
GENÇLERLE iletişim kurmanın önemi, sanırım yaşadığımız Mayıs seçimlerinde çok iyi anlaşıldı. Özellikle AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından 2023 Seçimlerine gelene kadar geçen 21 yıllık süreçte oy verme yaşına gelen yaklaşık 5,2 milyon kişinin ilk kez oy kullanacağı yazıldı çizildi. Bu rakamın ortaya çıkmasıyla birlikte gençlere yönelik siyâsî söylemler de bir anda seçimlerde partilerin yürüttüğü seçim kampanyalarının ilk maddesi hâline geldi.
“Seçimin tüm stratejisi gençler üzerinde kuruldu” desek sanırım abartmış olmayız. Gençlere yönelik söylemlerde muhalefet cephesi avantajlı durumdaydı. Zira gençler dünyaya gözünü açtığında iktidarda aynı parti ve lideri vardı. Şimdi sandığa gidecek çağa geldiklerinde yine aynı parti ve lideri iş başındaydı. Artısıyla eksisiyle gördükleri, yaşadıkları Türkiye’de dümen başında bu siyâsî kadro vardı. Üstüne üstlük PKK terörü, Irak ve Suriye’den gelen göç dalgası, 15 Temmuz darbe girişimi, Korona Salgını, Afgan göçü ve 11 ilimizde yaşanan deprem felâketi gibi nedenlerle büyüyen ekonomik kriz gençler üzerinde olumsuz bir etki yaratmaya yetmişti. Hayat pahalılığı çok değil, üç beş yıl öncesinde yaşadıkları bolluk ve ucuzluk günlerine özlemi de beraberinde getirmişti.
İktidar maalesef gençler konusunda yeni bir politika, yeni bir söylem gerçekleştirememişti. Onlar hâlâ kendi yirmi yıllık iktidarlarının öncesinde ülkede yaşanan olumsuzluklarla kendi dönemlerini mukayese ederek kendilerince bir söylem üretmişlerdi -ki aslında yerden göğe kadar haklıydılar- lâkin bu söylem maalesef gençler için hiçbir şey ifade etmiyordu. Zira onlar gördükleri ve yaşadıkları şeyleri birkaç yıl öncesiyle değerlendiriyorlardı. Mukayese edecekleri başka bir iktidar da yoktu.
Gençler en başta kendi aileleri ile bu konuda anlaşamıyordu. Zira ebeveynlerinin “Bizim zamanımızda…” diye başlayan sözleri onlara masal gibi geliyor ve hatta onları sıkıyordu. “O günlerde değil, bugünlerdeyiz” itirazları hanelerin duvarlarında çın çın çınlıyordu.
Muhalefet açısından gençler üzerine söylem geliştirmek kolaydı. Zira gençler muhalefetin cemaziyeevvelini bilmiyordu. Muhalefetin geçmişi hakkında büyükleri tarafından anlatılanlar o kadar akla havsalaya sığmayan şeylerdi ki inanmakta zorlanıyorlardı. Maalesef gençlerin bir olayı araştırma, o olay hakkında yazılanları okumak gibi alışkanlıkları olmadığı için muhalefet bu durumu kendisi açısından bulunmaz bir fırsat olarak gördü. Sosyal medya üzerinden başlattıkları algı operasyonuyla gençlere kendileri iktidara geldiğinde tozpembe günler ve baharlar vaad etmeye başladılar. Meselâ sözde telefon, bilgisayar gibi teknolojik ürünlerden özel iletişim vergisi alınmayacak ve fiyatları ucuzlayacak, internet hızlanacak ve ücretleri düşürülecek, KYK borçları faizsiz olarak yapılandırılacak, harçsız ve vergisiz pasaport sağlanacak, yurt içi ve yurt dışı seyahatlerde gençlere seyahat kredisi verilecek, kamuya giriş sınavlarında mülâkatlar kaldırılacaktı. Hatta gençlerin oynadıkları bilgisayar oyunlarına kadar reklâmlar verilerek bu oyunları daha hızlı internet ile sorunsuz oynayacakları da bu vaatlerin arasındaydı. Tüm bunlar gençlere cazip gelen söylemlerdi.
