Gerçeğinizin sosu nasıl olsun?

Ülkemiz, terörü ve göçü yurtdışında karşılayarak problemi kendi mahallinde çözme çabası içerisindeyken, bir kısım saptırıcılar bu yöntem sebebiyle askerlerimizin şehit olduklarını söylüyorlar. Başbağlar Türkiye’de değil miydi, Suriye veya Irak’ta mıydı da o kadar canımızı şehit vermiştik? Bingöl’de, Ankara Garı’nda, Merasim Sokak’ta, Atatürk Havaalanı’nda, Beşiktaş’ta, Reina’da, çukur hâdiselerinde verilen canlarımıza kastedenler Türkiye dışında mı yapmışlardı bu saldırıları?

ÇOKÇA anlatılan bir fıkrayı bir kez daha merâmımızı anlatmadan önce anlatalım ki kolay anlaşılalım…

Televizyonda bir bilgi yarışması yapılmaktadır. Soru da tanıdık bir soru: “2 kere 2 kaç eder?”

İstatistikçinin cevabı: “Evren ve örneklem kümelerinin cevabına göre değişir.”

Borsacının cevabı: “İşlemin yapıldığı güne bağlıdır.”

Muhasebeciye sıra gelir ki ayağa kalkar, soruyu soran sunucunun kulağına eğilir ve şöyle der: “Kaç etsin abi?”

***

Tabiî bu bir fıkra, fakat yaşanan hâdiseler bu fıkrayı cebinden çıkaracak çapta, miktarda ve nitelikte. Bütün insanlığın en temel ihtiyacı “gerçek” yani “gerçeğin ta kendisi” değil midir? Fakat öyle bir “gerçek” ile karşılaşıyoruz ki yeri geliyor, insan kendi aklından, değerlerinden şüphe ediyor. Peki, bu ne demek? Nasıl oluyor ve niçin yapılıyor?

Hakkın, doğrunun, hakikatin ortaya çıkması hem her birimizin, hem de bütün olarak insanlığın temel ihtiyacıdır.

Şöyle düşünelim: Bir yere gitmek istiyorsunuz ve çevrenizdekilere mesafenin kaç kilometre olduğunu soruyorsunuz. Çevrenizdekilerden biri, işinizi görmüş olmak ve gözünüze girmek, “Ben her şeyi biliyorum” havası vermek gibi sebeplerle “500 kilometre” diyor, diğerleri de bilir bilmez onu destekliyorlar.

Arabanın deposuna bakıyorsunuz, 600 kilometrelik yakıt var. “Yeter de artar bile” deyip yola çıkıyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz ki, 500 kilometre bitmiş, 580 kilometre bitmiş, hâlâ ortada gideceğiniz yer yok.

Depoda yakıt da az kaldı ve görünürde akaryakıt istasyonu yok. Devam ettiniz ve 600 kilometre yol gitmenize rağmen ne gideceğiniz yer, ne de akaryakıt istasyonu var. Yolda kaldınız!

Gerçeği söylemeyenler, size iyilik mi yaptı, kötülük mü?

Gerçeği söylemeyeni destekleyenler iyilik mi yaptı, kötülük mü?

***

Bütün insanlığı ilgilendiren konularda da böyledir.

Hakikate, doğruya ulaşma durumu toplu olarak felâkete uğramak veya selâmete çıkmak demektir. Toplumsal akımlar, ideolojiler, modalar hepimizin felâkete sürüklenmemize de, kurtuluşumuza da sebep olabilir. “Adalet sistemi şöyle olsun” diyenlerle “Böyle olsun” diyenler bir güç mücadelesi, bir haklı çıkma yarışı, bir mefaat elde etme saikiyle hareket eder ve haklının, doğrunun hâkim olmasını önemsemezlerse, adaletin yanlış uygulanmasıyla toplum olarak âkıbetimiz felâket olur.

Bir firma; insan sağlığına, çevreye, değerlere zararlı bir ürün üretti ve ürünlerini satabilmek için gerek rüşvet vererek, gerek ideolojik yakınlıklarını kullanarak, gerek dinî beraberliklerini ve sosyal çevre yakınlıklarını istismar ederek uydurma belgeler aldı ve çok para kazandı diyelim...

Bu kadar insan, canlı ve cansızın zarar görmesiyle bir kazanç elde etmek yerine bu firmanın faydalı ürünler üretip satarak kazançlar elde etmesi daha iyi olmaz mıydı? Çeşitli yakınlıkları sebebiyle yanlışı destekleyenler, gerçeği saptırarak onun yanında olmak yerine doğruyu telkin ve tavsiye ederek hem yakınlarına, hem de insanlığa daha doğru bir desteği vermiş olmazlar mıydı? Tabiî ki olurlardı…

Gerek millî, gerekse milletlerarası işlerde de bunlara çok rastlıyoruz.

***

Son günlerdeki hâdiseler vesîlesiyle bir kısım insanlar tamamen gerçeği söylemeyerek yahut farklı şekillerde söyleyerek, tâbiri caizse “gerçekleri soslayarak” insanlara sunuyorlar. Şehitlerimizin üzerinden “gerçekle alâkası olmayan gerçekler” yayıyorlar ortalığa.

Ülkemiz, terörü ve göçü yurtdışında karşılayarak problemi kendi mahallinde çözme çabası içerisindeyken, bir kısım saptırıcılar bu yöntem sebebiyle askerlerimizin şehit olduklarını söylüyorlar.

Başbağlar Türkiye’de değil miydi, Suriye veya Irak’ta mıydı da o kadar canımızı şehit vermiştik?

