Gelin, “Derin Bosna”ya kulak verin!

Bosna denince akla ilk ve hep gelen yer Srebrenica. Acının sembol şehri… 10 bine yakın masum insanın, Hollandalı askerlerin gözetiminde katliamının yapıldığı yer… Yollara bakınca ölüme giden muhacirlerin yarı çıplak ve zayıf düşmüş halleri takılıyor gözlerimize. Kazılan her yerden ceset fışkırıyor. Artık sağlam bir ceset aranmıyor. Bir ayakkabıdan artan, bir kemik parçası, çakmak, gözlük gibi özel eşyalardan bir tanesiyle iktifa ediyorlar.

“HAZIRLAN Şair, Bosna’ya gidiyoruz!” müjdesini aldığım günden yazıyı kaleme aldığım zamana kadar geçen sürede göğüs kafesim gökyüzüne dönüştü. Ve o gökyüzünde günlerce pırpır edip uçan binlerce serçeye bedel bir heyecan yaşadım yüreğimde.

Sarajevo’ya indiğimiz ilk gün haricinde hiç otel yolu gözlemedik. Çok yol aldık, uykusuz kaldık, yorgun düştük ama “Derdimizi seviyoruz” diyen on dört yürekle Bosna’yı karış karış gezmekten vazgeçmedik.

Harita üzerinde Bosna-Hersek

1908 yılına kadar Osmanlı sancağı olan Bosna-Hersek’te, Osmanlı’nın çekilmesini müteakip sosyalist bir dönem hâkim oluyor. 51 bin 197 kilometrekarelik yüzölçümü ve yaklaşık 4 buçuk milyon nüfusa sahip Bosna-Hersek, bir bütünü oluşturan üç etnik gruba ev sahipliği yapmaktadır: Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar.

Ülke, yönetim açısından iki entiteye (devletçiğe) bölünmüş durumda: Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti.

Kuzey, batı ve güneyden Hırvatistan, doğudan Sırbistan, yine güneyden Karadağ ile çevrili olup Neum şehrinin bulunduğu yerde Adriyatik Denizi’ne açılan ve limanı olmayan 20 kilometrelik bir kıyıya sahip. Başkenti Saraybosna. Ülkenin coğrafyasının büyük bir kısmını dağlık ve tepelik alanlar oluştururken, yalnız kuzeydoğuda düz bir karakteristik özellik sergiliyor. Kış turizmine elverişli Bosna’da 1984 Kış Olimpiyatları yapılmış.

Tek bağımız “din”

Kulağımızı bir stetoskop gibi dayadığımız her yürek, ağız birliği etmişçesine “Yeni bir Osmanlı açılımına ihtiyaç var” diyordu. Asırlar önce bizi buralara getiren ve yine asırlardır buralarda tutan en mühim sebep, hiç şüphesiz “din”, yani İslam’dır.

Birbirimizi ağabey-kardeş görmemizden tutun da birbirimizden kopmayışımıza/kopamayışımıza ve emanete sahip çıkışımıza varıncaya kadar akla gelen her ne var ise hepsinin merkezinde bu “birlik” bağı etkin. Bugün burada oluşumuzun da sebeb-i hikmeti yine “din”, yani İslam’dır.

Savaş sırasında mağdurlar ve dışarıdan o acıya ortak olan masum ve vicdan sahiplerince yapılan duaların dünyada iken makbul olup olmadığını bilmiyoruz, ama boşa gitmeyeceği de muhakkak.
“Öldükten sonra dirilmeye -ahiret gününe- inanmak”, bizim amentümüzde geçer, o halde yarını imar etmek için bugünün dünyasını ihmal etmemek lazım. Zira din bunu emreder: “Dünya, ahiretin tarlasıdır.”

Mostar Baş İmamı Süleyman Cikotic (Sülyo), “Din, rasyonalist akımlar ile diğer ideolojilerin üzerinde ve apayrı bir yerdedir” şeklinde bir tespitte bulunurken ne kadar da haklı.