Elbette iktidarın da benzer vaatleri vardı ama muhalif söylem etkin bir sosyal medya ayağı ile daha inandırıcı geliyordu onlara. İktidar cephesinde dâvâsına inanmış ancak sayıca az olan bir avuç insan sosyal medyada bu algı operasyonuna karşı büyük bir mücadele veriyordu. Sayıca az olan bu insanların kıymetli emekleri sanal âleminin sonsuzluğunda bir nokta mesabesinde kaybolup gidiyordu. Sanki bir eksiklik var gibiydi. İktidar, sanal âlemde ağırlığını hissettiremiyordu.
Bir de buna gençlerle birebir ilişikli olan ancak kendisini aşamamış, yenileyememiş kurumların tavırları da eklenince mesafe iyice açılmıştı. Örneğin Korona Salgını ve deprem afeti nedeniyle okulların -özellikle üniversitelerin- uzaktan eğitim modeline geçmesinin sebebi sanki gençlermiş gibi tavır alınması, uzaktan eğitim vermede gönülsüzlük ve baştan savma dersler, akabinde ise kök söktüren sınavlar, adaletsiz değerlendirmeler peş peşe ekleniyor ve bu art niyetli uygulamalar gençleri Devlet’le karşı kaşıya getiriyordu. Hatta dertlerini anlatacak muhatap bulunamaması, üniversite idarelerinin hocaların keyfî ve adaletsiz uygulamaları karşısında susması ya da hocalar tarafında yer alması, YÖK’ün etkisizliği de buna eklenince film iyice kopmuştu.
Muhalefet için 40 yaş üstündeki insanları vaatler ile inandırmak güçtü. Zira bu kesim onların etkin olduğu zamanları yaşamıştı. En gencinin hafızalarında bir 28 Şubat travması vardı. Başörtüsü ve katsayı zulmü ile istikbâli çalınan milyonlarca gencin arasındaydı birçoğu. Daha yaşlı olanlar tüp, ekmek ve yağ kuyruklarını, hastane çilelerini hatırlıyordu. Biraz daha yaşlı olanların hafızalarında bir acı vardı ki asla kapanmayan bir yaraydı bu: Seçimlerle yenemedikleri Menderes’in darbeyle iktidardan indirilip şehit edilişi... Daha da yaşlılar, tek parti devrinin dine ve dindarlara uyguladıkları akıl almaz baskıları, minarelerden ezanın susturulmasını, Kur’ân öğretiminin yasaklanmasını ya görmüşler ya da babalarından dinlemişlerdi.
İşte bu yüzden bu kuşağın, muhalefetin vaatlerine pek inanacağı yoktu. Yine bu insanlar terörün gerçek yüzüyle yüzleşmiş, onlarca yakınını teröre kurban vermişlerdi. Ekonomik kriz vardı ama bu kriz tüm dünyayı sarmıştı. Amerika başta olmak üzere tüm Avrupa birlik olmuş hâlde ülkemiz üzerinde ekonomik baskılar uyguluyordu. Yine bu ülkeler terör örgütlerini destekleyip ülkenin hem güvenliğini tehdit ediyor, hem de ekonomik kaynaklarımızın terörle mücadele için kullanılarak vatandaşımızın refahına olacak hizmetleri engellemeye çalışıyordu.
Yaşanan deprem hâdisesinin boyutu da ayrı bir vakıaydı. Yer altı kaynaklarımıza erişimimiz bir şekilde engelleniyor, enerjide bağımsızlık için proje üreten insanlarımızın başına olmadık kazalar geliyor ve bertaraf ediliyordu.
Ancak ülke görünmez prangalardan kurtuldukça bir şeyler değişmeye başlamıştı. Artık “Hayır” diyebilen ülkenin lügatinde ilk defa “Mavi Vatan” diye bir kavram dile geliyordu. Karadeniz’den doğal gaz çıkıyor, terörün etkisinin kırıldığı bölgelerde petrol bulunuyordu. Maddî sıkıntılar gelip geçiciydi, onlar için önemli olan devletin bekâsıydı.
