Gerçek, gerçek mi?

Buradaki mühendislik, Empire State binasının mühendisliği gibi... Daha ortada piramit miramit yok. Avcı-toplayıcı amcalar ve teyzeler heykel ve taşa oyma da yapıyorlar. Aramızda kaçımız taşı oyarak bir şey yapmayı becerebilir, bilmiyorum; bunların geriliği konusunda lâfa gelince mangalda kül bırakmayan bizler bir taşı bile oyamazken, bunlar taşa sanat oyuyorlar.

AKÇAKOCA sahilindeki bir mekânın bahçesinde oturuyoruz. Seminer sonrası olduğundan, arkadaşlar telefonla aramış olanlara dönüyorlar veya aramaları gerekenleri arıyorlar. Hâsılı, ortamda bolca “Alo!” sesi...

Masamızdaki arkadaşlardan biri, “Bu ‘alo’ kelimesi nereden çıkmış, biliyor musunuz?” diye sordu. Çeşitli fikirler söylendikten sonra aynı arkadaşımız dedi ki, “Graham Bell’in sevgilisinin isminin baş harfleri A, L ve O olduğundan ve sevgilisine ‘Alo’ dediğinden, telefon çalınca arayanın sevgilisinden başkası olmayacağını düşünen Graham Bell ilk kez ‘Alo’ dedi ve bu kullanım öylece kaldı”.

“Ne sevgililer var!” gibi geyik muhabbetleri dönerken, ben de bildiğimi söyleme gereği duydum: “Sanırım o bilgide bir hata var. Graham Bell, işitme engelli yakınına sesini duyurabilmek için çalışma yapıyordu ve telefonu icat etmiş oldu. ‘Alo’ ifadesi, İngilizcedeki ‘Hello’ kelimesinin değişmiş hâli… Hattâ İspanyollar ‘Ola!’ diyorlar…”

Arkadaşımız hemen internete girdi ve söylediklerini, bulduğu bilgilerle ispatladı. Tabiî benim anlattıklarım bir anda değersizleşti. Arkadaşımızdan rica ederek, “Bir de benim anlattığım kelimelerle ara, bakalım ne çıkacak?” dedim. Öyle arayınca, bu kez benim anlattığımı ispatlayan bilgiler çıktı. Masada acayip bir şaşkınlık oldu. Düşünebiliyor musunuz, bilgi kaynağımız olarak kabul ettiğimiz internet, her iki bilgiye de bir nevi “Doğru” diyor. Ne olacak şimdi?

İnternetin bilgi kaynağı olarak güvenilemeyeceğinden dem vuran bir tanıdığım, “Kardeşim, internet minternet hikâye! Orası bir dipsiz kuyu. Gideceksin kütüphaneye, açacaksın kitabı, öğreneceksin gerçeği” dedi. Bu iddialı cümleler karşısında yüzümde bir tebessüm belirdi. “Ben sana bir bilginin zıt hâlini iki farklı kitaptan buluvereyim istersen… Hattâ aynı kitapta bir bilgiyi yanlışlayan iki farklı bölüm bulmak bile mümkün” dedim. Bir sessizlik oldu. Her ikimizin de zihninden geçen soru, adım gibi eminim ki şu idi: “Peki, gerçeğe nasıl ulaşacağız?”

Bunun için gelin, önce “gerçek” kabul ettiğimiz şeylere nasıl ulaştığımıza veya onları nasıl elde ettiğimize birkaç açıdan bakalım…

Çevremde o kadar çok insan, aktardıkları ve hattâ hayatlarında kullandıkları ya da uyguladıkları bilgiler için veya anlattıklarını delillendirmek üzere o kadar çok film ve diziye müracaat eder ki… Filmlerde, dizilerde, romanlarda ya da hikâyelerde anlatılanlar bütünüyle bir gerçek değildir ve sadece insanoğlunun zihninde kurduğu ilişkiler, yüklediği anlamlar ve şekillendirdiği olaylardır. Birisi dese ki, “Güneş, Dünya’nın etrafında dönüyormuş. Geçen bir filmde, Amerika’daki bir inanç grubunun lideri, çömezine diyordu ki, ‘Evlât, sabah Güneş’i doğuda, öğlen güneyde, akşam da batıda gördüğü hâlde bu insanlar Güneş’in yerinde durduğunu ve bizim üzerinde bulunduğumuz Dünya’nın onun etrafında döndüğünü göz göre göre iddia ediyorlar. Hattâ kabul ediyorlar. Üstelik bizler herhangi bir dönme duygusu yaşamadığımız hâlde bizleri inandırmaya çalışıyorlar. İnsanı böylece aptala çevirip istediklerini yaptırıyorlar”. Size böyle bir bilgi verilse, ne yapar, ne düşünürsünüz? Belki de, “Olur mu öyle aptalca şey?” diyeceksiniz.

Peki, filmlerde, dizilerde, romanlarda, hikâyelerde zikredilen hangi bilgi, hangi duygu, hangi tespit doğrudur ve bunu nereden biliyoruz? Maalesef çoğunlukla bilmiyoruz ama yine maalesef çoğunlukla gerçek olmayan sahneler, gerçek olmayan tespitler, gerçek olmayan bilgiler ve gerçek olmayan duygularla ağlıyor, gülüyor, düşünüyor ve hattâ maalesef yaşıyoruz. Daha da ibret verici olanı şu ki, o “gerçek”lerle hayatımıza yön veriyoruz.