Dayton dayatması

Bosna’daki mevcut yönetimin ne olduğuna dair hiç kimsenin net bir bilgisi yok ve konuda yorum yaparken zorlanıyorlar. Dile kolay, tam 3 cumhurbaşkanı, 11 başbakan, 960 bakan ve bin 800 ile 2 bin arasında olduğu rivayet edilen milletvekili sayısı… “Anayasa” dersen, o da yok! Barışı sağlayan tek şey var: Dayton Antlaşması…

Cumhurbaşkanlığı, dönemsel geçişler halinde 8 ayda bir, Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar arasında el değiştiriyor. Koltuk sizde olunca yetki sizde olmuyor ne yazık ki, karar için üçte ikilik çoğunluk şartı gerekiyor. Bosna, nedense hep yalnız kalıyor!

Milli marşları yok. Rehberlerimizin sık sık yinelediği şey şu: “Var da yok! Şöyle ki, bestelenmiş bir yapıt var ama sözü olmayan tek milli marş…”

Eski Yugoslavya’nın efsane lideri Tito’ya ait olduğu söylenen “Sola sinyal ver, sağdan devam et” sözünü o kadar sık duyduk ki, yeri geldi, bunu esprilerimize dahi konu ettik. Aslında burada Tito’nun ülkesini kalkındırma adına yaptığı akıllıca manevrayı görmekteyiz: Komünist gibi görünüp sosyalist davranmak...

Dilleri ve dinleri

Nüfusun yüzde 44'ünü Müslümanlar, yüzde 31’ini Sırplar, yüzde 18’ni Hırvatlar, geri kalan kısmı ise diğer unsurlar paylaşıyor. Başkent Saraybosna Müslüman nüfusun, Sırp Ortodoks Metropoliti’nin ve Katolik Başpiskoposu’nun makamlarının bulunduğu ilginç bir şehir olma özelliğini korumaktadır. Çan sesiyle ezan sesi aynı gökkubede yankılanıyor.

Müslümanların yüzde  90'ı Boşnakça konuşuyor. Bosna-Hersek'in Müslüman olan halkı, kendilerine Türk dedikleri gibi, ayırt edilmek amacıyla bazen Boşnak ismini de kullanmışlar.

Geri dönerken birkaç kelimeyle de olsa Boşnakça öğrendiğimi fark ediyorum. Dobro doşli: Hoş geldiniz!/ Kako ste: Nasılsınız?/ Hvala: Teşekkürler!/ Koliko: Kaç para (ne kadar)?


Milli Mücadele kahramanı Kasumagiç

İlk ziyaretlerimizden birini Bihaç Üniversitesi Kurucu Rektörü İsmet Kasumagiç ile gerçekleştirdik. Genç Müslümanlar Teşkilatı üyesi olması nedeniyle iki kez hapse girip yargılanmış bir mücadele adamı. Foça Hapishanesi’ne konulduğunda Bosna’nın kaderini etkileyen isim Aliya İzzetbegoviç ve arkadaşlarıyla birlikte aynı parmaklıklar ardında tutsak kaldı Kasumagiç. Merhamet Cemiyeti’nde aldığı görevle muhacirlerin birbirine yakınlaşması ve kaynaşmalarını sağladı.

1965 senesinden itibaren Kasumagiç’in Sarajevo’daki evinde Genç Müslümanlar’dan Aliya İzzetbegoviç, Salih ve Ömer Behmen, Vahit Kozariç ile gerçekleşen toplantılar, Bosna’nın tarihini ve kaderini belirler. Eşi Aziyada Hanımefendi ile huzur dolu bir konağı paylaşıyorlar. Bu bilge adama hayatta iken gereken ilgi gösterilmeli, tecrübeleri ve hatıraları gelecek nesillere aktarılmalı. Birçok kahraman gibi Bosna’nın tarihine şahitlik eden, katkı sağlayan isimlerin biyografi çalışmaları yapılmalı.

