Genç kızlar ve aileleri (1)

Bazen yaşadıkları hayatın refah düzeyini beğenmeyen, bazen de anne-babasına duydukları öfke ve sevgisizlik nedeniyle isyana düşen genç kızlar, çareyi aile dışındaki bireylerde arıyorlar. Ya ilk gördükleri erkeği kurtarıcı yerine koymakla ya da bir arkadaş ortamını aile olarak benimsemekle ilk kaybı veriyorlar. Çünkü kendilerine uzatılan el çok büyük bir yüzdeyle verici değil, alıcı olmanın derdinde...

Kaçış nereye?

HAYATÎ odaklarımızda çok uzun yıllardır bir aritmi var. Genç kızlar, aile içindeki birtakım sorunları öne sürerek, hayatlarını yaban ellere teslim etmekte hiç endişe duymuyorlar. Anne-babaların davranış ve sosyal refah düzeyi, genç kızların bu rizikolu yaşam biçimlerini tercih etmelerinde yeter şart mı, sanmıyorum. Daha ziyade, birtakım çevresel, ailesel ritimler ve hoşa gitmeyen iletişim modelleri, genç kızlar için dışa açılmada son derece güçlü bahaneler olarak sıralanıyor gibi.

Fakat buradaki kaygı, anne-babaların uğradıkları haksızlığın boyutlarını hesap edebilmek değil. Kendilerini son derece haklı saiklerle başka hayatlara atan genç kızların başlarına gelenler, kimin haklı, kimin haksız olduğu çatışmasını son derece sönük bir kaygı olarak çöp kıymetine eriştiriyor. Çünkü bu tarz hayatların içinden sağ çıkabilen genç kızlar, büyük yaralar almış olarak hayatlarına aynı çöküntü üzerinden devam ediyorlar. Ne var ki, gençliğin verdiği özgüven duygusu ve bilhassa aileye duyulan yapay ve bazen de son derece haklı öfke birikimleriyle hayatlarını bir enkaza çevirecek adımları atarken hiçbiri tereddüt etmiyor. İşin daha da vahim tarafı şu ki, ailelerini terk edip yaban hayatlara atılan genç kızlar, bu hareketlerinden ancak başlarına çok büyük belâlar geldiğinde pişmanlık duyabiliyorlar. Bu vaziyete eriştiklerinde geri dönüşümü imkânsız kayıplar da vermiş oluyorlar.

Suç kimin? Bu ailevî ritmin bozulmasında en büyük pay kime ait?

Evvelâ anne-babalara birkaç kelâm etmek gerek. Fakat benim asıl muhatabım genç kızlar. Çünkü onları aile dışındaki tenakuzlu yaşam biçimlerinin içine çeken uyaranlar, kendi kendilerine ceza vermekten başka bir işe yaramıyor. Fakat bunun farkında bile değiller.

Basmakalıp da gelse bazı gayretler, ailedeki dinamiği sağlam tutabilmek ve dağılıp un ufak olmanın önüne geçebilmek adına zaruridir. Bunlardan ilki ve en etkin olanı, aile içindeki ahlâkî ve İslâmî eğitimin çok güçlü temeller üzerine atılması gerekliliğidir. Yazının bu kısmında, sıkça duydukları nasihatlerden bir derleme olacağı kaygısına kapılıp okuma gayretinden düşenler olacaktır. Ama bazen defalarca ve defaatle işitilen nasihatlerin hayatlar içinde pratik bir karşılığının bulunmayışı, ufacık nüansların es geçiliyor olmasından kaynaklanıyor. O hâlde birkaç satır daha tahammülleri zorlamak, belki de bütün bir ailenin geleceği açısından son derece isabetli olabilir.

Ahlâk ve din eğitiminin bir aile içindeki yeri, o ailenin kalp sağlığı açısından tahmin edilemeyecek kadar ehemmiyetli. Şöyle ki, eğer aile içinde sevgi, maddî-manevî imkânlar, yüksek refah seviyesi, bireyler arası iletişimde başarı gibi pek çok kriter sağlanmış dahi olsa ahlâkın ve dinin temel kaideleri maya tutmadıysa, fire vermek de kaçınılmaz olacaktır. Çünkü ruhî boşlukları ancak manevî değerlerle doldurmak mümkündür.