Bingöl’de, Ankara Garı’nda, Merasim Sokak’ta, Atatürk Havaalanı’nda, Beşiktaş’ta, Reina’da, çukur hâdiselerinde verilen canlarımıza kastedenler Türkiye dışında mı yapmışlardı bu saldırıları?

Bunların tamamını göz önünde tutmadan, geçmişi gizleyip son birkaç ayı dikkate alarak sonuca varmaya çalışınca insanları kandırmak kolay tabiî. Böyle bir durumda insanlar zannedecekler ki, Türkiye, Suriye diye bir ülkenin topraklarına girdi ve orada o ülkenin askerleriyle, ona yardım eden Rusya’yla çatışıyor.

Suriye ve Irak denilen ülkeler, onlarca yıldan beri Türkiye’deki sivil ve askerlerin kanını dökmek, canını yakmak için terörist üretme fabrikası olarak kullanıldı. Geçmişte Çekiç Güç aracılığıyla terörist üretenler ve onlara destek verenler, şimdi de doğrudan PKK/YPG adlı bir örgüt kurup silahlandırıyorlar. Şu anda 40-60 bin arası silahlı militanları var.

Üstelik bunlar Barış Pınarı Harekâtı öncesi Türkiye sınırları boyunca tüneller kazıp savaş hazırlıkları yaptılar.

***

ABD’nin, AB’nin ve onların uşaklarının müşterek menfaati, Türkiye’nin bölünmesi ve Esed gibi bir yerli genel vali bulunarak Suriye gibi perişan hâle düşürülmesidir.

Yalanlarını soslayıp gerçekmiş gibi toplumun tamamını kandırmaya çalışanlar, evet, kendileri ve ekip arkadaşları menfaatler elde edebilirler; ancak onları şu anki üç kuruşluk çıkar ve ideolojik yakınlık için destekleyenler, kendilerinin de dâhil oldukları toplumu, bütün ülkeyi mahvederler.

Geçtiğimiz iki asırda aynısı olmadı mı?

Ülkede “Batılılaşma” rüzgârı estirip binbir türlü yalanla “gerçek” diye pırıl pırıl gençleri, toplumu zehirlediler.

Peşinden koştukları o Batı, bulaşıcı hastalık bulunan battaniyeleri dağıtıp Kızılderililerin büyük bir kısmını yok etti ve topraklarına, kaynaklarına kondu. Bütün dünyayı sömürerek tüm sömürebilme kapasitesini genişletti.

Batı bunları yaparken, bizim Batıcılar, hâlâ onların izinde gidip peşinde koştular. Batı nihâyet bizim ülkemizi de paramparça etti ama bizim Batıcılar, cellâdına büyük bir aşkla sarılıp onun dediğinni fazla fazla yapmaya devam ettiler.

“İnsan haklarını, hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi savunmaya başladıklarına göre, bizim ‘tek dişi kalmış canavar Batı’, kuzu oldu” demiştik ki, mülteci hâdisesinde kuzu postunu düşürüverdi.

Meğer o, “tek dişli canavar” değil, “tek dişi canavar” imiş. Ve sürekli yeni canavarlar peyda etmiş.

Kendiniz, “Mülteciler istedikleri ülkeye gidebilirler” diye kural koymadınız mı? Kendiniz Suriye’yi, Afganistan’ı, Irak’ı üç kuruşluk ahlâksız menfaatleriniz için paramparça etmediniz mi?

***

Hem böyle pislikleri yapıyorlar, hem de onların “insan, hakperest, yardımsever” olduğu yalanlarına inandırılmış milyonlarca insanı sınırlarında canavarca itip kakıyor, öldürüyorlar.

Sonra da bize, “Buyur burdan yak!” dedirtecek şekilde Türkiye’yi suçluyorlar.

Neymiş efendim, Türkiye mültecileri bırakmamalıymış, engellemeliymiş.

Niçin?

Hâlbuki yine sizin kurallarınıza göre Türkiye’nin başka ülke vatandaşlarını engellemeye ne yetkisi, ne hakkı, ne de mecburiyeti var?

Görüldüğü gibi birtakım insanlar, topluluklar ve gruplar, sefilce menfaatleri ve duyguları sebebiyle gerçekleri ya yalanlarla yer değiştiriyor yahut saptırıp başka insanların bugünlerini ve yarınlarını felâkete sürüklüyorlar. Bunun için PR’ın, reklâmın, sosyal medyanın sınırsız imkânlarını, sınırsızca kullanıyorlar.

Son iki asırlık yalana kanıp büyük felâketler yaşadık. Şimdi de “Suriye’de ne işimiz var?” sorusunun cevabı olarak sayısız yalanı akla hayâle gelmedik soslarla süsleyip “gerçek” gibi servis ediyorlar. Bu şekilde bizi millî felâketlere sürüklemeye çalışıyorlar.

Batı’nın insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi gibi soslu yalanlarına inanmamızı bekliyorlar ki bizi kendilerine âşık edip sömürülerini sürekli hâle getirsinler.

Elbette o sosun yani insan hakları ve hukukun üstünlüğü söylemlerinin yanlış olduğunu değil, onların sadece birer sos, ana unsurun ise sömürü ve sapıklık olduğunu söylüyoruz.

Bizim hukuk, insan hakları ve bilgi üretiminde öyle başarılı olmamız gerekiyor ki sadece sosu değil, gerçeği bu değerler olan bir dünya düzeni kurulmasına vesîle olabilelim. Aksi hâlde, yerelde ve küreselde yalancılar, sahtekârlar ve sapıklar her dönem geliştirecekleri soslarla yerelde bizi, küreselde de bütün insanlığı kandırmaya devam edecekler. Allah bizlere onların şerlerinden korunacak çalışmalar yapmamız için firâset, azim ve gayret nasip etsin!