HİÇ unutmam, orta
ikinci sınıfa gidiyordum, Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” hikâyesini okumuş ve
sonunda ağlamıştım. Daha sonra aynı hikâyeyi anneme okuduğumda o da duygulanmış
ve gözyaşlarına engel olamamıştı. Hikâyede, ağabeyinin iftirasına mâruz kalan
Hasan’ın, haberinin olmadığı bir olaydan dolayı babası tarafından
cezalandırılması ve hastalanıp ölmesi bizi oldukça etkilemişti.
Orta
üçe giderken, Türkçe öğretmenim sınıftaki herkese “en çok sevdiği yazarı”
sormuştu. Ben hiç düşünmeden “Ömer Seyfettin” demiştim. O da “Ömer Seyfettin,
dilimizin sadeleşmesi için uğraş vermiş yazarlardandır” demişti. Öğretmenimin
bu sözünden Ömer Seyfettin’in bir özelliğini daha öğrenmiştim.
Sonraki
yıllarda Ömer Seyfettin, benim favori yazarlarımdan biri oldu. Hemen hemen
bütün hikâyelerini okudum. Öğrencilerime de tavsiye ederek birçoğunun okumasına
vesile oldum.
Ömer
Seyfettin, adına “olay hikâyesi” de denilen klasik hikâyecilik anlayışının bana
göre ülkemizdeki en önemli temsilcisidir. 1920 yılında vefat etmesine rağmen bu
sahadaki öncülüğünü hâlâ muhafaza etmektedir. Onun, hikâyelerinde olayı ele
alış, işleyiş ve anlatış tarzı birçok kişi gibi beni de etkilemiştir. İtiraf
edeyim ki, bazı hikâyelerimde onun üslûbundan izler vardır.
Hayatı
Ömer
Seyfettin, 11 Mart 1884 tarihinde (Rumî takvime göre 28 Şubat 1299),
Balıkesir’in Gönen ilçesinde doğdu. Babası, Yüzbaşı Ömer Şevki Efendi’dir.
Askerî okulları bitirmeden, sonradan orduya katılmış ve subay olmuştur. 1881’de
Gönen’e tayin edilmiş, burada yaklaşık on yıl görev yaptıktan sonra İnebolu ve
Ayancık’ta çalışmış ve binbaşı rütbesinde iken emekli olmuştur. Ömer
Seyfettin’in annesi Fatma Hanım, İstanbul’un tanınmış ailelerinden birinin
kızıdır.
Ömer
Seyfettin’in ilk yılları, kışları Gönen’deki bahçe içindeki evde, yazları ise
Karalar köyü yakınındaki çiftlik evinde geçer. Bu yıllardaki tek arkadaşı,
kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Hasan’dır. Ömer Seyfettin, bu mutlu
yıllara ait anılarını “And” hikâyesinde anlatmıştır.
Küçük
Ömer, dört yaşında iken kâğıt ve kaleme olan ilgisinden dolayı mahalle
mektebine gönderilir. Yedi yaşında iken babası Ayancık’a Askerlik Şube Başkanı
olarak tayin edilince Gönen’den ayrılırlar ve Ömer, Ayancık’ta sübyan mektebine
gider.
Ömer’in okulda yeterli öğrenimi görmediği kanaatine varan ailesi, onu İstanbul’a getirir ve Aksaray’daki “Mekteb-i Osmanî” ye yazdırır. Burası özel bir okuldur ve yabancı dil olarak Fransızca öğretilmektedir. Yazar bu okulu “Açık Hava Mektebi” adlı hikâyesinde anlatmıştır. Ömer bu yıllarda annesiyle beraber dedesinin Kocamustafapaşa’daki konağında kalmıştır.
Ömer’in
yeni okulda da istediği gibi yetişmediğini gören babası, onu okuldan alarak
Eyüp’teki “Askerî Baytar Rüştiyesi” ne yazdırır. Yatılı olan bu okulda Ömer’i
subay çocuklarının okuduğu özel sınıfa alırlar. Bu sınıftan mezun olanlar,
doğrudan “Kuleli Askerî Lisesi”ne alınmaktadır.
Ömer
bu okulda bazı arkadaşlarıyla beraber “Osmanlı Dram Kumpanyası” temsillerine
devam etmiş ve bunun etkisiyle piyes yazma denemeleri yapmıştır. Okulda
öğrenimine devam ederken gözlerinden rahatsızlanan Ömer, hava değişikliği için
babasının yanına, Ayancık’a gönderilir. Ömer burada yalnız ve sıkıntılı bir yıl
geçirir. Rahatsızlığı geçince tekrar okuluna döner ve 1896 yılında “Askerî
Baytar Rüştiyesi”ni bitirir. Kuleli Askerî Lisesi yerine arkadaşı Aka Gündüz’le
beraber “Edirne Askerî Lisesi”ni tercih ederek oraya kayıt yaptırır. Bu okulda
okuduğu yıllarda edebiyatın değişik türlerine ilgi duymuş ve yazı çalışmalarına
başlamıştır.
