Gençlik zamanı (3): Hayat mücadelesi ve ayakta kalmak

Biz, “Herkes kendine yakışanı yapar” düşüncesinde olanlarla aynı safta değiliz. Biz o söze, “Herkes atasına yakışanı yapar” diyerek yapılanı, biraz da gurur, onur ve şeref meselesiyle düşünerek yapanlardanız…

KORKU ve ümit… Rûhun secdesi… Allah katında beraat…

***

Bir önceki bölümde bahsettiğimiz iki ordu misâli, “hayat mücadelesi” de aslında böyledir. Her şahsın, başarı için kendi durumunu bilmesi gerektiği gibi, karşılaştığı olayın durumunu da bilmesi gerekir. Bir insan bizzat, “bir millet” kadar bir benliğe sahiptir aslında. Daha da genişlik katarsak, insan kendisi bir kâinattır.

İnsanın şerhi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm’in şerhi ise kâinattır. Nasıl ki kâinatta hayır ve şer vardır, insanda da hem hayra, hem şerre eğilim vardır. Mutlak hayır veya mutlak şer olmadığından, hayat, “korku ile ümit arasında” yaşamaktır.

Müslüman bir ana ile babadan doğmak, Müslüman bir toplumda/yerde yetişmek rûhun birinci secdesini yerine getirmesidir. Allah ezelde rûhları yarattığı zaman iki secde emretmiştir:
1- Bu iki secdeyi yapmayan rûhlar bu âleme gayr-i Müslim gelir, gayr-i Müslim gider.
2- Bu iki secdeyi yapan rûhlar bu âleme Müslim gelir, Müslim gider.
3- İlkini yapmayan, ikincisini yapan rûhlar bu âleme gayr-i Müslim gelir, Müslim gider.
4- İlkini yapan, ikincisini yapmayan rûhlar ise bu âleme Müslim gelir, (maazallah) gayr-i Müslim gider.

Korkmamız gereken durum odur ki, cihatta da olduğu gibi kar ölçeği bulunmadığından, bu işte nasibimizin ne ölçüde olduğunu bilemeyişimizdir. İşte burada hayatın en ehemmiyetli noktası, “insanın kendisini tanıması”dır.

***

Kendi bulunduğumuz hâli teşkil etmek…

Dosyamızın en başında belirttiğim gibi, bizler birer tüccarız. Bu ticarette almak istediğimiz şey, “Allah katında beraatimizi kazanmaktır”. Biz ki, ezelde bir tüccar olarak bir “çek” imzaladık. Bunun nihâyetinde de bir vade belirtilmedi. Ne zaman biteceği belli olmayan bu vade, “ömür”dür. İmzaladığımız çek ise Allah’a olan borcumuz, O’na ve Dinine etmemiz gereken hizmetin ta kendisidir.

Çekin karşılığında alacağımızı umduğumuz şey, inşallah huzur-u İlâhîde alacağımız beraattır. Korkmamız gereken nokta, vadenin ne kadar olduğunu bilmeyişimiz, ümit olan şey ise bu vade süresinde bizim için en randımanlı işin ne olduğunu belirlemek yani oluşmuş şartlar içerisinde en başaralı yaşamı geçirebilecek tanımlamayı yapabilmiş olmak ve başlangıçta kendimizi tanımaktır.

Ancak insan için en zor şey de kendini tanımaktır!

İnsan kendi nefsine müsamaha gösteremeyeceğinden, egoizme yenik düşerek kendine masum roller biçecektir. Bunun çözümü için basit formülse, muhabbetler ve husûmetlerdir…

Cömert bir insanın cimri bir insanı sevmeyişi, o insanın hamurundandır. Bu hususların belirlenebilmesi için zaman gerekir. Fakat bir insanın karşısındakine ilk gördüğü, ilk tanıştığı anda gösterdiği muhabbet veya tam tersine husumet, o insanı en başarılı sonuca ulaştırmak için bir yol olacaktır. Akıl ve his konusundaki durumları bu yolla tespit edebilir, bir nevi ölçebilir, sonuca varmak için gayret gösterebiliriz.

