İNSANLAR olabildiğince
yoldan çıkmaya başladığı bir yüzyılın içinde kendilerini bulmuşlardı. Artık
sinemalar, teypler, radyolar, teleksler, telefakslar, videolar, belgegeçerler
ve daha bilumum aletin bir kısmı demode olmaya başlasa da bunların yerini yeni
icatlar dolduruyordu. Bu aletler yenileniyor, yeni sürümleri çıkıyordu. Artık
devir, ilkellik devri değildi. Âdeta yeni bir çağ başlamış sayılabilirdi. Bu
çağ, teknolojinin hız limitini aştığı bir çağ idi.
Zamanla
suya sabuna dokunulup çamaşırlar elle nadiren sıkılsa da genelde suya sabuna
teknolojik aletler dokunuyor olmuştu. İnsanoğlu dehâsını çalıştırıp fazla insan
gücü kullanmadan yeni aletlerle hayatını idâme ediyordu. Teknolojik aletlerin
her alanda erişim ve tüketimi hızlandırması insanları da kapsama alanına alıyor
ve etkiliyordu. Artık zaman, sürat çağını yaşıyordu. Bu hız ve zaman aşımı
insanların fikirlerinden önce duygularını da esir alamaya başlamıştı. Her
alanda başlayan üretim kadar tüketim de önemli bir sorundu.
Kontrollü
üretim ve tüketim sorun değildi elbette. Esas sorun; bir nesneyi, bir duyguyu,
bir fikri içine sindiremeden ihtirasla bir yenisini, daha yenisini arzu etme
paranoyasıydı. Bir ürün eskitilmeden yenisini arzu etmenin dayanılmaz cazibesi
ruhları âdeta azgınlaştırıyordu. Olanlar, daima yeni ve ileri moda akımlarının
insan hayatına galebe çaldığı kapitalist düzenin konforunda vahşi azgınlıktan
başka bir şey değildi.
İnsan
her hâliyle yıllar öncesinin insanı değildi artık. Çok yorulmadan kazanmak
demek, emeğin hakkını idrakten yoksunluk demekti. Böylesi durumlarda her fert
eline geçeni ganimet bilen ve fakat değerini anlamayanlar zümresinin bir
üyesiydi.
Çok
değil, beş altı ay öncesinden bugüne bir bakmak kâfi idi. Ancak böyle bir bakış
açısını öngörmek mümkün değildi. Çünkü insanın her ânının bir garantisi ve
serüven güvencesi yoktur. Bu nedenle dünden bugünü görmek imkânsızdır fakat
varsayımda bulunmak mümkündür. Varsayımlar da çoğunlukla gerçeği ifade
etmezler. Dünyanın gelişmesine paralel bazı öngörülerde bulunabilirsiniz.
Meselâ otuz yıl, kırk, elli yıl sonrasında dünyada nelerin olabileceğini
tasavvur edebilirsiniz. Yeni meslekler, yeni icatlar, çağa göre gelişen
ihtiyaçlar, istekler ve muhtemel bugüne göre daha da insanlık için tehlike
oluşturan hastalıklar… Sürekli artış gösteren savaşlar…
Günümüzde
de bir hastalık illeti baş gösterdi. Bu Koronavirüs illeti zuhur etmeden önce
şu gerçekleri kimler tasavvur edebilirdi: Sosyal alan mesafesi, maske ve
eldiven kullanımı ve hijyene dikkat! Gönüllü ve mecburî ev hapsi, şehirlerarası
geçişlerde sıkı sıkıya kontrol, trafikle birlikte seyahat kısıtlaması, bazı
yerleşim yerlerinin karantinaya alınması, hastanelerin acil hastalar dışında
genellikle salgına yönelik hizmet vermesi...
İl
ve ilçelerdeki tüm şehir içi ve şehirlerarası çalışan toplu taşıma araçları, yolcu
taşıma kapasitesinin yüzde 50’si oranında yolcu kabul edilmekteydi. Vatandaşların sebze, meyve, tahıl,
bakliyat, temizlik malzemesi gibi temel gıda/temizlik maddelerinin karşılandığı
pazarlarda giyim, oyuncak, zarurî olmayan ihtiyaç maddelerinin satışına izin
verilmeyecekti. Daha sonraları bazı il ve ilçelerde özellikle kapalı pazar
yerleri kapatılmaya başlanmıştı. Kahvelerin, kafeteryaların, berber ve güzellik
salonlarının, AVM’lerin geçici olarak kapatılması da...