Bunlar elbette haklı gerekçelerdi ancak gençler de bu milletin geleceğiydi. Neden gençlerle anlaşılamıyordu? Neden onlarla ortak bir dil kurulamıyordu? “İşte Z kuşağı bunlar!” diyerek işin içinden sıyrılacak mıydık?
Nedir Z kuşağı?
Son yıllarda dillerde dolaşan “Z kuşağı” terimi -her ne kadar birçok araştırma merkezi 1997 yılını baz alsa da- 2000 yılı ve sonrasında doğanlar için kullanılan bir kavram. Bu neslin “milenyum” denilen bu yeniçağda doğmaktan ziyade teknolojinin akıl almaz boyutlara geldiği bir zamanda doğmuş olması, onun asıl alâmet-i farikasıydı. Daha beşikteyken ebeveynleri onları avutmak amacıyla ellerine akıllı telefonları, tabletleri, atarileri tutuşturmuştu. Biraz daha ayaklandıklarında ise önlerine bilgisayar verilmişti. Aslında bu nesil için bir bakıma teknoloji ve hatta sanal bir âlemde büyüdüğü söylenebilir.
Yine bu kuşak hakkında yazılanlara baktığımızda, onların hızlı ve analitik düşünme kabiliyetine sahip olmalarının yanında bu kabiliyetlerini sadece kendileri için kullandıklarını, biraz bencil ve faydacı olduklarını, bireysel takılmayı sevdiklerinden ekip çalışmasına yanaşmadıklarını, yüksek bir özgüvene sahip olduklarını, hayatı deneme-yanılma yoluyla kendi tecrübeleri ile öğrenmek istediklerini okuyoruz. Tabiî bu kadar farklı ve Anadolu tabiriyle ayrıksı özelliklere sahip olan bu kuşak, hâliyle kendi başlarına ve kimseye hesap vermeden yaşamayı seven, kurallardan ve özellikle toplumun kendi kültürel geçmişiyle var ettiği kurallardan da nefret etmeli, özgürlüklerine aşırı düşkün olmalıydı. Ki böyle oldu.
Aileleriyle kuşak çatışması yaşayan bu nesil, onların yaşam standartlarına sığmayan tarzlarıyla kendi çizgilerinde bir hayat sürmek derdinde. Alın teri, emek, çaba, gayret gibi kelimeleri duyduklarında yüzlerini buruşturuyor ve kendilerini böyle bir iletişime kapatıyorlar. Onlara göre para kazanmak için kazma kürek çalışmaya, sekiz saat mesai öldürmeye gerek yok. Bilgisayar başında üç beş dakikalık zaman ve sadece birkaç tıklama ile belki ebeveynlerinin bir ayda kazandıklarını kazanma şansları olduğunu ve bunun bir ömür boyu böyle süreceğini düşünüyorlar. Oysa değil bir ömür, birkaç gün süren her şey onları sıkabiliyor.
Z kuşağının bir diğer hususiyeti de bilgisayar başında geçirdiği zaman. Kimi araştırmacılar bu zamanın en az yedi saat olduğunu belirtiyorlar. Düşünebiliyor musunuz, günde en az yedi saat bilgisayar başında, internet ortamında sürekli oyun oynamak ne demek?
Sanal bir âlemde büyüyen bu neslin arkadaşlıkları, dostlukları, hayata bakışları, olayları yorumlamaları da tamamen sanal bir düzlem içinde. Hayatı ve sosyal ilişkileri tıpkı oynadıkları oyunların bitimindeki “Game ower” komutuyla baştan başlayan oyun gibi zannediyorlar. Oysa gerçek hayat hiç de öyle değil. Ölen ölüyor ama ertesi gün geri gelmiyor. Kırılan kalpler, incinen ruhlar da kolay kolay tamir olmuyor.
