KAPI çaldı. Hiç beklemediği bir anda yakalanmıştı bu sese. Hazırlıksızdı. Hazırlık yapabilirdi aslında ama o kadar uzun zaman olmuştu ki habersizce çalmayalı. “Belki market görevlisi ya da yemek siparişimdir” dedi ama hayır hayır öyle bir talepte bulunmamıştı.
Akıllı sistem kullanan site güvenliğini aşmak da öyle kolay değildi. Komşuluk ilişkileri desen, pek kalmamıştı. Halbuki çok da sosyal biriydi. İlk gördüğü kişi ile hemen muhabbete girer, bir iki saat içinde “can ciğer kuzu sarması” olabilirdi. Ne olmuştu da yalnızlık kaderi olmuştu!? Bunun hiç mantıklı bir açıklaması yoktu onun için. İlerleyen yaşının getirdiği zorluklar, evlatlarının yoğunluğu ve yokluğu derken ya bu evde arada bir gelen yabancı uyruklu kadınla yaşamaya mecbur kalacak ya da huzurevi dışında da başka seçeneği olmayacaktı. Kalmamıştı o eski dostluklar da. Gençken, şöyle canlı kanlı kimler kimler gelmişti hayatından halbuki.
En masum yılları baba evinde geçmişti. Hoş babası onu çok ezmiş, annesi bir tek ucundan sevmişti onu. En cesur okul zamanlarıydı o beceriksiz öğretmenlere rağmen. Toy zamanları ilk evliliğini yaptığı vakitlerdeydi. Sessiz, sakin biriydi ilk eşi. Ne dese yapar, ne söylese başını eğerdi. Ama yetmemişti bu rahatlık ona. Biraz kendini bulmaya başladığında hayatında pek çok değişiklik yaptı. İlk işi bu sesi çıkmaz adamdan ayrılmaktı. Kızının babasını yanına yakıştığını düşünmediği için boşayıvermişti. Çok üzülmüştü adam. Ama olması gereken buydu. Kendi işi yanı sıra sürdürdüğü sosyal faaliyetler derken yetmiyordu artık bu yol arkadaşlığı ona. Yani nasıl gidebilirdi ki! O parlayan bir yıldızdı sonuçta. Kimsenin anlamadığı bu ayrılıkta çevresine “Kayınvalidemler aile işlerimize çok karışıyordu, aile olamadık bir türlü” dese de, gerçek sebep, hem susturduğu vicdan kasasında duracaktı.
İkinci evliliğini ilkinin tam aksine, daha aktif, daha sosyal çok da genç başka biriyle olmuştu. Mutluydu. Sanki! Sahi mutluluk neydi!? Mal mülk, çoluk çocuk hepsi tamam ama bu da olmamıştı işte. Bu sefer de “Çok sorumsuz, hiçbir şey yapmıyor, hep kendini düşünüyor” diyerek tek seferde silmişti ikinci eşini. Bu evliliğinden olan bir de erkek evladı vardı artık. Hem bağ diyerek hem ayak bağı gibi hissettiği çocuklarını hep çok sevdi! Sosyal medya sayesinde görülen bu sevgi dul bir kadının başarısını yansıtıyordu. Çünkü o bu hayatta en çok anne olmayı sevmişti!
Kimse ama kimse hakketmiyordu onun gibi muhteşem bir insanı. Layığını bulamamıştı bir türlü. Kendine kalmayı seçti. Kendi ayakları üzerinde duracaktı artık. Güçlüydü, kimseye müdânâsı yoktu. Uzun süreli ilişkileri sürdürememesinin sebebi hep yanlış kişilerin karşısına çıkmasıydı. Yoksa düşünebiliyor musunuz her şeyi dört dörtlük yapan biri nasıl yalnız kalsın? Olacak iş değil!
“Bu kadar badireler atlatmış, iki defa boşanmış, iki çocuğuyla yalnız kalmış, sürekli iş değiştirmek mecburiyetinde bırakılmış, kısaca, feleğin çemberinden geçen bu kadının ailesi nerede, diye sorası geliyor insanın.
Aile mi? Onu hep yalnız bırakan, hiç yanında olmayan insan topluluğu mu? Üç kardeşlerdi bir zamanlar. Saliha, Harika, Zümra… O tam ortadaydı. Aslında ilk olması gerekiyordu ama müdahale edemeyeceği tek alan orasıydı. Ondan bir sene önce gelen ablasını kalbinde hiç affedemedi. Yaşadığı her dakikada onu hep ikinci sıraya atılmasına sebep olmuştu çünkü.
Kardeşi ile de boyunduruğundan çıkana kadar iyiydi aslında. Ne zamanki o da varoluşunu keşfetti, onunla da arası Merkür ve Neptün arasındaki mesafeye ulaşmıştı. Yani ne vardı kendini keşfedecek, o zaten onun için uygun olanı düşünüyordu.
Usulca kalktı yerinden. Kapı ve koltuk arasındaki mesafeye 67 yıl sığmıştı. Belki gelen çocuklarıydı, torunlarını getirmişlerdi el öptürmek için. Belki de eski bir dost hatasını anlamış, gönlünü almak için gelmişti. Kalbinde kalan son umudunu kibrinin üstüne çıkarmadı elbet ama yine de güzel şeydi umuyor olmak.