1900’de
“Edirne Askerî İdâdisi”ni bitirir. Okulu bitirince İstanbul’a gelir ve “Mekteb-i
Harbiye-i Şahane”ye kaydolur. Bu okuldaki ciddiyet ve disiplin havası, Ömer
Seyfettin’in mizaç ve davranışlarını etkilemiştir. Düzenli olarak spor
yapmakta, edebiyat ve matematiğe ilgi duymakta ve şiirler yazmaktadır.
Makedonya’daki
karışıklık nedeniyle 1903 yılında Harp Okulu’ndan sınavsız mezun edilen Ömer
Seyfettin, piyade asteğmeni rütbesiyle merkezi Selânik’te bulunan Üçüncü
Ordu’nun İzmir Redif Fırkası’na tayin edilir. İzmir’de göreve başlayan Ömer
Seyfettin, Kuşadası’ndaki redif taburuna gönderilir. Burada kaldığı üç yıl
içinde yazdığı şiir ve hikâyeler, Selânik’te yayınlanan “Çocuk Bahçesi” ve
“Kadın” adlı dergilerde takma isimlerle yayınlanmıştır.
1908’de
İzmir’deki “Jandarma Zabitan ve Efrad Mektebi”ne öğretmen olarak tayin edilir.
Bu yıllarda Çakırcalı Efe ve diğerleri, İzmir ve civarından haraç
toplamaktadırlar. Ömer Seyfettin, Jandarma Okulu’ndaki öğretmenliğinden sonra
teğmenliğe yükseltilir ve Üçüncü Ordu’nun Selânik’teki nizamiye taburlarına,
oradan da Serez’e bağlı Menlik ilçesinin Razlık kasabası yakınlarındaki Yakorit
köyü sınır birliğine komutan olarak gönderilir. Bundan sonra Ömer Seyfettin
için zor yıllar başlamıştır. Akşama kadar dağlarda eşkıya ile mücadele
etmektedir.
Bir
süre sonra Manastır’ın Pirlepe ilçesine tayin edilir. Cavit Paşa’nın maiyet subayı
olur. Çeşitli ilçelerde (Velmefçe, Osenova, Pirbeliçe, Serez, İştip, Babina,
Demirhisar, Cuma-yı Bâlâ, Köprülü) kısa süren görevlerde bulunur. Gündüzleri
dağlarda eşkıya takip etmekte, geceleri de kitap okuyup arkadaşlarına mektup
yazmaktadır. Bu arada Selânik’teki yayın hayatını da takip etmekte ve Ali Canip
Bey ile mektuplaşmaktadır.
1909’da
üsteğmen olur ve Köprülü’deki Askerî Rüştiye’de beden eğitimi öğretmeni olarak
çalışır. Sınır boylarında geçirdiği iki yıl boyunca karşılaştığı olaylar ve
yaptığı gözlemler, Ömer Seyfettin’in fikrî ve siyâsî görüşlerini oldukça
değiştirmiştir. Artık yeni Türk milliyetçi akımının görüşlerini
benimsemektedir.
Aklında
gerçekleştirmek istediği bazı projeler vardır. Bunlar için ordudaki görevinden
istifa ederek Selânik’e gider. Gitmeden önce “Genç Kalemler” dergisine “Yeni
Lisan” başlıklı bir yazı göndermiştir. Bu yazı, derginin 18 Nisan 1911 tarihli
ilk sayısında imzasız olarak yayınlanmıştır. Böylece Ömer Seyfettin de “Yeni
Lisan Akımı”nın öncülerinden olmuştur. Bu sıralarda Ziya Gökalp ile tanışırlar.
Selânik’e
gelen Ömer Seyfettin, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”ne üye olur. Genç Kalemler
dergisi bu topluluğun yayın organıdır. Bu tarihten sonra hikâyeleri bu dergide
yayınlanmaya başlar (Bahar ve Kelebekler, Pamuk İpliği, İrtica Haberi, Bomba). Ömer
Seyfettin’in milliyetçilik duygularının gelişmesinde Ziya Gökalp’in etkisi
büyük olmuştur.