Gerçi bu Z kuşağı çok da kötü değildi. 15 Temmuz darbe girişiminde aynı gençler bir anda meydanları doldurup vatan müdafaasında ön saflarda yerlerini almış ve birçoğu hayatının baharında şehadet şerbetini tatmıştı. Birçoğu ailesinin geçim yükünü sırtlamış durumda. Hatta kendilerine sunulan ayağı yere basmayan vaatleri elinin tersiyle itenler yok değil.
İletişimin sağlıklı olabilmesi için verilmek istenen mesajın anlaşılır ve açık olmasının yanında mesajın zamanlamasının da doğru olması gerekir. Elbette mesajın iletimini sağlayan kanalın da mesajı taşımaya uygun olması şart.
Z kuşağı ile sağlıklı iletişim kurmak
Z kuşağı ile sağlıklı iletişim kurmak genel anlamda zor. Aslına bakılırsa zorluğun asıl kaynağı, hem bu kuşağın, hem de onlarla iletişime geçtiğini düşünenlerin iletişimi ve dahası sağlıklı iletişimin ne olduğunu bilmemesinden kaynaklanıyor. Ebeveyn, karşısındakine talimat yağdırmayı iletişim kurmak olarak algılıyor. İletişim sadece bir bilginin, bir mesajın karşıya aktarılması değildir. Buna literatürde “enformasyon” deniliyor. İletişimde bilgi akışının iki yönlü olması esastır. Siz bir mesajı karşıya ilettiğinizde onun bu mesaja vereceği tepkiler ve geri dönüşler ile iletişim süreci sağlanabilir. Buradan da anlaşılacağı gibi, iletişim aynı zamanda bir çatışmayı da beraberinde getirecektir.
Burada bir iletişim tarifi yaparsak; “kişiler arasında duygu, düşünce, bilgi ve haber alışverişi; duygu, düşünce, bilgi ve haberlerin akla gelebilecek her türlü biçim ve yolla kişiden kişiye karşılıklı olarak aktarılması olayı” olarak ifade edilebilir. İletişimde amaç, anlaşılmaktır. Gençlerin bugün en büyük sıkıntıları anlaşılmamaktır. Demek ki gençlerle iletişimde büyük bir sorun yaşanıyor. İletişim bir süreçtir ve bu süreçte bir kaynak, bir mesaj, iletişim kanalı ve alıcı rol oynar. Geri bildirim ile iletişim süreci tamamlanır.
İletişim sürecini bu şekilde tarif ettikten sonra gelelim gençlerle sağlıklı iletişim kuramama sebeplerine…
Sıkıntıyı çözebilmek için yukarıdaki süreci gençler ve ebeveynlerine uyarlayalım: Mesaj kaynağı olarak ebeveynleri ve hedef alıcıyı da gençler olarak düşünelim. İletişim kanalını ise farz edelim ki beş duyu organımız oluşturuyor. Mesaj kaynağı, iletişim kanalı ve hedefte bir sıkıntı yoksa bu tabloda demek ki mesajda bir sıkıntı var ve anlaşma sağlanamıyor.
Peki, mesaj nedir, bir bakalım…
İletişim uzmanlarına göre mesaj, “bir düşünce, duygu ya da bilginin bir kaynak tarafından kodlanmış biçimidir ve bir duygu veya düşünceyi aktarmayı isteyen kaynağın ürettiği sözel, görsel ve işitsel simgelerden oluşan somut bir üründür”.[i] “Mesaj” denilince sadece sözlü bir ifade anlaşılmasın, zira beden dili ile de sözsüz olarak karşıya bir mesaj verilebilir. Tabiî iletişimin sağlıklı olabilmesi için verilmek istenen mesajın anlaşılır ve açık olmasının yanında mesajın zamanlamasının da doğru olması gerekir. Elbette mesajın iletimini sağlayan kanalın da mesajı taşımaya uygun olması şart. Yani karanlıkta göz kırpılsa neye yarar?
