AKÇAKOCA sahilindeki bir
mekânın bahçesinde oturuyoruz. Seminer sonrası olduğundan, arkadaşlar telefonla
aramış olanlara dönüyorlar veya aramaları gerekenleri arıyorlar. Hâsılı,
ortamda bolca “Alo!” sesi...
Masamızdaki
arkadaşlardan biri, “Bu ‘alo’ kelimesi nereden çıkmış, biliyor musunuz?” diye
sordu. Çeşitli fikirler söylendikten sonra aynı arkadaşımız dedi ki, “Graham
Bell’in sevgilisinin isminin baş harfleri A, L ve O olduğundan ve sevgilisine ‘Alo’
dediğinden, telefon çalınca arayanın sevgilisinden başkası olmayacağını düşünen
Graham Bell ilk kez ‘Alo’ dedi ve bu kullanım öylece kaldı”.
“Ne
sevgililer var!” gibi geyik muhabbetleri dönerken, ben de bildiğimi söyleme
gereği duydum: “Sanırım o bilgide bir hata var. Graham Bell, işitme engelli
yakınına sesini duyurabilmek için çalışma yapıyordu ve telefonu icat etmiş
oldu. ‘Alo’ ifadesi, İngilizcedeki ‘Hello’ kelimesinin değişmiş hâli… Hattâ
İspanyollar ‘Ola!’ diyorlar…”
Arkadaşımız
hemen internete girdi ve söylediklerini, bulduğu bilgilerle ispatladı. Tabiî
benim anlattıklarım bir anda değersizleşti. Arkadaşımızdan rica ederek, “Bir de
benim anlattığım kelimelerle ara, bakalım ne çıkacak?” dedim. Öyle arayınca, bu
kez benim anlattığımı ispatlayan bilgiler çıktı. Masada acayip bir şaşkınlık
oldu. Düşünebiliyor musunuz, bilgi kaynağımız olarak kabul ettiğimiz internet,
her iki bilgiye de bir nevi “Doğru” diyor. Ne olacak şimdi?
İnternetin
bilgi kaynağı olarak güvenilemeyeceğinden dem vuran bir tanıdığım, “Kardeşim,
internet minternet hikâye! Orası bir dipsiz kuyu. Gideceksin kütüphaneye,
açacaksın kitabı, öğreneceksin gerçeği” dedi. Bu iddialı cümleler karşısında
yüzümde bir tebessüm belirdi. “Ben sana bir bilginin zıt hâlini iki farklı
kitaptan buluvereyim istersen… Hattâ aynı kitapta bir bilgiyi yanlışlayan iki farklı
bölüm bulmak bile mümkün” dedim. Bir sessizlik oldu. Her ikimizin de zihninden
geçen soru, adım gibi eminim ki şu idi: “Peki, gerçeğe nasıl ulaşacağız?”
Bunun
için gelin, önce “gerçek” kabul ettiğimiz şeylere nasıl ulaştığımıza veya onları
nasıl elde ettiğimize birkaç açıdan bakalım…
Çevremde
o kadar çok insan, aktardıkları ve hattâ hayatlarında kullandıkları ya da
uyguladıkları bilgiler için veya anlattıklarını delillendirmek üzere o kadar çok
film ve diziye müracaat eder ki… Filmlerde, dizilerde, romanlarda ya da hikâyelerde
anlatılanlar bütünüyle bir gerçek değildir ve sadece insanoğlunun zihninde
kurduğu ilişkiler, yüklediği anlamlar ve şekillendirdiği olaylardır. Birisi
dese ki, “Güneş, Dünya’nın etrafında dönüyormuş. Geçen bir filmde, Amerika’daki
bir inanç grubunun lideri, çömezine diyordu ki, ‘Evlât, sabah Güneş’i doğuda,
öğlen güneyde, akşam da batıda gördüğü hâlde bu insanlar Güneş’in yerinde
durduğunu ve bizim üzerinde bulunduğumuz Dünya’nın onun etrafında döndüğünü göz
göre göre iddia ediyorlar. Hattâ kabul ediyorlar. Üstelik bizler herhangi bir
dönme duygusu yaşamadığımız hâlde bizleri inandırmaya çalışıyorlar. İnsanı
böylece aptala çevirip istediklerini yaptırıyorlar”. Size böyle bir bilgi
verilse, ne yapar, ne düşünürsünüz? Belki de, “Olur mu öyle aptalca şey?”
diyeceksiniz.
Peki,
filmlerde, dizilerde, romanlarda, hikâyelerde zikredilen hangi bilgi, hangi
duygu, hangi tespit doğrudur ve bunu nereden biliyoruz? Maalesef çoğunlukla
bilmiyoruz ama yine maalesef çoğunlukla gerçek olmayan sahneler, gerçek olmayan
tespitler, gerçek olmayan bilgiler ve gerçek olmayan duygularla ağlıyor,
gülüyor, düşünüyor ve hattâ maalesef yaşıyoruz. Daha da ibret verici olanı şu
ki, o “gerçek”lerle hayatımıza yön veriyoruz.