Bir uzman, bir çocuğun kabiliyetini ölçtükten sonra müziğe, matematiğe, spora (ve benzeri) eğilimli olup olmadığını söyler. Eğer bu uzman futbol icat edilmeden önce bu çocuğun kabiliyetini incelemişse, o çocuğun futbola olan kabiliyetini görememiş olacaktır. Sinema icat edilmeden önce de kim bilir kaç çocuğun kabiliyeti keşfedilemeden öldü gitti. Bu söylediklerimin size ne kadar uçuk şeyler gelebileceğini biliyorum ama bunları şu cümlelerimi izah edebilmek için yazdım: Bugün kabiliyetini incelediğimiz bir çocuk hakkında örneğin “Şöyle kabiliyeti var” dedik ve çocuk, onun hakkındaki eğitimini tamamladı. Ama o ara başka bir meslek ortaya çıktı. Bu, şu anda o kadar muhtemel bir meseledir ki kaçınma şansımız yok. “Bu iyi yazar olur” dediğiniz çocuğun aslında bilgisayar oyun senaristliğine kabiliyeti olabilir. Peki, buradaki gerçek ne?

Gelin, bir de bilimsel teknik kullanılan gerçeklere bakalım…

ABD seçimlerinde kamuoyu araştırmaları, Joe Biden’in en az yüzde 10 farkla kazanacağını söylüyordu. Gel gelelim, o seçimler ABD tarihinin en şüpheli seçimi hâline geldi. Trump’a göre Biden, hile ile kazandı. O zaman bilimin vazgeçilmez bir sahası olan araştırma teknikleri sonucunda elde edilen gerçeklere ne kadar “gerçek” diyebiliyoruz?

Son olarak, “tarihî gerçek”lere bakalım…

Bir tarihçi diyor ki, “Tarih kitabımı yazmaya başladım. O ara kapımın önünde bir kavga oldu. O kavganın teferruatını ne kadar öğrenmeye çalıştıysam da hakkıyla öğrenemedim. Peki, ben şahidi olduğum bir hâdiseyi bile tam olarak bilememişken, asırlar öncesinde olmuş bir hâdisenin gerçekliğinden nasıl emin olabilirdim?”. “Toplantı bitmiştir o zaman!” demeyin, daha anlatacaklarım var!

Tarihe bakışla ilgili şöyle bir temel düşünce vardı: “İnsanlar avcılık, toplayıcılık derken tarımı keşfettiler ve yerleşik düzene geçtiler. Sonra din kavramı gelişti ve tapınaklar falan yapılmaya başladı. Bunun ilk örneği de Konya’da bulunan Çatalhöyük’tür...” Tamam ama bunların zikredilmesinden öyle asırlar falan geçmedi ki Göbeklitepe kalıntıları bulundu. “Tarihçiler bir gerçek buldu, sıkı sıkıya sarılıyor” demeye kalmadan Göbeklitepe demesin mi “Hele durun bakalım, o öyle değil! Avcılık, toplayıcılık döneminden yerleşik düzene geçmeden önce din vardı. İşte Göbeklitepe tapınakları!”? Hayda! Ne olacak şimdi? Bütün teori çöktü.

Göbeklitepe kalıntıları öyle basit şeyler değil. Dile kolay, 12 bin sene önce yapılmışlar. Teoriye göre o devirlerde hayvanlara yük taşıtmak diye bir âdet yok. Tekerleğin icadına ise binlerce sene var. Babası, “Oğlum, şu öküzleri kağnılara koş getir, Göbeklitepe’ye biraz taş taşıyalım da nafakamızı çıkaralım. Aksi hâlde annen pazar parası kazanmadık diye eve (pardon mağaraya) bizi sokmaz” dese, oğlu muhtemelen, “Yahu baba, sen ne diyorsun Allah aşkına? Daha boğayı evcilleştirmeyi bile bilmiyoruz, sen tutmuş, onu öküz hâline getirme tekniklerini geliştirmemişken öküzden bahsediyorsun! Teker icat edildi mi ki kağnı yapalım?” diyecektir. İyi de, öyleyse 16 tonluk tek parça taşlar nasıl taşındı?

Daha abartısını söyleyelim: Buradaki mühendislik, Empire State binasının mühendisliği gibi... Daha ortada piramit miramit yok. Avcı-toplayıcı amcalar ve teyzeler heykel ve taşa oyma da yapıyorlar. Aramızda kaçımız taşı oyarak bir şey yapmayı becerebilir, bilmiyorum; bunların geriliği konusunda lâfa gelince mangalda kül bırakmayan bizler bir taşı bile oyamazken, bunlar taşa sanat oyuyorlar. “Yazı da yazı! Okuma yazma da okuma yazma!” diye tutturan dostlarım için gelsin şu bilgi: Göbeklitepe yapıldığı zaman yazının icadına henüz 8 bin senecik var.

Dikkatinizi çekmiştir, bu yazının hiçbir yerinde kaynak vermedim. Çünkü aranınca aynı bilgiyi zıt şekilde sunan kaynaklar mevcut. “Şu kaynakta şöyle diyor” desem, siz de “Bu kaynakta da böyle diyor” diyebilirsiniz. Yukarıdaki yaklaşım ve anlatım hariç, ben de birilerinden aldım bu bilgileri. Ne kadar gerçek olarak kabul edersiniz, onu sizin takdirinize bırakıyorum. Benim “gerçek” hususunda geldiğim noktayı inşallah bir başka fırsatta konuşuruz. Bazılarının sık sık söylediği bir ifadeyle yazıyı sonlandıralım: “Allah-u âlem…”