***

Ayakta kalmak

Hissiyat… Prensipler… İmandan sonrası…

İslâm bir hayat nizâmıdır. Hayat nizâmı olan İslâm’ın, en zayıf ferdi dikkate aldığından, hükümleri de asgarîdir. Daha güçlü olana yapabilecekleri ise rahmet olarak verilmiştir. Yani takvâ yolu her insana farz olanken, fetvâ derecesi ise sıra dışı, iştahı sevaba kabaran kullara açılmış bir saha gibidir.

Kendi nefsimizi tanıdıktan sonra içinde bulunduğumuz şartları da bilmek durumundayız. Şartlar kısmında; kendimizde oluşan şartlar ve karşımızda oluşan şartlar vardır.

İlk şart unutulmamalı ki, ilk gördüğümüz anda muhabbet beslediğimiz insanı “önemli” kılmalıyız. Böylelikle kalbimizin hissiyatı, bize en çok benzeyeni gösterecektir. İnsanoğlu egoisttir ve kendine benzeyeni ya da olmak istediğini sever.

Bunlara ilâveten yapılması gereken, her gece yatmadan önce gün boyu yapılanı gözden geçirmektir. Bu işlemi yapmak için önceden verilmiş prensipler/kurallar gibi kararların da olması gerekir. Belirlenecek prensipler yaşanan olay esnasında belirlenecek olursa, o an hissî davranılır ve bu da netîcede başarısızlık getirir. Ancak önceden İslâmiyet çemberinde belirlenmiş prensipler zaaf gösterilmeksizin uygulandığında, bu, büyük başarıları da devamında getirecektir.

Meselâ yalana toleransı olmayan biri, önceden belirlediği bu prensiple ileride karşılaşacağı olayı zafiyet göstermeyecek boyutta hâlletmelidir. Böylece bu prensiplere sâdık kalınıp kalınmadığını da her gece bir süzgeçten geçirmelidir. Bu noktada, “hatâ yeniyken görülür ve düzeltilme şansı vardır; eskidikçe unutulan hatâ ise gün gelir, karaktere dönüşür”!

Tüm bunların dışında, yeni bir sabaha uyanışta “Allah’a hamd etmek” gerekir. Aynı şekilde imanlı bir gün geçirip, imanlı bir biçimde geceye varış da hamdı gerektirir ki içten bir duâyla istekler dile getirilir. “İçten yapılan duânın kabul olmaması câiz değildir”. Burada tek şart, yapılan duânın kader-i mutlaka karşı gelmemesidir. Ancak kabul olmayan her duânın karşılığının da ahirette tastamam verileceği bize bildirilmiştir. Öyle ki, mahşerde insanların “Keşke duâm kabul olmasaydı da karşılığını ahirette alacak olsaydım” diyeceği de belirtilir.

İnsanoğlu dünyadayken her duâsının kabul olmasını istiyor, hattâ bazen kabul olmayan duâsı içinde isyana kalkışıyor.

***

Bilmemiz gereken bir husus da, “hiçbir amelin imanla mukayese edilmeyeceğidir”. Allah katında bir kişinin iman etmesi, bütün beşeriyetin amelinden daha üstündür.

İmana ulaştıktan sonra iş, amele geliyor. Amel noktasında yapılacak işler sonsuzdur. Ancak bunlar sıraya konulursa ilk sırada şüphesiz “Allah’ın dininin galip gelmesi için çalışmak” bulunur.

Bireysel ibadetlerin başı namazdır. Toplumsal ibadetlerin başı ise cihattır. Bu iki grup birleşecek olursa, “1” numara ibadet cihat olur. Bu, netîcede Uhud Savaşı’nda karşı saflarda savaşan Usayrim adındaki gayr-i Müslimin imana gelmesinin ardından ilk etapta Peygamber Efendimiz’in (sav) ona ilk emrinin namaz kılmak yerine içinden çıktığı saflara karşı savaşması şeklinde olması, bize bu sıralamayı göstermektedir.

