FARKLI bakışlar kazanmadığında,
kendi yaşadığı yeri Dünya zannediyor insan. Dünya ülkeleri arasında en azından
bilimsel olarak objektif olmaya çalışanlar, en sonunda doğruyu buluyorlar. Doğru
tektir: Zamanın şâhit olduğu ve kaydedilenler…
Türkiye’de
ise Newton, Einstein ve Hawking “mutlak doğru” olarak ortaya konarken, Kuantum
fiziğinin kurucusu Max Planck, Nikola Tesla, N. David Mermin ve Ahmed Yüksel
Özemre gibi isimler sumen altı edilmek istenmiştir.
Bu
bilim insanlarının hepsi de bilime yaptıkları katkı açısından yararlanılacak
kişilerdir. Ancak fikir, yorum ve sosyal açıdan iki ana omurgaya ayırmak
gerekir. Newton ve Hawking, İngiliz kraliyet ailesinin Hıristiyanlık fikir ve
görüşlerini “bilim” adı altında yaymakla görevliydiler. Einstein, Kuantum
fiziğine katkı sağlarken fikir açısından Newton’un çizgisinden çıkamamıştır. Diğerleri
ise ya objektifti ya da İslâm ile bir sorunları yoktu.
Bunlardan
ilginç olanlardan birisi, ABD’li fizikçi N. David Mermin1, diğeri
ise Ahmed Yüksel Özemre’dir2. Mermin özgün ve tarafsız fikirleriyle
öne çıkmasına rağmen Türkiye’de pek tanınsın istenmemiştir. Mermin, aşağıda
verdiğimiz kaynakların “1” numaralı linkte yer alan bilgiye göre şu fikri savunur:
“Her yeni fikir, bir ya da iki nesli idâre eder.”
Fizikçi
olarak söylediği bu cümle, her fikrin güncellenmesi gerektiğini, zamanın gençliği
ve zamanın ruhuna uygun saykal yapılmasının zorunluluğunu vurgular.
Yunanların
her 20 yılda bir saldırdığı, her 10 yılda bir darbenin yaşandığı ülkemizde bu
tür değerli fikirler pek yaygınlaşmamıştır. Zira darbelerin hedefi de buydu
zaten. Yani “Toplum cahil kalsın, üç beş elit kaymağı yesin, azınlık
hükmederken, çoğunluk köle gibi çalışsın”... Darbelerin mantığı buydu. Darbelerin
ve arkasından gelen idamların en önemli nedenlerinden biri de hiç şüphesiz
İslâm ve Müslümanlar ile açıktan açığa savaştı.
En
azından bilinen 2 bin 225 yıllık Türk tarihinin son bin yılının geleneğini
oluşturan İslâm varlığı Haçlıların savaş nedeni olduğu gibi, darbelerin de
nedeniydi ve bu, dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Bu bağlamda, eğitimde bilinç
düzeyi en öne çıkarılması gereken nokta, darbelerde bile toplum kesimlerinin ayrışmasıdır
ve bu durum ayrıca manidardır.
12
Eylül darbecileri için CIA’nin 1970 Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı
Jimmy Carter’a “Bizim çocuklar başardı” diye haber vermişti3. Müslümanları
hedef alan 28 Şubat Darbesi’nin en önemli figürlerinden H.K., “28 Şubat bin yıl
sürecek” demiş ve FETÖ’nün ele geçirdiği askerî liseleri de savunmuştu. 28
Şubat’ta bütün Müslümanlar sıkıntı çekti; FETÖ hâriç!
FETÖ’nün
silahlı bir terör örgütü olduğu ise 15 Temmuz 2016’ta aşikâr oldu.