İşletişim sürecinde mesajın ne olduğuna dair bu bilgileri verince ister istemez kaynak ve hedef hakkında da bir şeyler söylemek gerektiği ortaya çıkıyor. Biz yine başa dönerek kaynaktan başlayalım…
Adı üstünde, “kaynak”, iletişim sürecini başlatan kişidir. Hedef yani “alıcı” ise adı üzerinde, verilmek istenen mesaja muhatap olan kişi demektir. Bizim misâlimizde gençleri alıcı olarak kabul etmiştik. Sağlıklı bir iletişimin sağlanabilmesi için alıcı, kendisine iletilmek istenen mesajı algılayabilecek bir yapıda olmalı ancak seçici olmamalıdır.
Burada belirtilen iki husus üzerinde durursak; alıcı “seçici olmayacak”, mesaj da “hem anlaşılır, hem de zamanlaması uygun” şekilde olacak.
Şimdi gününün yarısını internette geçiren ve özgüven patlaması yaşayan bir genç ile iletişim kurmak isteyen aileler, onlara ulaşmak için hangi doğru kanalı kullanmalı dersiniz? Uzmanlar bu konuda biraz da ironi yaparak diyorlar ki, “Çocukların ve gençlerin elinden telefonlarını alamayan ebeveyn ve yetişkinlerin bu gençlerle internet yoluyla iletişim kurmasından başka bir seçenek kalmamaktadır”. Zira telefonu ile günde en az 7 saat zaman geçiren bir genç ile geleneksel iletişim kanallarını kullanarak iletişim kurmak son derece güçleşmektedir. İnternet teknolojilerini, akıllı telefonları ve sosyal medya mecralarını kullanma konusunda yetersiz olan yetişkinlerin asosyal olarak nitelenmeleri ve iletişim kanallarının tıkanması da önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sorunlar gençlerle ebeveynler ve eğitimciler arasında yeni iletişim çatışmalarının yaşanmasına yol açmaktadır.[ii]
Bir de gençlerin aceleciliği konusu var. İstedikleri her şeyin anında olmasını talep ediyorlar. Bu acelecilik de gençlerle yetişkinlerin sağlıklı iletişim kuramamasında başka bir etken. Buna bir de mesajın zamanlaması ve üslup sorununu da eklediğimizde hatlar kopuyor.
İşin özü, gençler ilk önce kendilerine saygı duyulmasını ve yetişkin bir birey olarak kabul edilmelerini istiyorlar. Mesajın iletildiği üslup ve dil ile bunu hissetmek istiyorlar. Gençler özellikle suçlayıcı bir özelliğe sahip olan “sen” dili ile kendilerine hitap edilmesinden asla hoşlanmıyorlar. Yetişkinler, yılların verdiği alışkanlıkla hep bu dili kullanıyorlar. Onlarla iletişimlerinde kendi zamanlarından kalma alışkanlıkları yaşatmak istiyorlar. “Biz anamıza, babamıza, büyüklerimize asla böyle saygısızlık etmiyorduk” gibi yaklaşımlarla başlayan diyalog, anında iletişimi koparıyor. Madalyonun diğer tarafından bakıldığında da gençler, büyükleri ile nasıl iletişim kuracaklarını bilmiyorlar. Karşısındakileri geri kafalı, anlayışsız, cahil ve çağı anlayamamakla suçlayarak aslında “sen” dilini kullanıyorlar. Oysa iletişim hâdisesi tekdüze kuralları olan, bir satırlık formülle ifade edilecek bir süreç değildir. Çocukla iletişimin ayrı kuralları vardır, gençle iletişimin ayrı kuralları vardır. Hakeza yetişkinle ve ihtiyarla iletişimin de ayrı kuralları, riayet edilmesi gereken hassasiyetleri vardır. Kaldı ki, eğitim sürecinde bile çocuk eğitimi ile yetişkin eğitimi farklı pedagojik ve androgojik iki ayrı bilim dalının konusudur.
Gençlerle iletişimde üsluba dikkat çekmiştik, yine buradan devam edersek, gençler kendilerine dayatılan hiçbir şeyden hoşlanmadıkları gibi nasihat ve tavsiyelere de kapalılar.