Çok iyi anlaşmak, çok rahat yaşamak, çok mutlu olmak ve aranan tüm dünyevî kolaylıklara erişebilir olmak, aile içindeki gedikleri kapatmaya yetmez. Bunlar ancak günü kurtaracak noktalar. Şayet bunları destekleyen ve niteliğini iyileştiren manevî değerler dikkate alınmazsa, birtakım sarsıntılar ve hatta yıkımlar kaçınılmaz olacaktır. Bu, tıpkı bir evin dış aksamı ile iç niteliği arasındaki farkın meydana getireceği yıkıma benzetilebilir. Siz bir binayı, bir evi iç odaları ve dış kompozisyonu dâhil en güçlü taşlar ve tuğlarla örseniz, boyasını, süsünü, kapısını, penceresini en gösterişli, işlemeli ve fonksiyonel aparatlarla destekleseniz, o binanın/evin temeli sağlam değilse, temelde olması gereken dayanaklar yerine geniş boşluklar mevcutsa yahut temeli oluşturan mekanizmalar gerekli mukavemete haiz değilse, yıkım (hiç olmazsa sarsıntı) kaçınılmazdır. Şimdi görünen alayişin sizi aldatmasına izin vermeyin ve temelde neler eksik, gelin, bir kez daha gözden geçirin!

Sağlam temel nedir? Din ve ahlâk eğitiminin sağlam temeller üzerine oturtulması ne anlama gelir? Çok yüksek bir ilim ve o ilmin nesilden nesle aktarımı mı sağlam bir temel oluşturur?

İşte işin en can alıcı kısmı burası! Ailedeki ahlâkî ve İslâmî gelişimin illâki yüksek ilmî değerlerle oluşturulması gerekmez. Elbette bu olduğunda o aileden âlimler çıkacak, yalnızca kendi çevresine değil, çok daha geniş kitlelere fayda verecektir. Fakat beklenti bu değil. Aslolan, var olan aslî ölçülere uygun bir yaşam biçimi benimsemektir. Hiçbir anne-baba, gayretine düşmediği bir hareketi kendi evlâdına söz ve nasihat yoluyla aktaramaz. Hatta sözü, nasihati de geçtim, zorla ve zorbalıkla da bunu başarabilemez. Aile içinde bir doğrunun başka bir odağa aktarılması söz konusu olduğunda ancak tatbikat ile gerçekleştirilebileceği akılda tutulmalıdır. Çocukların ve gençlerin öğrenme biçimi söze ve sese dayalı olsa da öğrendiklerini hayatlarına geçirebilmede görsel-işitsel ve uygulamalı eğitime ihtiyaç duyarlar. Evde kavga ortamı hâkimken çocuğuna kavga etme önerisinde bulunan bir anne-baba ne kadar başarılı olabilir, varın, siz hesap edin. Çalıp çırpan bir babanın hak yememek üzerine yaptığı bir konuşma ne kadar etkindir? Geceleri âlem yapan bir ebeveynin evlâdına geceyi evde geçirmesi hususundaki öğütleri ne kadar dikiş tutar? Örnekler çoğaltılabilir.

Doğru yaşamadan doğruyu vermek, aktarmak ve muhatabından bu karşılığı ummak akla yatkın değil. Yüksek bir ilim ve eğitim seviyesinden bahsetmiyorum, ahlâkî ve İslâmî bir yaşam biçimi benimsemeden gençlerin doğru bir istikamet üzerine olmasını beklemek, hayâlperestlikten öteye geçemez.

Bu kısmı burada noktalamalı.

Asıl muhatabım, gençliğinin baharında, varlığını, değerini, geleceğini ve tüm umutlarını bir öfkeye kurban eden genç kızlar…

Bazen yaşadıkları hayatın refah düzeyini beğenmeyen, bazen de anne-babasına duydukları öfke ve sevgisizlik nedeniyle isyana düşen genç kızlar, çareyi aile dışındaki bireylerde arıyorlar. Ya ilk gördükleri erkeği kurtarıcı yerine koymakla ya da bir arkadaş ortamını aile olarak benimsemekle ilk kaybı veriyorlar. Çünkü kendilerine uzatılan el çok büyük bir yüzdeyle verici değil, alıcı olmanın derdinde. Fakat dönüp ailesindeki sevgisiz ortamı teneffüs eden genç kız, dıştan uzatılan bu elin sahibindeki sevgi dolu ifadeye çok çabuk aldanabiliyor. Öyle sevecen, öyle tatlı bir ifade ki bu, uzanan elin vermek için değil, almak ve hatta yıkmak için uzandığını göremiyor. Zaten ailesine öfke duyan benliği, onu, uzanan bu sahte yardım elini tutma konusunda çok hızlı bir şekilde ikna ediyor.

