Gerçek bir toplum hikâyesi

Camiler kapatılmıştı. Minarelerden hüzünlü yankılanmaya başlamıştı ezanlar ve salâlar. En yakınının ve sevdiğinin cenazesine dahi gitmek çok riskli olmuştu. Mezarlar da garipti! Duâlar, hâl hatır sormalar, sevmeler, acımalar, hüzünler, kederler artık insan yüreğinin içinde eriyip kayboluyordu…

İNSANLAR olabildiğince yoldan çıkmaya başladığı bir yüzyılın içinde kendilerini bulmuşlardı. Artık sinemalar, teypler, radyolar, teleksler, telefakslar, videolar, belgegeçerler ve daha bilumum aletin bir kısmı demode olmaya başlasa da bunların yerini yeni icatlar dolduruyordu. Bu aletler yenileniyor, yeni sürümleri çıkıyordu. Artık devir, ilkellik devri değildi. Âdeta yeni bir çağ başlamış sayılabilirdi. Bu çağ, teknolojinin hız limitini aştığı bir çağ idi.

Zamanla suya sabuna dokunulup çamaşırlar elle nadiren sıkılsa da genelde suya sabuna teknolojik aletler dokunuyor olmuştu. İnsanoğlu dehâsını çalıştırıp fazla insan gücü kullanmadan yeni aletlerle hayatını idâme ediyordu. Teknolojik aletlerin her alanda erişim ve tüketimi hızlandırması insanları da kapsama alanına alıyor ve etkiliyordu. Artık zaman, sürat çağını yaşıyordu. Bu hız ve zaman aşımı insanların fikirlerinden önce duygularını da esir alamaya başlamıştı. Her alanda başlayan üretim kadar tüketim de önemli bir sorundu.

Kontrollü üretim ve tüketim sorun değildi elbette. Esas sorun; bir nesneyi, bir duyguyu, bir fikri içine sindiremeden ihtirasla bir yenisini, daha yenisini arzu etme paranoyasıydı. Bir ürün eskitilmeden yenisini arzu etmenin dayanılmaz cazibesi ruhları âdeta azgınlaştırıyordu. Olanlar, daima yeni ve ileri moda akımlarının insan hayatına galebe çaldığı kapitalist düzenin konforunda vahşi azgınlıktan başka bir şey değildi.

İnsan her hâliyle yıllar öncesinin insanı değildi artık. Çok yorulmadan kazanmak demek, emeğin hakkını idrakten yoksunluk demekti. Böylesi durumlarda her fert eline geçeni ganimet bilen ve fakat değerini anlamayanlar zümresinin bir üyesiydi.

Çok değil, beş altı ay öncesinden bugüne bir bakmak kâfi idi. Ancak böyle bir bakış açısını öngörmek mümkün değildi. Çünkü insanın her ânının bir garantisi ve serüven güvencesi yoktur. Bu nedenle dünden bugünü görmek imkânsızdır fakat varsayımda bulunmak mümkündür. Varsayımlar da çoğunlukla gerçeği ifade etmezler. Dünyanın gelişmesine paralel bazı öngörülerde bulunabilirsiniz. Meselâ otuz yıl, kırk, elli yıl sonrasında dünyada nelerin olabileceğini tasavvur edebilirsiniz. Yeni meslekler, yeni icatlar, çağa göre gelişen ihtiyaçlar, istekler ve muhtemel bugüne göre daha da insanlık için tehlike oluşturan hastalıklar… Sürekli artış gösteren savaşlar…

Günümüzde de bir hastalık illeti baş gösterdi. Bu Koronavirüs illeti zuhur etmeden önce şu gerçekleri kimler tasavvur edebilirdi: Sosyal alan mesafesi, maske ve eldiven kullanımı ve hijyene dikkat! Gönüllü ve mecburî ev hapsi, şehirlerarası geçişlerde sıkı sıkıya kontrol, trafikle birlikte seyahat kısıtlaması, bazı yerleşim yerlerinin karantinaya alınması, hastanelerin acil hastalar dışında genellikle salgına yönelik hizmet vermesi...