Temel
ihtiyaçlardan olmak üzere marketler, fırınlar açıktı. Marketlere de kaç
müşterinin gireceği fizikî kapasitesine göre belirlenmişti. Okulların kapatılması,
EBA programıyla internet üzerinden eğitim yayınına geçilmesi, dairelerde
görevlilerin idarî izinli sayılması; bankaların, pazar yerlerinin ve bazı
dükkânların kapatılması, park ve oyun alanların, oturma yerlerinin yasaklanması
gibi durumlar, geçici olarak kapama, kısıtlama ve yasaklarla ilgili olanların sadece
bazılarıydı. Ödemelerin çoğunluğu elektronik ortamda gerçekleşmeye başlamıştı.
Market
çalışanları ve devlet memurları zarurî ihtiyaçlar konusunda vatandaşa yardımcı
olmaktaydı. Marketler ve fırıncılar da evlere paket sistemini devreye
sokmuşlardı. Vefa Destek Grubu oluşturulmuştu. Devlet, başta muhtaç durumdaki
vatandaşlar olmak üzere, salgın nedeniyle iş yapamayan ve çalışamayan kişilere
1000 TL nakdî yardım ulaştırmıştı.
İnsan
hayatıyla ve güvenliğiyle ilgili zarurî olarak alınan kararlar sosyal hayatı da
her yanıyla (yüzde yüze yakın bir hâlde) etkilemeye başlamıştı. Ülkeye bir
şekilde ithal edilen virüsle başlayan hastalık, dilencileri ve hırsızları âdeta
fırlatıp bir kenara atmıştı. Bu hâl, normal hayat şartlarını alabora etmişti.
Durumu iyi, refah seviyesi yerinde olan esnafın, çalışanların hayatlarını bir
anda muhtaç durumdaki diğer insanların durumuna düşürmeye yetmişti.
Camiler kapatılmıştı. Minarelerden hüzünlü yankılanmaya başlamıştı ezanlar ve salâlar. En yakınının ve sevdiğinin cenazesine dahi gitmek çok riskli olmuştu. Mezarlar da garipti! Duâlar, hâl hatır sormalar, sevmeler, acımalar, hüzünler, kederler artık insan yüreğinin içinde eriyip kayboluyordu. İnsanı kendi ailesinden, arkadaşından tecrit eden cep telefonu, ilişkilerde belki de en önemli bir araçtı yine de(!)…
Salgın
mesajı
Salgın
hastalık sebebiyle insanların özel yaşamlarına mecburî bir müdahale
gerçekleşmişti. İnsan hayatını kısıtlayan, sosyalitesini en aza indirgeyen bu
mecburî hâl ve gidiş, insana muhakkak bazı mesajlar da veriyordu:
“Elinizdekinin
değerini bilin. Emeğe saygı duyun. İnsan onurunu ayaklar altına almayın. Muhtaç
durumdaki insanları görün. Özgürlüğünüzün sonsuz olmadığını; sizin
özgürlüğünüzün başkalarının özgürlüğünü kısıtlamaya başladığında artık bir
özgürlük olmadığını idrak edin. Açları, yoksulları, muhtaçları, hastaları, pek
çok şeyden mahrum olan kimseleri hatırlayın, onlarla ilgili empati kurun.
Vicdanınızı kontrol edin.
Allah’ın
emirlerine ve yasaklarına uyun! Azgınlaşan ihtiraslarınıza artık gem vurun.
Lüks yaşamayı bırakın. Kendinizin
dışında başkalarının da sesi olduğunu duyun, görün. Başkalarının acılarına,
dertlerine, kederlerine, hüzünlerine ortak olun. Onların sadece sevinçlerini,
mutluluklarını değil, acılarını da paylaşın…”
Evin
sıcaklığı
“Korona”
denen bu illet ile “Evde kal Türkiye”, “Hayat eve sığar”, “Evde kal, sağlıklı
kal”, “Evde kal, kitap oku”, “Gerekmedikçe evden çıkmayın” gibi etiket ve uyarıcı
sözlerle insanlık âdeta hayatın, aile sıcaklığının evde başladığını öğrenmişti.