Thomas Gordon, “Etkili Ana-Baba Eğitimi” isimli kitabında genellikle ebeveynlerin kullandığı “Tipik On İki” denilen sözlü tepkileri şöyle sıralar: “(1) Emir vermek, yönlendirmek; (2) uyarmak, gözdağı vermek; (3) ahlâk dersi vermek; (4) öğüt vermek, çözüm ve öneri getirmek; (5) öğretmek, nutuk çekmek, mantıklı düşünceler önermek; (6) yargılamak, eleştirmek, suçlamak, aynı düşüncede olmamak; (7) ad takmak, alay etmek, yorumlamak, analiz etmek, tanı koymak; (8) övmek, aynı düşüncede olmak, sürekli olumlu değerlendirme yapmak; (9) güven vermek, desteklemek, avutmak, duygularını paylaşmak; (10) soru sormak, sınamak, çapraz sorguya çekmek; (11) sözünden dönmek, oyalamak; (12) alay etmek, şakacı davranmak, konuyu saptırmak.”[iii]
Bu sayılan tepkiler, gençler üzerinde olumsuz etkiler yapar ve onları iletişimi kapatır.
“Biz anamıza, babamıza, büyüklerimize asla böyle saygısızlık etmiyorduk” gibi yaklaşımlarla başlayan diyalog, anında iletişimi koparıyor. Madalyonun diğer tarafından bakıldığında da gençler, büyükleri ile nasıl iletişim kuracaklarını bilmiyorlar.
Sonuç
Üstün Dökmen’e göre insanın çevresi ile kuracağı iletişim, kendi içinde başlar. Kişilerarası iletişim sürecindeki bir insan, kısa sürelerle hem bilgi kaynağı, hem de alıcı olmaktadır. Bilgi kaynağı olduğunda bilgi üretmeye, hedef olduğunda ise gelen bilgileri yorumlamaya çalışan bu kişi, her iki durumda da iç iletişim gerçekleştirmek zorundadır. Kişiler kendi içlerindeki iletişimlerin yanı sıra iç çatışmalar da yaşarlar. Kişilerin bilinç dışlarındaki ve bilinçlerindeki birtakım dinamikler iç çatışmalarına yol açabilir.[iv]
Dökmen’in Festinger’den aktardığı bilgilere göre, sahip olduğu bilgiye/tutuma aykırı bir davranışta bulunan kişi bilişsel çelişkiye düşer (rahatsız olur). Bu çelişkiden kurtulabilmek için şu üç yoldan birisine yönelir: (1) Davranışını değiştirir, (2) tutumunu değiştirir ya da yeni bilgiler edinerek o konudaki mevcut bilgisini değiştirir, (3) psikolojik savunma mekanizmalarından birisini, örneğin mantığa bürümeyi kullanarak çelişkisinin yarattığı rahatsızlıktan kurtulmaya çalışır.[v]
Z kuşağı ile sağlıklı iletişim kurmaya çalışırken günümüz dünyasının nereye gittiğini de bilmek gerekir. Televizyonla başlayan ve internet ile artık zirve yapan sınırsız erişim, bir anda mesafeleri ortadan kaldırarak farklı millet ve kültürler ile iletişim kurulmasını kolaylaştırdığı gibi birbirinden olumlu ya da olumsuz etkilenmenin de önünü açtı. Dün “Çocukları sokaklar büyütüyor” diye hayıflanan ebeveyn tepkisi sırasıyla “Çocukları televizyon dizileri ve filimler eğitiyor”dan artık “Çocukları internet ve sosyal medya eğitiyor, şekillendiriyor” şekline evrildi. Bu çağ, sınırları ortadan kaldırdığı gibi, toplumsal kuralları ve hatta çoğu kez yasaları da etkisizleştirdi. Gençleri bu akımdan korumak ve onları bu akımdan tecrit etmek artık imkânsız. Artık ebeveynler de bu çağı tanıyıp ona göre pozisyon almak zorundalar.