Fakat sayısal, veri odaklı ve deneyimsel sonuç şu ki, genç kızların uzanan bu elleri tuttuktan sonra başlarına gelenlerin bir ortalaması var. Başlıklar değişse de bu vasat, genç kızın hayatını mahvetmesiyle sonuçlanıyor. Çünkü ya üzerinden para kazanılması umulan bir meta hâline sokuluyorlar ya da insanın değerini alaşağı eden işlerde çalıştırılarak müreffeh bir yaşam vaadiyle uyutuluyorlar. Bu yolda da çok kez yasaklı maddelere duçar ediliyorlar. Çünkü yönetilmeleri gerekiyor. Birini yönetmek için öncelikle akıl sağlığıyla oynamak gerekiyor. Ve aklı uyuşturmak, akıl sağlığını yok etmenin en kestirme yolu.

Bir başka handikap ise arkadaş ortamları. Özgür, aile baskısı olmadan yaşayan ve çok mutlu bir profil çizen arkadaş grupları, ailesiyle sorun yaşayan gençleri ağına düşürüyor. Hâlbuki o özgürlük kisvesi altında karanlık öyküler var. Fakat genç kızlar bu “özgür yaşam” dedikleri bataklığı öyle süslü ve can alıcı görüyorlar ki atlamak için bir dakika durup da “Ya batarsam?” kaygısı bile taşımıyorlar. Battıklarında ise çok geç oluyor.

Diğer bir yıkım, “aşk”. Ah bu aşk dedikleri duygunun yapay, hormonlu ve modern üretimleri yok mu? Çağımızda genç kızların hayatını mum gibi söndüren duygu-durumların başında geliyor. Ne yazık ki bir genç kız âşık olduğunda gözlerine perde iniyor ve karşıdakinin ahlâk, eğitim, edep, iş-güç, aile gibi değerlerini ölçme gereği bile duymuyor. Hatta bu değerlerden ne kadar yoksun olursa genç kızın ikna olma süreci kısalıyor. Çünkü aradığı şefkati aile içinde bulamayan birey, şefkat vereceği ve şefkat göreceği bir mihrak bulmanın hevesine kapılıyor. Hâlbuki hiçbir ailevî değeri ve ahlâkî çizgisi bulunmayan maşukun, genç kızın hayatını karartmak gibi bir misyonu var.

Bütün bu yeni hayat heveslerinin vardığı yer ise pişmanlık. Anne-babaların eksikleri yok mu? Gırla! Hayat bazen hiç de arzulanan seviyede bir ferahlık vaat etmiyor, doğru. Ama asla çözüm aile dışında değil. Bu yolda çözüm arayan genç kızlar, ya bir adam tarafından aşağılanarak yaşayacakları yeni bir esarete çekiliyor ya da öldürülüyorlar.

Kızlar bir şeyi unutuyor olmalılar. Bir kızı, ailesi ne kadar yanlış da olsa, ailesinden kopartıp yalnız kendine bağımlı hâle getirenler, asla sevgi ve şefkatten nasiplerini almış olamazlar. Ne kadar aşk ve sevgi dolu bir tavırla da yaklaşsalar, bu süslü kutunun içinde küflenmiş bir kalpten başkası çıkmaz.

Kendisine saygısı olmayan, değerli bir yaşam biçimi benimsemeyen, ailesine kıymet vermeyen bir erkeğin eşi olmak adına ailesini hiçe sayan genç kızların yüzde doksan dokuzu, “Annemi babamı dinlemedim, hayatımı mahvettim” mottosuna er geç varıyorlar. Bu aşamaya gelmeden evvel aşkın önce aileden başladığını, aşk gibi asil bir hissedişin tek bir kişiye bağımlılık olmadığını keşfetmek gerekiyor. Birini severken, ailesini, çevresini daha çok seven, yaptığı işe saygı duyan, zarar değil fayda vermek için gayret eden bir kalbe evrilmiyorsak, sevgiyi, aşkı bir tutsaklık ve bağımlılık olduğunu zannediyorsak, birini severken herkese, anne-babaya, kardeşe düşman kesiliyorsak, buradaki nesne-özne asla aşk ve insan değildir. Burada ancak hastalıklı bir bağımlılık duygusu ile hasta bir kalpten söz edilebilir. Ailesinden kurtulmak için aşka-arkadaşa bel bağlayanların abad olduğu henüz görülmedi.