İl ve ilçelerdeki tüm şehir içi ve şehirlerarası çalışan toplu taşıma araçları, yolcu taşıma kapasitesinin yüzde 50’si oranında yolcu kabul edilmekteydi. Vatandaşların sebze, meyve, tahıl, bakliyat, temizlik malzemesi gibi temel gıda/temizlik maddelerinin karşılandığı pazarlarda giyim, oyuncak, zarurî olmayan ihtiyaç maddelerinin satışına izin verilmeyecekti. Daha sonraları bazı il ve ilçelerde özellikle kapalı pazar yerleri kapatılmaya başlanmıştı. Kahvelerin, kafeteryaların, berber ve güzellik salonlarının, AVM’lerin geçici olarak kapatılması da...

Temel ihtiyaçlardan olmak üzere marketler, fırınlar açıktı. Marketlere de kaç müşterinin gireceği fizikî kapasitesine göre belirlenmişti. Okulların kapatılması, EBA programıyla internet üzerinden eğitim yayınına geçilmesi, dairelerde görevlilerin idarî izinli sayılması; bankaların, pazar yerlerinin ve bazı dükkânların kapatılması, park ve oyun alanların, oturma yerlerinin yasaklanması gibi durumlar, geçici olarak kapama, kısıtlama ve yasaklarla ilgili olanların sadece bazılarıydı. Ödemelerin çoğunluğu elektronik ortamda gerçekleşmeye başlamıştı.

Market çalışanları ve devlet memurları zarurî ihtiyaçlar konusunda vatandaşa yardımcı olmaktaydı. Marketler ve fırıncılar da evlere paket sistemini devreye sokmuşlardı. Vefa Destek Grubu oluşturulmuştu. Devlet, başta muhtaç durumdaki vatandaşlar olmak üzere, salgın nedeniyle iş yapamayan ve çalışamayan kişilere 1000 TL nakdî yardım ulaştırmıştı.

İnsan hayatıyla ve güvenliğiyle ilgili zarurî olarak alınan kararlar sosyal hayatı da her yanıyla (yüzde yüze yakın bir hâlde) etkilemeye başlamıştı. Ülkeye bir şekilde ithal edilen virüsle başlayan hastalık, dilencileri ve hırsızları âdeta fırlatıp bir kenara atmıştı. Bu hâl, normal hayat şartlarını alabora etmişti. Durumu iyi, refah seviyesi yerinde olan esnafın, çalışanların hayatlarını bir anda muhtaç durumdaki diğer insanların durumuna düşürmeye yetmişti.

Camiler kapatılmıştı. Minarelerden hüzünlü yankılanmaya başlamıştı ezanlar ve salâlar. En yakınının ve sevdiğinin cenazesine dahi gitmek çok riskli olmuştu. Mezarlar da garipti! Duâlar, hâl hatır sormalar, sevmeler, acımalar, hüzünler, kederler artık insan yüreğinin içinde eriyip kayboluyordu. İnsanı kendi ailesinden, arkadaşından tecrit eden cep telefonu, ilişkilerde belki de en önemli bir araçtı yine de(!)…


Salgın mesajı

Salgın hastalık sebebiyle insanların özel yaşamlarına mecburî bir müdahale gerçekleşmişti. İnsan hayatını kısıtlayan, sosyalitesini en aza indirgeyen bu mecburî hâl ve gidiş, insana muhakkak bazı mesajlar da veriyordu:

“Elinizdekinin değerini bilin. Emeğe saygı duyun. İnsan onurunu ayaklar altına almayın. Muhtaç durumdaki insanları görün. Özgürlüğünüzün sonsuz olmadığını; sizin özgürlüğünüzün başkalarının özgürlüğünü kısıtlamaya başladığında artık bir özgürlük olmadığını idrak edin. Açları, yoksulları, muhtaçları, hastaları, pek çok şeyden mahrum olan kimseleri hatırlayın, onlarla ilgili empati kurun. Vicdanınızı kontrol edin.

Allah’ın emirlerine ve yasaklarına uyun! Azgınlaşan ihtiraslarınıza artık gem vurun. Lüks yaşamayı bırakın.  Kendinizin dışında başkalarının da sesi olduğunu duyun, görün. Başkalarının acılarına, dertlerine, kederlerine, hüzünlerine ortak olun. Onların sadece sevinçlerini, mutluluklarını değil, acılarını da paylaşın…”

Evin sıcaklığı

“Korona” denen bu illet ile “Evde kal Türkiye”, “Hayat eve sığar”, “Evde kal, sağlıklı kal”, “Evde kal, kitap oku”, “Gerekmedikçe evden çıkmayın” gibi etiket ve uyarıcı sözlerle insanlık âdeta hayatın, aile sıcaklığının evde başladığını öğrenmişti. İnsanın en değerli yeri, sevgisinin ilk nüvelerini soluduğu yeri, maalesef unutulmaya başlanan mahremiyeti, o sıcacık yuvasıydı. Allah insanları o sıcak yuvaya soktu. Hayatının birçok ânı, kendini bulduğu evde başladı yine.