Bir
uzman, bir çocuğun kabiliyetini ölçtükten sonra müziğe, matematiğe, spora (ve
benzeri) eğilimli olup olmadığını söyler. Eğer bu uzman futbol icat edilmeden
önce bu çocuğun kabiliyetini incelemişse, o çocuğun futbola olan kabiliyetini
görememiş olacaktır. Sinema icat edilmeden önce de kim bilir kaç çocuğun
kabiliyeti keşfedilemeden öldü gitti. Bu söylediklerimin size ne kadar uçuk
şeyler gelebileceğini biliyorum ama bunları şu cümlelerimi izah edebilmek için
yazdım: Bugün kabiliyetini incelediğimiz bir çocuk hakkında örneğin “Şöyle
kabiliyeti var” dedik ve çocuk, onun hakkındaki eğitimini tamamladı. Ama o ara
başka bir meslek ortaya çıktı. Bu, şu anda o kadar muhtemel bir meseledir ki
kaçınma şansımız yok. “Bu iyi yazar olur” dediğiniz çocuğun aslında bilgisayar
oyun senaristliğine kabiliyeti olabilir. Peki, buradaki gerçek ne?
Gelin,
bir de bilimsel teknik kullanılan gerçeklere bakalım…
ABD
seçimlerinde kamuoyu araştırmaları, Joe Biden’in en az yüzde 10 farkla
kazanacağını söylüyordu. Gel gelelim, o seçimler ABD tarihinin en şüpheli
seçimi hâline geldi. Trump’a göre Biden, hile ile kazandı. O zaman bilimin
vazgeçilmez bir sahası olan araştırma teknikleri sonucunda elde edilen
gerçeklere ne kadar “gerçek” diyebiliyoruz?
Son
olarak, “tarihî gerçek”lere bakalım…
Bir
tarihçi diyor ki, “Tarih kitabımı yazmaya başladım. O ara kapımın önünde bir
kavga oldu. O kavganın teferruatını ne kadar öğrenmeye çalıştıysam da hakkıyla
öğrenemedim. Peki, ben şahidi olduğum bir hâdiseyi bile tam olarak bilememişken,
asırlar öncesinde olmuş bir hâdisenin gerçekliğinden nasıl emin olabilirdim?”. “Toplantı
bitmiştir o zaman!” demeyin, daha anlatacaklarım var!
Tarihe
bakışla ilgili şöyle bir temel düşünce vardı: “İnsanlar avcılık, toplayıcılık
derken tarımı keşfettiler ve yerleşik düzene geçtiler. Sonra din kavramı
gelişti ve tapınaklar falan yapılmaya başladı. Bunun ilk örneği de Konya’da
bulunan Çatalhöyük’tür...” Tamam ama bunların zikredilmesinden öyle asırlar
falan geçmedi ki Göbeklitepe kalıntıları bulundu. “Tarihçiler bir gerçek buldu,
sıkı sıkıya sarılıyor” demeye kalmadan Göbeklitepe demesin mi “Hele durun
bakalım, o öyle değil! Avcılık, toplayıcılık döneminden yerleşik düzene
geçmeden önce din vardı. İşte Göbeklitepe tapınakları!”? Hayda! Ne olacak şimdi?
Bütün teori çöktü.
Göbeklitepe
kalıntıları öyle basit şeyler değil. Dile kolay, 12 bin sene önce yapılmışlar.
Teoriye göre o devirlerde hayvanlara yük taşıtmak diye bir âdet yok. Tekerleğin
icadına ise binlerce sene var. Babası, “Oğlum, şu öküzleri kağnılara koş getir,
Göbeklitepe’ye biraz taş taşıyalım da nafakamızı çıkaralım. Aksi hâlde annen
pazar parası kazanmadık diye eve (pardon mağaraya) bizi sokmaz” dese, oğlu
muhtemelen, “Yahu baba, sen ne diyorsun Allah aşkına? Daha boğayı evcilleştirmeyi
bile bilmiyoruz, sen tutmuş, onu öküz hâline getirme tekniklerini geliştirmemişken
öküzden bahsediyorsun! Teker icat edildi mi ki kağnı yapalım?” diyecektir. İyi
de, öyleyse 16 tonluk tek parça taşlar nasıl taşındı?
Daha
abartısını söyleyelim: Buradaki mühendislik, Empire State binasının
mühendisliği gibi... Daha ortada piramit miramit yok. Avcı-toplayıcı amcalar ve
teyzeler heykel ve taşa oyma da yapıyorlar. Aramızda kaçımız taşı oyarak bir
şey yapmayı becerebilir, bilmiyorum; bunların geriliği konusunda lâfa gelince
mangalda kül bırakmayan bizler bir taşı bile oyamazken, bunlar taşa sanat
oyuyorlar. “Yazı da yazı! Okuma yazma da okuma yazma!” diye tutturan dostlarım
için gelsin şu bilgi: Göbeklitepe yapıldığı zaman yazının icadına henüz 8 bin
senecik var.
Dikkatinizi
çekmiştir, bu yazının hiçbir yerinde kaynak vermedim. Çünkü aranınca aynı
bilgiyi zıt şekilde sunan kaynaklar mevcut. “Şu kaynakta şöyle diyor” desem,
siz de “Bu kaynakta da böyle diyor” diyebilirsiniz. Yukarıdaki yaklaşım ve
anlatım hariç, ben de birilerinden aldım bu bilgileri. Ne kadar gerçek olarak
kabul edersiniz, onu sizin takdirinize bırakıyorum. Benim “gerçek” hususunda
geldiğim noktayı inşallah bir başka fırsatta konuşuruz. Bazılarının sık sık
söylediği bir ifadeyle yazıyı sonlandıralım: “Allah-u âlem…”