir su arar. Çünkü kendi suyu sedef için inci değildir, bir azaptır. Denizin tuzlu suyu karnına gidecek olsa azap duyar.

İşte ilk beyitteki altın ve gümüş, bizim için bu tuzlu su mesabesindedir. Nasıl ki deniz suyu sedefin incisine mânî oluyorsa, altın ve gümüş de bizim mânâ incisiyle temas etmemize mânî olur. Demek ki, bu âlemin kaygılarından kurtulmak için gönlümüzü altın ve gümüşle doldurmayacağız.

Sedef, feyizli bir buluttan tane bekler. Gönlümüzü saf hâle getirdiğimizde bir rahmet nûru gelir, oraya yerleşir. Bu durumdayken altın ve gümüş sûretâ kıymet iken bir zulmete dönüşecektir. Denizin dışında deniz suyu nasıl işe yaramıyorsa, bu âlemin dışında da altın ve gümüş bir işe yaramaz. O yüzden mânâ âlemiyle temasta altın ile gümüş, “deniz suyu” hükmündedir. Bunlardan kurtulmamız lâzım ki, feyizli bir buluttan gelen rahmet bunlarla karışarak niteliğini bozmasın.

Burada şöyle bir mânâ daha vardır: Üst âlemden gelen bir hakîkat bu âlemle temas ettiğinde, bu âlemin çamuru onu mülevves hâle getirir, berbat eder. Burayla orayı temas ettirmemek gerekir.

Mevlânâ, sedef ve inci örneğinden faydalanarak şöyle diyor: “Ey oğul, sen bir sedefsin! Bir gün sedefin kendini ikiye ayırdığı gibi şu benliğini kır, sen o benliği kırdıktan sonra gönlüne rahmet bulutundan yağmur damlayacaktır. Buna hazır ol! Bu mânâ yağmurundan nasiplendikten sonra tekrar yarıldığın yerden birleş ve kendine dön! Bir müddet bekle, bunu hazmet ki arkasından o yağmur damlası, şahlara yaraşır bir inci olsun.

İnci o sedefte büyüdü, gelişti, billur bir küre hâline geldi. Dalgıçlar o inciyi buldular, mâhir eller onu işlediler ve sultana takdîm ettiler. Bunun gibi, bizim gönlümüze yerleşen bu mânâ incisini de bir manevî dalgıç gelip bulur, işler ve Sultan’a takdîm eder. Zaten bize verdiği o mânâ yine Sultan’dan gelmişti. Huzûruna götürdüklerimiz, bize verdiklerinden başkası değildir.


Rûhu hür kılmak

Hırs konusuna dönelim tekrar... Dikkat ederseniz, Mevlânâ hırsların üzerine giderek konuşuyor. “Hırs” dediğimiz şeyde bir doyumsuzluk vardır ve nefse çok lezzetli gelir. İnsanın edindikçe edinmek, kazandıkça kazanmak gibi bir zaafı vardır. Hırs, hastalıkları arttıran bir özelliktedir. “Hırs” sözcüğü, Arapçada, Farsçada ve Türkçede müşterektir. Hırsı tatmin etmeye çalışmak, kişi için nafile bir eylemdir. Çünkü hırsın sonu olmaz. Bu, bir denizi bir testiye doldurmak gibi lüzumsuz bir iştir.

Hırslarımız birer tuzaktır aslında. Hırsıyla giden kişinin önüne nîmetler de serilir. Orantısız bir nîmet gelir. Fakat kişi bakar ki sadece elindeki testiyi doldurabilmiş, bütün ömrünün semeresi bu imiş. Bu mesele, kişinin hayatını kazanması meselesi değildir. Hastalık derecesinde olan hırslardan söz ediyor Hazret-i Pîr, kazanç bahsi ayrı bir şey. Hırs, tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. O yüzden de Mevlânâ, bu hastalığın tedavisi olarak aşka vurgu yapıyor.

Dördüncü beyitte der ki, “Kim elbisesini bir aşk ile parçaladıysa, o, hırstan ve cümle kusurlardan temizlenir”.

“Aşk ile üstü başı yırtılan bir can,/ Arınır cümle hırs ve kusurlardan.”