Cihat edecek kulun sevaba hırsı olması gerekir. Yoluna revân olacak dâvânın büyüklüğünü, bu yola revân olabilme nasibine ulaşmasıyla anlayabilmesi gerekir. Cihattan kasıtla, bir kişinin imana ulaşmasını sağlamak, o insan için hırslandığı sevabı alabilme netîcesini doğuracaktır.
Meselâ amel noktasında… İnsan yatsı namazını kıldı, iştahı kabarmış olarak bu namazı sabaha kadar tekrar etse, bu nafile ibadet terazinin bir tarafına geçse, farz olan tek ibadete eşit olmaz! Çünkü ilk kılınan farzda itaat yani emrin yerine getirilmesi söz konusudur. Allah’ın emri vardır. Emir olmadan yapılan bir ibadet, emir olarak yapılan bir ibadete eşit değildir. Buna göre o insan bir adamı namaza başlatsa, başlayanın her farzdan aldığı sevabın aynısı, başlatana da yazılır. Bu bilinçle o insan, namaza başlattığı adamla ömrü boyu o farzdan nasibini alacaktır. Namaza başlattığı adamın farklı birini namaza başlatmasıyla üzüm salkımı oluşmaya başlar...
Burada insanın iyi işleri de, kötü işleri de tüm nesline intikal edecektir. İki hatânın cezası, ahiret dışında bir de dünyadadır ki bunlardan biri haramdır, diğeri zulüm. O kulun kendinden çıkmazsa neslinden çıkacaktır.
Cihat edecek insan, yere düşmüş insanı kaldırmak için mücadele edecek olandır. Lâkin yere düşmüşü kaldırmak için de kendisinin ayakta olması gerekmektedir. Ayakta olmak ne ile bilinir?
-Dini, Allah’tan geldiği şekilde doğru bilmekle…
-Tarihi, haklı durum oluşturması ve savunabilmesi için doğru bilmekle…
-Edebiyatı, anlatımlarında güzel konuşabilmek için bilmekle…

Unutmayalım ki, dünya hayatımızda meşgul olduğumuz iş, Allah katındaki değerimizi gösterir. İslâmiyet’in zayıf olduğu zamanda dünyaya gelmiş olsaydık, Allah’ın dininin galip gelmesi için vereceğimiz mücadele sonuç bulmayacağı gibi, netîcesi de az iş yapıp çok kazanacağımız şekilde olurdu. Tersine, İslâmiyet’in güçlü olduğu bir zamanda dünyaya gelseydik, mücadele her türlü galip geleceğinden veya umursamasak da varacağı yere varacak olduğundan, mükâfatımız için değerinden fazla mücadele etmemiz gerekecekti. Ancak içinde bulunduğumuz bugün, İslâmiyet’in zayıf dönemini bırakıp güçlü bir döneme geçmek ve galibiyet için yerinden titremekte olduğu bir devir olduğundan, bu dönemde yapılanların mükâfatları da, cezaları da katbekat verilecektir. Yani İslâmiyet, bu şekilde galibiyet için ayağa kalkarken, oyalandığımız her işin karşılığını katlanarak alacağımız bir zamandayız.

Hâl böyleyken, kurtuluşunda ve bataklığa batışında en rahat olduğu bu dönemin kıymetini bilerek, katlanarak verilecek mükâfat için mücadele verelim. Yine katlanarak verilecek cezalardan da sakınarak bataklığa düşmekten kendimizi alıkoyalım.

Hedefimiz cihat ise, bataklığa düşmüş olanları gelin, hep birlikte bataklıktan çıkarma mücadelesine koyulalım!

Biz, “Herkes kendine yakışanı yapar” düşüncesinde olanlarla aynı safta değiliz. Biz o söze, “Herkes atasına yakışanı yapar” diyerek yapılanı, biraz da gurur, onur ve şeref meselesiyle düşünerek yapanlardanız…