Türk-İtalyan
Savaşı’ndan sonra (Trablusgarp) 8 Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşları
nedeniyle 10 Ekim 1912’de tekrar orduya çağrılır. Önce Garp Ordusu 39’uncu
Alay’da görev alır, Komanova’da Sırplara karşı savaşır. 24 Ekim 1912’de
Komanova Meydan Savaşı kaybedilince Arnavutluk’a doğru geri çekilirler. Sonra
onun birliğine Yanya Kalesi’nin savunulması görevi verilir. Haftalarca süren
kuşatmadan sonra Yanya Kalesi, Yunanların eline geçer ve Ömer Seyfettin esir
düşer (18 Ocak 1913).
Atina
yakınlarındaki Nafliyon kasabasında bir yıla yakın esir kalır. Bu sürede de
yazı çalışmalarını devam ettiren Ömer Seyfettin, 28 Kasım’da esaretten
kurtulur. 17 Aralık 1913’te İstanbul’a gelir ve annesini çok hasta bulur.
Arkadaşı Ali Canip’e yazdığı mektubunda (18 Aralık 1913) annesinin hastalığı
hakkında şunları yazmıştır: “Sevgili Cânib’im, dün İstanbul’a geldim. Bugün,
işte sana bu mektubu yazıyorum. Vapur Çanakkal’a’da durmadı ki çıkayım… Annem
hasta ve galiba ölecek; çünki pek zayıf ve harab gördüm. Zaten altmış yaşını
geçmiş. Şimdi kan tükürüyor.”
Annesi
ölünce, babası başka bir kadınla evlenip İstanbul’u terk etmiştir.
Ömer
Seyfettin’in İstanbul’a alışması kolay olmamıştır. Yalnızlık duyguları
içindedir ve para sıkıntısı başlamıştır. Ziya Gökalp’in de yardımıyla Türk Sözü
dergisinin başyazarlığı görevine getirilir. Artık iyiden iyiye Ziya Gökalp’in
fikirlerinin etkisi altına girmiştir. 1914 yılında Kabataş Sultanisine edebiyat
öğretmeni olur. Ölene kadar bu görevini devam ettirmiştir.
1915’te
düzenli bir aile hayatı yaşamak için evlenmek ister. Bu fikrini arkadaşlarına
açar. Onlar da İttihat ve Terakki Partisi’nin ileri gelenlerinden Doktor Besim
Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’ı tavsiye ederler. Kızın babası önce bu işe
karşı çıkar, fakat aracıların ısrarları sonucunda razı olur. Calibe Hanım,
Kadıköy’deki Fransız Mektebi’nde okumuş, modaya düşkün, ince, zarif bir
bayandır. Önce nişan merasimi olur. Bir süre sonra da evlenirler. 1916’nın
Aralık ayında bir kızları olur. Adını Fahire Güner koyarlar.
Aradan
zaman geçtikçe, mizaçlarındaki farklar nedeniyle eşiyle anlaşmazlıklar yaşar.
Araya giren dostları da bunların arasını düzeltemeyince evlilik daha fazla
yürümez ve 3 Eylül 1918’de boşanırlar. Yazar, 4 Eylül tarihli günlüğünde,
“eşinin alafrangalık müptelası olduğundan dolayı” anlaşamadıklarını yazar.
Eşinden
ayrılan Ömer Seyfettin, Kalamış’ta bir ev tutar. İlk altı ay psikolojik olarak
çok sıkıntılı günler geçirir. Moral bozukluğu, sağlığını da bozmuştur. Dört ay
boyunca hiç yazı yazamaz. Bu sıkıntılı dönemi arkadaşlarının yakın ilgisi
sayesinde atlatır ve yeniden yazı ve hikâyeler yazmaya başlar.
Ölümüne
sebep olan hastalığın ilk belirtileri 1917’nin sonlarında görülmeye başlamış,
fakat Ömer Seyfettin bunu ciddîye almamıştır. Hastalık içten içe ilerlemiş ve
1920’nin başlarında ciddî olarak rahatsız etmiştir onu. Ömer Seyfettin yine tedaviye
gereken önemi vermez ve çalışmalarına devam eder. Fakat son birkaç gün içinde
dikkat çekecek kadar zayıflamıştır.
4
Mart’ta aniden fenalaşır. Arkadaşları Ömer Seyfettin’i Haydarpaşa Tıp
Fakültesi’ne götürürler. 6 Mart 1920 Cumartesi günü, saat 13:30’da, hastanede
vefat eder. Doktorlar ölüm sebebinin şeker hastalığı olduğunu söylerler.
Oldukça genç bir yaşta, 36 yaşında iken vefat eden Ömer Seyfettin, Kadıköy
Kuşdili’ndeki Mahmut Baba Mezarlığı’na gömülür. Sonraki yıllarda mezarlıktan
yol geçeceği için kabri Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’na nakledilir. Buradaki
mezarı, Ali Canip Yöntem tarafından yaptırılmıştır.