Bu beyitteki “âşığın yakasını yırtması” motifi, sembolik olarak âşığın âlem kaydından kurtulması anlamına gelir. Buradaki “elbise” sembolü “dünya”dır. Dünyanın altınından, gümüşünden ve onların getirdiği hırslardan, onların üzerine giydirdiği hırs elbiselerinden kurtulmamız için Mevlânâ, kurtarıcı olarak “aşk”ı öneriyor. Elbiseleri aşk bilinciyle yırtarsak, hırstan ve diğer kusurlardan kurtuluruz.

Şu hususa dikkat çekiyor: Âlem ile temas, insanı hasta eder, esas gayeden uzaklaştırır ve ondaki diğer cevherleri berbat eder. Bizdeki cevher nedir? Can ya da rûh… Demek ki, bu canı âleme ait şeylerle temas ettirirsek, tıpkı deniz suyuna bulaşmış inci gibi kararmaya başlayacaktır. Kararınca da artık üst âlemden gelen mânâyı aksettirmeyecek ve o âlemi yansıtamaz olacaktır. Ayrıca can, cesedimizdeki bilgedir. Bu bilge, cahil bir kimliğe dönüşecek ve gelen mânâyı fark edemeyecektir. Gelen o üstün mânâyı mülevves mânâdan ayırt edemeyecektir. Bu tefrik gücünü ve melekesini yitirecektir. Buna mânî olmak için aşk gelecek ve o kat kat olan elbiseleri yırttıracaktır.

Âyette sayılan evlat, eş, mal gibi hırs elbiselerini tek tek yırttıracaktır aşk. Zaten bunların hepsi, aslında üzerimize giydiğimiz ateşten dünya gömlekleridir. Bu gömleklerden kurtulmamız lâzım ki azâd olalım. Bunlardan kurtulmanın sonunda azatlık vardır. Kişi aslında rûh hürriyetini ancak âlemle temastan kurtulduğu oranda sağlayabilir. Hakîki hürriyet de budur!

Bedeni temizledikten sonra geriye ne kalıyor? Safî rûh… Yani rûhu karartan dünya alâkaları bu aşkın potasında eridiği için cüruf bir tarafa, asıl maden, yani cevher de diğer bir tarafa ayrışır. Demek ki aşk, âlem kayıtlarını erittikten sonra rûha refakat ediyor. Tâbiri caizse, hafıza kaybına uğramış olan rûha kendi kimliğini hatırlatıyor. Ona diyor ki, “Sen bu âleme ilişkin bir şey değilsin. Sen bir yüce âlemden geldin!”. Rûh, beden yükünden kurtulunca anlıyor ki gerçekten bu âleme ait değil.

Aşka ilaç arama, aşkın kendisi ilaç!

Son beyitte “Ey aşk, sevin, şâd ol!” gibi bir hitap var. Aşka bir de sıfat veriyor ve “Ey güzel aşk!” diyor. Aşka öyle bir iltifat var ki burada, “Sen bizim cümle hastalıklarımızın, cümle dertlerimizin tabibisin!” diyor. Yani aşkı tabip olarak nitelendiriyor. Bu, çok sık rastlanan bir şey değildir. Başta depresyon durumuna işaret etmiştik. O yüzden aşka hekim niteliği veriyor, “Aşk geldi, bizi tedavi etti” demek istiyor.

Mevlânâ gibi velî zâtlar, nefislerinde tecrübe etmedikleri hiçbir şeyi söylemezler. Kendilerinde ahlâk olmamış bir şeyi telkîn etmezler. Yaşarlar ve öyle konuşurlar. Filozoflar gibi zihnî bir şeyler öngörüp söylemezler. Mutlaka tatbik etmiş olmaları gerekir. Bu aynı zamanda kendilerinin nasıl tedavi olduklarını da gösterir. O yüzden diyor ki, “Ey aşk, sen geldin ve kurtardın beni!”.

Mevlânâ, Şems ile karşılaşmadan önce büyük bir ilim adamı, iyi bir fakih, hatta 26 yaşında İslâm dünyasının sayılı fıkıhçılarından biridir. Zekâsı deha düzeyindedir. Onda ayrıca kendini helak edercesine bir okuma merakı vardır. Bir mahvoluş derecesinde okuyor. Şems’in tedavisi altına girdiği süreçte bile bu okumasını devam ettiriyor. Şems, ona bu okumaları yasaklıyor. Fakat Hazret öyle bir tiryakilik kesbetmiş ki, Şems’ten gizli dîvânlar alıp okuyor. Kaynaklar, bir keresinde Şems’in, Hazretin elindeki Mütenebbî Dîvânı’nı alıp attığını kaydederler.