Kendini yenilemeden, esnek ve anlayışlı olmadan, kendi kişisel gelişimine yatırım yapmadan Z kuşağı ile iletişim kurmanın kendi içinde güçlükler barındırabileceği dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Z kuşağı gençlerle iletişim kurmak için öncelikle yetişkinlerin yenilenmesi, gelişmesi, esnek bir iletişim dili kullanması ve hızlanması gerektiği konusunda gayretler artırılabilir.[vi]
Burada gençlerin çağın bu korkunç girdabına kapılıp oraya buraya savrulmasının önüne geçmek için onlar üzerinde politikalar geliştirme sorumluluğu olan kurumlara da önemli görevler düşmektedir. En başta sanal âlemi başıboşluktan kurtaracak ciddî yasal düzenlemeler şarttır. Okullarda sosyal medya ve internet okuryazarlığı ile ilgili farkındalık yaratacak eğitimler düzenlenmeli, hatta dersler konulmalıdır. Aile Bakanlığı başta olmak üzere ilgili kurum ve STK’lar aileleri de bu konuda bilinçlendirecek faaliyetler içine girmelidir. Burada kullanılacak eğitim materyali ve dil de çok önemlidir. “Şunu yapın, bunu yapın” gibi uygulamada imkânsız olan talimatları alt alta sıralamakla bir sonuca gidilemez.
Gençler de anlaşılmayı beklerken karşılarındakileri anlamayı öğrenmelidirler. Burada da iş tüm bileşenleri ile hem kurumları, hem de aileyi ilgilendiriyor. Gençleri ötelemeden, onlara da bazı sorumluluklar vererek sürece dâhil etmek gerekir.
Gençlere verilmesi gereken değerler eğitimi, kültürel kodlar, sosyal hayatla ilgili sorumluluklar artık çağın diline göre yeni bir üslup ve formatta aktarılmalı. Bu konuda çalışan eğitimcilere, psikologlara ve sosyologlara imkân sağlanmalı ve pratiğe yönelik elde edilecek bulgular hayata geçirilmelidir. Özellikle üniversitelerdeki hoca kaprisleri, adaletsiz ve keyfî uygulamalara son verilmelidir. Öğrencinin başarısı ölçülürken dersi veren hocanın da başarısı ölçülmelidir. Bir hoca sınava giren 99 gencin 90’ını dersten bırakabiliyorsa, kendisi de bunun hesabını verebilmelidir. Yurtların yönetimi de temizlik ve kaliteli hizmet konusunda daha duyarlı olmalıdır. Öğrenciler okul ve yurt yönetiminde söz sahibi olmalıdır.
Ayrıca sadece yollar ve binalar yaparak, modern şehirler kurarak gençleri etkileyemeyeceğimizi bilmemiz lâzım. Teknolojide açık pazar olmaktan kurtulmak zorundayız. Bugün gençlerin en büyük itirazı olan, kaliteli marka bir telefonu, bir bilgisayarı, tableti pahalılıktan alamamak gibi şikâyetlerin önüne geçmek için bunları artık kendimiz üretmeli ve dışa bağımlılıktan kurtulmalıyız. İnanıyorum ki, bu konuda bir seferberlik başlatılsa en başta gençlerimiz bu süreçte gönüllü olarak vazife alacaklardır.
Z kuşağından elif kuşağına geçebilmek için çok önemli örneklerimiz var. Hazreti Peygamber zamanında Hazreti Ali gibi gençlerin mücadeleleri, genç yaşta sultan olup İstanbul’u kendi tasarladığı teknoloji ile fetheden Fatih Sultan Mehmet ve günümüzde savunma sanayimizin yüz akı Selçuk Bayraktar ve ekibi en güzel misâllerden... Yeter ki bu örnekleri doğru bir dil ve uygun bir üslup ile gençlere anlatabilelim.
[i] Tutar, H., Yılmaz, M.K. ve Erdönmez, C. (2003). Genel ve Teknik İletişim. 1. Baskı. Ankara: Nobel.
[ii] Nadir Çomak, Z Kuşağı İle Hassas İletişim Nasıl Kurulur?, https://baskamecra.com/
[iii] Thomas Gordon, Etkili Anne Baba Eğitimi (EAE), Profil Kitap, 2009
[iv] Üstün Dökmen, İletişim Çatışmaları Ve Empati, Sistem Yayıncılık, 31. Baskı, s:21
[v] Dökmen, age. s:22