İnsanın en değerli yeri, sevgisinin ilk nüvelerini soluduğu yeri, maalesef
unutulmaya başlanan mahremiyeti, o sıcacık yuvasıydı. Allah insanları o sıcak yuvaya
soktu. Hayatının birçok ânı, kendini bulduğu evde başladı yine.
Ev,
insan için hayatının başladığı harika bir yerdir. Evi olmayanların, sokakta
yatanların, olmayan mekânlarının soğukluğu evlerle hayat bulabilirdi. Ev,
huzurun ilk başlangıç yeriydi. Ailenin bir sarmalıydı. Evde kalanın, o
sıcaklığı belki de tekrar yakalayabildiği, yeniden keşfedebildiği en önemli
mekânıydı.
Toplumun
bu gerçekçi hikâyesinde insanlığın henüz ölmediğini gösteren çeşitli
fotoğraflar da görülüyordu. Devlet kademelerinde sağlıkçısından güvenlik
görevlisine her alanda devlet memurları, halkın ihtiyaçlarını gidermiş; paralı,
parasız yardımda bulunan insanları yakından görme ve tanıma imkânını bir kez
daha yakından görmüştü. Bu, devletin ve görevlilerin sıcak bir dokunuşuydu.
Aradan
geçen üç ay sonrasında salgın kontrol altına alınmaya başlamıştı. 4 binin
üzerinde insanımızı kaybetmiştik. ABD ve Avrupa ülkelerine göre ülke olarak Korona
salgını üzerine iyi bir sınav vermiştik. İyileşen hasta sayımız ve salgının
inişe geçmesi, alınan tedbirlerin de kademeli olarak gevşetilmesi demekti.
Tedbirler elden bırakılmadan normalleşme sürecine girmekteydik. Ancak
insanlarımız hayatında ilk defa bir salgın hastalık nedeniyle bayramı buruk
geçirmiş olacaktı. Camilerin mânevî atmosferinde edâ edilemeyen Bayram Namazı
ne kadar da elem verici bir durumdu. Bayramda dört gün sokağa çıkma yasağı
uygulanmıştı. 31 il ise aslında bu hastalık kısıtlamasından nasibini ziyâdesiyle
almıştı.
Türkiye
hastalık sebebiyle insanlarını kaybetmesinin derin üzüntüsünü yaşarken, bunun daha
da vahimi, sürekli bir şüpheyle hayata bakmasıydı. Endişe ve şüphe, insanın
içini kemirirdi. Sosyal mesafesiz, maskesiz ve hijyensiz yaşamanın riski
büyüktü. Bu riski göze alanlar ise hem kendilerini, hem de yakınlarıyla birlikte
başkalarının da hayatını riske atmaktaydılar. Bütün bu yaşananlar insanca
yaşamanın ne anlama geldiğini böylesi kritik günlerde açığa çıkıyordu. Her şeye
rağmen hayat güzeldi. Devletin yerinde kararları ve kararlara uyan vatandaşlar
insanlık adına umut vericiydi. Zor zamanlar yardımlaşmanın önemini insanlara
defalarca hatırlatmaya yetmişti. Durumu iyi olan bazı insanlar bakkallardaki
veresiye defterlerini satın alıp yakarak insanlık adına çok güzel bir davranış
sergilemişlerdi. İnsanın yalnız olmadığını bilmek çok güzel bir durumdu. Bu mutluluk
verici, paylaşımcı, gerçek bir kardeşlik örneğiydi.
Sinsi,
ciddî, etkili, hattâ ölümcül olabilen, bir bakıma görünmeyen Koronavirüs, insanlara
bazı şeyler de öğretmişti: Hayatın kıymeti ve ailenin, dostluğun, toplumsal
aidiyetin değeri, sevgi, saygı, şefkat, merhamet, anlayış, güven...
Bir şarkıcının dediği gibi, biz insanlar şükretmeyi unutmuştuk. Hayat normalleşmeye başlamış, sert esen rüzgâr dinmek üzere durulmuştu. Bakışlarını küçük dünyasından kendi dışındakilerine çevirdi ve hakikat şu ki, insanlık henüz ölmemişti, yaşıyordu…