Gençlik zamanı (2): Yönelme aşaması

İki ordu düşünelim savaş hâlinde… Biri galip, diğeri mağlûp... Lâkin galip ordunun sadece kendi şartları galibiyete yetmez. Düşmanın ya da rakibin şartları da direkt olarak onun galibiyetinde rol oynar. Yeri geldiğinde galip ordunun karşısına mağlûp ordudan daha güçlü bir ordu çıkmasıyla o galip ordu da mağlup duruma düşecektir.

GENÇLİK için yönelmek nedir?

1-Kendini tanımak…
2-Yaratıcı’yı tanımak…
3-Hayatın gâyesini bilmek…

“Gençlik” ifadesinin bize neyi çağrıştırdığını iki kelimeye sığdırmaya çalışsak, öyle zannediyorum ki “yönelme zamanı” çok oturaklı bir tanım olurdu.
Peki, bu yönelme nasıl olmalı? Başlangıç nedir?

Yönelme zamanını başarılı kılacak en önemli etken “kendini tanımak”, ardından “Yaratıcı’yı tanımak” olacaktır. Buradan hareketle daha sonra ise Allah’ın bize verdiği nimetler arasında en büyüğü olan “hayat nimeti”nin veriliş gâyesini bilmek ve anlamak lâzım gelir.

Şüphesiz her varlık her hareketi bir sebep üzere yapar. Yaratılışında şüphesiz böyle bir sebebi, gâyesi vardır. Tanımları böylece kafamızda belirledikten sonra örneklemeyle konuyu açıklama gayretine düşelim…

Farz edelim ki, bir adam, tecrübeli bir tüccara gelse ve dese ki, “Ben bir iş yapmak istiyorum, bana bir iş tavsiye eder misin?”. O tecrübeli tüccar yeni başlayacak olana elbette tavsiyeler sunar:

“Şu iş var, senede bin kazanırsın…”
“Şu iş var, senede 3 bin kazanırsın…”
“Şu iş var, sende 5 bin kazanırsın…”

Bu işi yapacak adam, şüphesiz en çok kazanacağı işi tercih eder. Ancak unutulmamalı ki, kârı büyük olan her işin sermayesi de büyüktür! Bu bilinçle, işe yeni başlayacak adam gibi kendimize bir yol çizelim. Soralım kendimize: Sermayemiz ne kadar? “Şu işi yaparsak kârımız çoktur, ancak sermayemiz bir diğerine yetiyor” diye noktamızı belirleyelim.
Kâinattaki bütün beşeriyet, hattâ bütün varlıklar tek nüshadır. Kâinatta yaratılan iki şey, kaderi de dâhil olmak üzere bütün varlığı ve yokluğuyla aynı olsaydı, bunlardan biri gereksiz, lüzumsuz olurdu. Kâinatta her şey şüphesiz farklılık üzere yaratılmıştır. Hayat macerasına göre çöpün bile bir kaderi vardır. Kader dışında hiçbir varlık ve hâl yoktur. Buna göre hiçbir insan birbirinin aynı değildir.
İnsan, yaratılış itibariyle “iki sıfat” hâricinde Allah’ın tüm sıfatlarıyla yeryüzünde var olunmuştur. Bu iki sıfatın ilki “Bekâ”, ikincisi ise “Halîk”tir. Bu iki sıfata göre Allah dışındaki tüm varlıklar fanidir ve başka bir ilâhî irade sahibi yoktur.

Buradaki “ilâhî irade” tanımıyla, ileride bahsedeceğimiz iradeyi karıştırmamak gerekir. Her şeyde İlâhî irade vardır fakat belirlenen kadere göre “kader-i mutlak” dışında insanın kendi iradesiyle gerçekleşen bir de “kader-i muallâk” vardır. Eğer tüm varlıklar Allah’ın İlâhî takdiri üzerine yani sadece kader-i mutlak ile yaratılmış olsalardı o vakit Cehennem’in varlığı da abes ve lüzumsuz olurdu. Bu noktada bir de kader-i muallâk var olunmuştur ki böylelikle bazı şeyler insanın kendi iradesine bırakılmıştır.

Tüm bunların üzerine insanoğlu, muallâk olan kaderi vesilesiyle yaptıklarından sorumlu tutularak bir sınava tâbi olunmuştur.

***

İnsanın anne ve babasının kim olacağı, nerede, nasıl doğacağı gibi durumlar “kader-i mutlaktır”. Bunlardan dolayı hiçbir kula ne bir mükâfat vardır, ne de ceza. Ama insanın kendi istemesiyle olan şeylerin tamamından yani “kader-i muallâktan” ise kendisi sorumlu tutulmuştur. Dikkat edilmesi gereken husus şudur ki; kader-i mutlak olan şeyler yani Allah’ın takdiri ile olanlar insanın lehineyse (zengin bir ailenin çocuğu olmak gibi), o insan o dereceye göre sınıflandırılır ve ona göre hareket etmek durumundadır. Tam tersine, takdir aleyhteyse, o insan da ona göre durum teşkil etmek durumundadır.

On milyonluk oranda zekât veren biriyle beş yüz bin zekât veren birini örnekleme alırsak… Takdir-i İlâhî olarak zengin olan bir tüccar, yüz milyonluk servetinden on milyon zekât vermesiyle gereğini yerine getiremeyebilir. Ona göre fakir olanıysa ise 1 milyonluk servetinin yarısını vererek gereğini yerine fazlasıyla getirmiş olabilir. Burada önemli olan, verilen miktar değil, toplamdan verilen paydır.

Zekât borcu gibi mesuliyet, Allah katında, takdir üzere oluşan durumda, O’nun kuluna verdiği nimetler kadardır. Bundan dolayı hiçbir kulun Allah katındaki hesabı aynı değildir!
***

Bunun dışında, Allah’ın bize farz kıldığı ibadetler konusunda ise namazın kaç vakit olduğu, nasıl kılınması gerektiği bizlere açıklanmıştır. Zekâtın mala göre ne kadar verilmesi gerektiğinin belli olması gibi…
Bu ibadetler belirtildiği gibi yerine getirildiği takdirde, kul “Eksik mi yaptım?” şüphesine kapılmadan kendinden emin olabilmektedir. Ancak cihat ibadetinin nasıl ve ne derecede yapılacağı hususunun bir ölçüsü olmadığından, kul bu ibadeti yerine getirirken ne kadar ve nasıl cihat ederse, Allah katında beraat edeceğini bilemez durumundadır.

Cihat için gereken sağlığı, cesareti veya merhamet duygumuzu ölçemeyiz ama bunlar cihadın başarı sermayesidir ve her başarı izâfî olduğundan, buna göre beraat ölçüsü de durumun netîcelerine vâkıf olmakla mümkündür.

Meselâ iki ordu düşünelim savaş hâlinde… Biri galip, diğeri mağlûp... Lâkin galip ordunun sadece kendi şartları galibiyete yetmez. Düşmanın ya da rakibin şartları da direkt olarak onun galibiyetinde rol oynar. Yeri geldiğinde galip ordunun karşısına mağlûp ordudan daha güçlü bir ordu çıkmasıyla o galip ordu da mağlup duruma düşecektir. Bu yüzden kendisinin durumu kadar, karşıdakinin durumu da onun rolünü belirlemiş olur.

***

Haftaya “Hayat Mücadelesi ve Ayakta Kalmak” başlığı ile devam edeceğiz inşallah…