15
Temmuz’da ilk defa Haçlılar, Türk-İslâm ve vatan düşmanı darbeciler kaybetti,
millet kazandı. Özellikle 28 Şubat’tan sonra FETÖ’nün silahlı bir darbe
yapacağı ifâde edilse de “kimse dikkate” almadı. Zira bu uğurda yapılmış ciddî bir
akademik çalışma da mevcut değildi. Demek ki rektörlerin bu tür devlet, vatan,
bayrak ve millet düşmanı yapılarla ilgili doktora çalışmalarına önayak olması
gereken kişilerden olması zorunludur. Zira eğitim-öğretim açısından son
yıllarda çok adım atılsa da toplumun beklentilerini karşıladığını tam olarak
ifâde etmek güçtür.
28
Şubat tam anlamıyla gençliğe, eğitime ve öğretime inen bir darbeydi. Milletin
okuması ve kamu kurumlarına Müslümanların girmesi istenmiyordu. Bu, açıktan
açığa yapılıyordu. Başörtülü insanlarımızın başlarını açmaları için “ikna odaları”
kurulmuştu. Hiçbir kişi “ikna odaları”nın bilimsel bir yönünü ortaya koyamadığı
gibi, 28 Şubat da bin yıl sürmedi. Ancak iki önemli noktadan birisi tamamen çözüldü:
FETÖ’nün bir terör örgütü olduğu ortaya çıkarıldı ve 28 Şubat Darbesi’ni yapan
bazılarının rütbeleri söküldü. Bu, gençliğin önündeki harika bir gelişmedir.
Ancak
bu durumun yeteri kadar gençliğe anlatıldığını düşünmüyorum. En azından bazı
rektörler bu yolda “Darbeler Tarihi” başlıklı seçmeli bir dersin açılmasına
öncülük edebilirler. Böyle bir ders var mı? Rektörler bu uğurda neden çalışmazlar?
İkinci
ve en önemli durum ise, 28 Şubat’ın eğitim ayağıdır. 28 Şubat döneminde bir YÖK
üyesinin enstitüdeki konuşmalarına kulak misafiri olmuştum. Söz konusu eski YÖK
üyesi, 1992’de rahmetli Özal tarafından kurulan 22 civarındaki üniversiteye
“ihtiyaç olmadığını” ve “Türkiye’nin özel şartlarının olduğunu” söylüyordu. Türkiye’nin
özel şartları neydi? “Müslümanlar kamu kurumlarına girmesin ve üniversitelerde
okumasınlar” düşüncesi…
Peki,
Özal’a ne oldu dersiniz?
Şimdi,
son yirmi yılda 150 civarında üniversite kuran anlayışa karşı, darbeci
zihniyetin elinde fırsat olsa neler yapmak ister dersiniz?
Gelinen
aşamada 28 Şubatçıların rütbelerinin sökülmesi, birinci olumlu adım olarak
tarihe geçmiştir. FETÖ’nün “Müslüman” görünümlü bir terör örgütü olduğu da açık
edilmiştir. Son olarak, eğitim ve öğretimde gerek MEB, gerekse YÖK’te (ve üniversitelerde)
eğitim-öğretim bu toplumun değerleriyle barışık olmalı ve yeni bir hamur ile
yoğrulmalıdır.
Fizikçi
N. David Mermin’in de ifâde ettiği üzere, darbeler sayfası kapanmıştır, gençlik
ve eğitim açısından gerekli atılımlar MEB ve YÖK ile atılırsa “fikrî iktidar” olma
yolundaki büyük adım da atılmış olur. Aksi durumda darbeci zihniyet, şimdilik sadece
yeraltına iner, ilk fırsatta hiç olmadığı kadar yine millete balyozu indirir. Eğitim
noktasında Sayın Prof. Dr. Mahmut Özer ve Prof. Dr. Erol Özvar’ın atanmaları
isâbetli olmuştur. Bu uğurda diğer atamalar da benzer şekilde olursa mesafe
alınması kolay olacaktır.
Kaynaklar
(1)
https://physicstoday.scitation.org/doi/10.1063/1.880968
(2) https://www.ozemre.com/
(3) https://www.setav.org/bizim-cocuklar-basardinin-belgeleri/