Neden bu denli okuyor? Çünkü medresede hoca ve ilmini arttırmak zorunda hissediyor kendini. Ayrıca çok akıcı, çekici ve güzel bir konuşması var. Bununla ilgili olarak hocası Şems, Makâlât’ında Mevlânâ için diyor ki, “Hazreti Muhammed’den sonra insanların en güzel konuşanı Celaleddin’dir”.

Ahenkli, beliğ, ölçülü, şevkli ve cerbezeli konuşuyor Mevlânâ. İnsanlar onun etrafında kalabalık dinleme halkaları oluşturuyorlar. Bu durum da ona gurur veriyor. Hâliyle “Daha çok mevzu anlatayım” diye daha çok okuma hırsı taşıyor. Şems gelip de ondaki bu gömleği yakınca, ilimden irfana geçiyor ve bir fakihken bir âşığa, bir mutasavvıfa dönüşüyor. Verdiği derslerden geriye hiçbir şey kalmıyor. Eğer bu yola girmemiş olsaydı büyük bir bilgin olacaktı belki, fakat bununla kalacaktı. Üzerinde asırlardır döne döne durulan bir zât olmayacaktı. Bakınız biyografi kitaplarına, binlerce âlimle doludur, peki kaçımız kaçını biliyor bunların? Ben bir akademisyen olarak birini çalışıyorum, ortaya koyduğum şeyi sadece ben okuyorum, üç dört tane de jüri üyesi okuyor ve rafa kalkıyor. Ama Mevlânâ’nın ders halkaları bugüne değin geliyor. Niçin peki? Ey aşk, sen şâd ol! Sen olmasaydın, Mesnevî de böyle derin anlamlar içeren bir kitap olmayacaktı…

Beyitte yine güzel bir nükte var. “Hoş” sıfatı sevdânın mıdır, aşkın mıdır, belirsiz… “Ey aşk-ı hoş!” ya da “Ey hoş sevdâ!”... İki anlamda da kullanılabilir. Bu tür kullanıma edebiyatta “sihr-i helâl” adı veriliyor. “İkiyi bir yapmak” yani... Sihir dediğimiz, biri iki, ikiyi bir göstermek gibi bir şeydir ve dinen caiz değildir ya, edebiyatta buna cevaz veriliyor ve bu yüzden sihr-i helâl deniyor.

Aşkı bir tabip olarak nitelemesi ilginçtir. Aşk bir mürşittir. Bu tabiplik hem maddeyi, hem mânâyı onaran bir güçtedir. Aşk tabibi, insanın hem ruhunu, hem bedenini sağlığa kavuşturur. Önceki beyte dönerek ifade etmek gerekirse Mevlânâ diyor ki, “Aşk, âlemin bize giydirdiği deli gömleklerini parçalar”. Aslında bunlar kat kat kafeslerdir. Matruşka bebeklerini bilirsiniz, kat kat örtüler atılıyor ve ortaya asıl cevher çıkıyor. İşte böyle bu mahpesten kurtuluyoruz. En baştaki beyti bu mânâ ile birleştirirsek şu anlam çıkıyor: “Ey oğul! Benim bütün gayretim, senin bu mahpesten kurtulup azâd olman içindir. Bu yüzden, belki anlayamazsın diye ney sembolünü de bir tarafa bıraktım, kendim konuşuyorum.

Biliyoruz ki insan, öğüdü yakın bulduğundan alır. O yüzden “Ey oğul!” diyerek bir baba kimliğinde konuşuyor. Bir baba, evladının müşkül durumdan kurtulması için çalışıp çabalar. Bu çaba hiçbir çıkara dayanmayan hasbî bir çabadır. Bu çaba, babanın tabiatında olan bir şeydir. Bütün çabası bizim gönül kadehimize İlâhî rahmet bulutundan bu aşk damlasını düşürerek içimizde bir mânâ incisi oluşturmaktır.  Böylelikle biz evlatlar, üst âlemden gelen bir şeyle dolmuş ve donanmış olalım da o cevherle Sultan huzûruna çıkmaya lâyık hâle gelelim.