“24 Temmuz 2020…
‘Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!/ Gün
doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.’
Sıcak
mı sıcak bir Temmuz sabahı, Sirkeci tramvay güzergâhından Sultanahmet
Meydanı’na doğru yürüyorum. Bugün seneler sonra ilk kez Ayasofya’da Cuma namazı
kılınacak. İçim kıpır kıpır. ‘Acaba açıldığını görmeye ömrüm yeter mi?’ diye
düşünürken, şu an ilk namaza koşar adımlarla gidiyorum. Çağ açıp kapatmayacağız
belki bugün ya da Peygamber’in müjdesine mazhar olan o ordunun bir askeri
değiliz; biz bugün, senelerdir aynı hayâli kuran insanlar olarak hakkımızı
teslim almaya gidiyoruz. Bugünün tarihi bile hatırlanmayacak belki. Çünkü bu
bir zafer değil, bu bir teslim töreni!
Hakkın
hak sahibine verildiği gün bugün. Şimdi aynı yöne, aynı heyecanla yürüdüğüm ve
hepsinin yüzünde bambaşka duyguların yansımalarını izlediğim insanlara bakarak
yürümeye devam edeceğim. İçim umutla dolu. Nur Sûresi 55’inci ayeti yaşayarak
iman etme şansına sahip olduğum için şükrediyorum. Teşekkürler Allah’ım,
teşekkürler…”
(24 Temmuz 2020 tarihinde Ayasofya kartpostalının
arkasına yazdığım satırlardır.)
Bugünü
hayatım boyunca unutamayacağım. Ayasofya’ya ulaştığımda, avlusunda farklı
milletlerden, başka şehirlerden birçok insan vardı. Herkesin yüzünde şükürle
karışık buruk bir tebessüm asılıydı. Uzun uzun, gözleri dolu dolu Ayasofya’yı
seyreden onlarca insan gördüm. O gün herkes birbirine selâm verecek şekilde
hafif hafif eğiyordu başını. “Size de hayırlı olsun”, “Size de, “Size de” der
gibiydi başlar. Tekbirler, tesbihler duyuyordum sürekli. İnsanlar akın
akın geliyordu şahitlik etmeye.
Necip
Fazıl’ın bahsettiği sel, işte gelmişti: “O selde bir samancık olsam daha ne
isterim!” “Keşke görseydi” diye geçirdim içimden. Gözümden ilk yaş, üstadı
hatırladığımda döküldü. Bugünün geleceğine olan inancı o kadar büyüktü ki…
Binlerce kişinin zihninde onun sesinin yankılandığına adım kadar emindim.
Şükrün
somut hâlini gördüm o gün. İnsanlar duruşlarıyla, bakışlarıyla, sözleriyle, her
zerreleriyle şükrü bir beden gibi giymişlerdi üzerlerine. Hepimiz farklı
yaşlarda, hayatlarımızın başka zaman dilimlerinde aynı hayâli kurmuştuk. Aynı
soruyu sormuştuk kendimize: “Acaba bir gün olur mu?” Ve o gün, aynı sorunun
cevabını aynı şekilde almıştık.
İnsanları
izlemeyi bıraktım bir müddet sonra. Çimenlerin üstüne oturdum ve câmiyi
seyretmeye başladım. Ayasofya müze iken çok gelirdim ziyarete. “Her ay uğrardım”
da diyebilirim. Onu her uzaktan gördüğümde zihnimde başka bir an canlanırdı. Bu
taştan yapılma esere her baktığımda bambaşka bir mânâ yükledim. Ayasofya’ya her
baktığımda, zamanda yolculuk yapıyormuşum gibi başka bir yıla, başka bir hayâle
gittim. Fatih de oldum, Justinianus da; Haçlının ruhunu da gördüm, Peygamber’in
müjdesini de; gemileri karadan da yürüttüm, surların içinde korkuyla da
bekledim… Birçok kişi oldum Ayasofya’yı gördüğümde, birçok hikâye yazdım
kafamda, bildiğim anlara yerleştirdim kendimi, duyduğum hikâyeleri birer film
gibi yaşattım zihnimde…
Ama
o gün, çimlere oturduğumda tek bir an geldi gözümün önüne: Lisedeyken, bir öğle
arası kantinden iki çikolata alıp bir banka oturmuştuk çok sevdiğim dostumla.
Bir saat boyunca Ayasofya’nın açılışının hayâlini kurmuştuk. İkimiz de öyle
coşkuluyduk ki neredeyse dinlemiyorduk birbirimizi. Nefes bile almadan
senaryolar yazdık kafamızda. Ama ikimiz de hep uzun seneler sonrasını hayâl
etmiştik. “Ölmeden görebilsek keşke!” demiştik defalarca. O gün iki
imam-hatipli gencin hayâliydi bu gün.
İşte
son kez müze ve ilk kez câmi iken baktığımda Ayasofya’ya, Mübin’le kurduğum
hayâli gördüm. Gençlik hayâlimi bana gençken yaşama fırsatı veren Allah’a
sonsuz şükürler olsun!
Üstad
Necip Fazıl’ın ruhu şâd olsun!