Ev, insan için hayatının başladığı harika bir yerdir. Evi olmayanların, sokakta yatanların, olmayan mekânlarının soğukluğu evlerle hayat bulabilirdi. Ev, huzurun ilk başlangıç yeriydi. Ailenin bir sarmalıydı. Evde kalanın, o sıcaklığı belki de tekrar yakalayabildiği, yeniden keşfedebildiği en önemli mekânıydı.

Toplumun bu gerçekçi hikâyesinde insanlığın henüz ölmediğini gösteren çeşitli fotoğraflar da görülüyordu. Devlet kademelerinde sağlıkçısından güvenlik görevlisine her alanda devlet memurları, halkın ihtiyaçlarını gidermiş; paralı, parasız yardımda bulunan insanları yakından görme ve tanıma imkânını bir kez daha yakından görmüştü. Bu, devletin ve görevlilerin sıcak bir dokunuşuydu.

Aradan geçen üç ay sonrasında salgın kontrol altına alınmaya başlamıştı. 4 binin üzerinde insanımızı kaybetmiştik. ABD ve Avrupa ülkelerine göre ülke olarak Korona salgını üzerine iyi bir sınav vermiştik. İyileşen hasta sayımız ve salgının inişe geçmesi, alınan tedbirlerin de kademeli olarak gevşetilmesi demekti. Tedbirler elden bırakılmadan normalleşme sürecine girmekteydik. Ancak insanlarımız hayatında ilk defa bir salgın hastalık nedeniyle bayramı buruk geçirmiş olacaktı. Camilerin mânevî atmosferinde edâ edilemeyen Bayram Namazı ne kadar da elem verici bir durumdu. Bayramda dört gün sokağa çıkma yasağı uygulanmıştı. 31 il ise aslında bu hastalık kısıtlamasından nasibini ziyâdesiyle almıştı.

Türkiye hastalık sebebiyle insanlarını kaybetmesinin derin üzüntüsünü yaşarken, bunun daha da vahimi, sürekli bir şüpheyle hayata bakmasıydı. Endişe ve şüphe, insanın içini kemirirdi. Sosyal mesafesiz, maskesiz ve hijyensiz yaşamanın riski büyüktü. Bu riski göze alanlar ise hem kendilerini, hem de yakınlarıyla birlikte başkalarının da hayatını riske atmaktaydılar. Bütün bu yaşananlar insanca yaşamanın ne anlama geldiğini böylesi kritik günlerde açığa çıkıyordu. Her şeye rağmen hayat güzeldi. Devletin yerinde kararları ve kararlara uyan vatandaşlar insanlık adına umut vericiydi. Zor zamanlar yardımlaşmanın önemini insanlara defalarca hatırlatmaya yetmişti. Durumu iyi olan bazı insanlar bakkallardaki veresiye defterlerini satın alıp yakarak insanlık adına çok güzel bir davranış sergilemişlerdi. İnsanın yalnız olmadığını bilmek çok güzel bir durumdu. Bu mutluluk verici, paylaşımcı, gerçek bir kardeşlik örneğiydi.

Sinsi, ciddî, etkili, hattâ ölümcül olabilen, bir bakıma görünmeyen Koronavirüs, insanlara bazı şeyler de öğretmişti: Hayatın kıymeti ve ailenin, dostluğun, toplumsal aidiyetin değeri, sevgi, saygı, şefkat, merhamet, anlayış, güven...

Bir şarkıcının dediği gibi, biz insanlar şükretmeyi unutmuştuk. Hayat normalleşmeye başlamış, sert esen rüzgâr dinmek üzere durulmuştu. Bakışlarını küçük dünyasından kendi dışındakilerine çevirdi ve hakikat şu ki, insanlık henüz ölmemişti, yaşıyordu…