Usulca kapıyı açtı. Karşısında 6-11 yaş arası bir grup çocuk vardı. “İyi bayramlar” dedi çocuklar hep bir ağızdan. Birisi iyi bir temennide bulunuyorsa ne cevap vermek gerekirdi? Bir süre düşündü bu basit soruyu. Aslında ona göre pek basit değildi çünkü eğer senin kontrolün ya da planın dışında birisi sana bir şey söylüyorsa kesinlikle kuyunu kazacaktır. İş hayatında olmak bunu bilmeyi gerektirirdi. Kim kime karşılıksız neden yardım etsin ya da neden selam versin ki! Ya menfaat ya şecaat!
“Size de çocuklar” demek aklına gelmişti nihayet. Eski bir alışkanlık da olsa bu söylemin karşılığı buydu. “Bugün bayram mıymış?” diye geçirdi içinden. Eğer öyleyse bu çocuklara bir şey vermek icap ederdi. Halbuki o vermeye değil almaya alışıktı. En zor hayat hep onundu çünkü. Sağa baktı, sola baktı, nihayet aklında bilmem kaçıncı bayram torunları için aldığı şekerler geldi. Atmayı unuttuğu adımlarını harekete geçirip şekerleri olduğu yerden alıp çocuklara verdi. Koca paket verirken çocuklara “Alın bakalım koca bir paket şeker”dedi gururla. Çocuklar birbirine baktı, nezaketen teşekkür edip yan komşuya yöneldi. O koca paketin sadece dış rengine bakarak tarihinin geçtiğini anlamak çok da zor değildi.
Kapıyı kapatırken kendi kendine hâlâ söyleniyordu. Demek bugün bayramdı, ne de çabuk geçmişti zaman… Artık kapısının tekrar çalabilme ihtimali bir kez daha oluşmuştu. Bayram ya hani, aileler bayramda birbirlerini ziyaret eder. Durdu, yutkunamadı…
Çok sevdiğini düşündüğü ve bu sevginin etkisiyle kırk yılın başı ziyaretine gidip bir iki saat anca durduğu, sosyal medyasında bunu iftiharla paylaşa paylaşa bitiremediği annesini kaybedeli üç yıl geçmişti. Babasını ziyaret için arada bir uğruyor, rutin bir görev icraatı sonrası kendi dünyasına dönüyordu hızlıca. Bayramlarda ise nadiren toplaşıp “hiçbir sorun yok” maskesini takıyor, babası sitem edecek olsa olanca kuvvetiyle üstte kalmaya gayret ederek elinden geleni yapıyordu. Bu onun bir nevi savunma sistemi olmuştu hayatında. Onu eleştirenlere önce “kendine bak” dercesine bulduğu küçücük bir hatasını yüzüne vurur, karşısındakini sesini yükselterek asla konuşmasına müsaade etmez, zaten dinlemek aklından geçmezdi. Karşı taraf bertaraf olmuyorsa bu sefer mazlum maskesini takar ağlar dövünür oradan üst kattaki makamını korumaya çalışırdı. Buda olmadı ise ilk taktiğe geri döner kalan son gücüyle burada direnirdi. Hakikat o ki gerçekten adı gibi harika bir savunma/saldırı tekniği vardı.
Hemen hemen her buluşma, bu tartışmalar gölgesinde geçerdi. Geçmişte yaşayamadıkları her ne varsa hepsini bohçacı teyzeler gibi sermekten hiç üşenmezdi.
Sanki arsalar satılarak yapılan en şaşalı düğün ve çeyiz onun değildi. Sanki doğan bebeğine yapılan abartılı kutlamaların onunla alakası yoktu. Gittiği tatiller, aldığı kıyafetlerin hiçbirine ailesi ön ayak olmamıştı. Sanki o bunların hepsini yok sayıp, onun kusurlu kişiliğine rağmen sahip çıkan ailesinin, onu özelde eleştirdiği için belki de, bulduğu herkese kötüleyen de o değilmiş gibi. Ah bu insanoğlu iyiliği tek kalemde silmeyi ne de marifet sayıyor.
Telefon tüm bu anıların üstüne iki kez çaldı. Üçüncüye yetişemezse muhtemelen bir daha uzun süre çalmayacak. Görüntülü arayan oğlu Altay idi. Okul merasimlerinde küçük çocuklara ezberletilmiş mısralar gibi arka arkaya sıraladı cümlelerini: “Annecim iyi bayramlar, bodruma geçtik gelemedik, dönüşe belki uğrarız.” Derin bir nefes aldı, “Ama oğlum bari bu bayram…” cümlesi daha bitmemişti ki senaryoya hakim oğlu cümlesini tamamladı: “Yani anne haklısın ama biliyorsun, tek iznimiz bayram günleri, dün anca çıktık yola, yoğun da çalışıyoruz malum, hem bak torunların da sana el sallıyor.” Sesi boğazına dizilmişti, “Oğlum dünden uğrasaydınız bari, kaç bayram bir öpüp koklayamadım çocukları” dedi kısık bir sesle. Altay’ın ses tonu kalınlaşmıştı: “Her bayram arıyoruz ya işte, artık pek kalmadı öyle gitmeli bayramlaşmalar. Şartlarımız bunu gerektiriyor malum. Anne hem sen demez miydin, aile bireyleri bağımlı değildir birbirine diye? Şimdi kapatmam lazım, görüşürüz.”
Son cümle Harika’yı paramparça etmişti. Çünkü oğlunun söylediği o cümleyi, kendisi yıllar önce bir bayram arifesinde “Kızım, aile bağlarını koparma bari” diyen babasına kurmuştu.
Artık o, yalnızlığın arifesinde gelmeyecek bayramının pişmanlığı ile baş başaydı…