Sesleniş

Bosna-Hersek, Avrupa’ya açılan kapı özelliğiyle Türk işadamları için sektörel açıdan birçok yatırıma gebe ve keşfedilmeyi bekleyen fırsatlar ülkesi. Başta su kaynakları olmak üzere, su ürünleri konusunda önemli yatırım imkânları sunuyor. Gelin görün ki, ülkedeki doğal kaynakların sadece yüzde 1’i kullanılıyor. Bunu tersine çevirecek Türk girişimciler bekleniyor. Stratejik konumu itibariyle var olan doğal kaynakları ve güzellikleri, Türk müteşebbislerine uygun teşvikler, düşük orandaki vergiler, eğitimli, rekabetçi ve dürüst işgücüyle cazip imkânlar sunuyor.

Fikir teatisinde bulunmak iyi geliyor; işsizlik oranıyla okuma oranı at başı gidiyor ki ikisi de yüksek. Eğitime önem veriyorlar ama istihdam ve içerik anlamında yeterli değil.

Yaşam (Umut) Tüneli

1992-1995 yılları arasında, Avrupa’nın gözleri önünde 3 buçuk yıl kadar süren ve aşırı Sırp milliyetçiliğinin Batı tarafından körüklenmesiyle başlayan ve ne yazık ki devam eden savaş sırasında Birleşmiş Milletler, Sırp güçleri tarafından kuşatılan Saraybosna bölgesinin kuşatma dışı tutulmasını talep etmişti. Boşnakların askeri malzeme ve gıda temin edebilmeleri için bu alanı kullanmaları gerekiyordu. Bu amaçla havaalanı bölgesine giden bir tünel yapma fikri ortaya atıldı. Havaalanı ile Butmir’deki Şida Teyze’nin evi arasında karşılıklı devam eden kazma işlemi bitince, 800 metreye ulaşan bir yaşam tüneli açmayı başarmış olurlar.

Buradan Bosnalı askerlerin hayat malzemesi, gıda ve diğer ihtiyaç malzemeleriyle yaralılar taşınır, ta ki tünel deşifre oluncaya kadar. Şu an müze olan evi (tüneli) gördüğünüzde o günlere ait zorlukları, dayanılmaz mücadeleyi, tarifsiz acıyı, kesintisiz gözyaşını ve çaresiz yokluğu yeniden yaşıyorsunuz. Her şeye rağmen ümidinden zerre miskal ödün vermeyen Boşnakların, Çanakkale ruhuyla kazandıkları onurun altın madalyasını göğüslerinde taşıdıklarına şahit oluyoruz.

Savaş döneminde açılan ve hayatı idame özelliği taşıyan tünel, aslında bir prototip sunuyor bize. Benzer açılımlar için zihnimizde, hayal dağarcığımızda yepyeni fikirlere kapı aralıyor. Heyette yer alan Kültür Ajanda yazarlarımızdan Servet Hocaoğulları, konuyla ilgili muazzam bir tespitte bulunmuştu. “Gizli tüneller… Peki, nedir bu gizli tüneller? sorusuna yine kendisi cevap veriyordu: Eğitim, kültür, sinema, festivaller, kitap tercümesi, öğrenci değişimi vs.

Hepsini birer tünel olarak görüp buna göre yatırım yapmanın ehemmiyetine atıfta buluyordu Hocaoğulları. Muhtemeldir ki -ve çok istiyorum-, bu başlık altında, özel sayımız için bir dosya hazırlayacak. Konuyu onun eşsiz kaleminden okuma ümidiyle tünel bahsini kapatıyorum.

Evet, eğitim öğretim bu alanların en ehemmiyetli alanı. Aslında mayınlı bir alan… Bilen içinse gelincik tarlasında yürüme rahatlığı… Kışı ve sonbaharı arkasına, umudu, baharı ve yazı önüne alarak salına salına yürür bu yollarda; tıpkı bir kehkeşan gibi…

Şu bir hakikat: Türklere kırgınlıkları var ama asla küs değiller!

Osmanlı ve Anadolu insanı ile bağlarını hiç mi hiç koparmadıklarını gözlemliyoruz. Bu saatten sonra bir sapma olursa, bunun sorumlusu onlar değil, biz oluruz.


Boşnaklar ne diyor, ne istiyor?
Bir defa nakdî yardım istemiyorlar, “Kültür mirasına sahip olun” diyorlar. Başçarşı esnafının kalkındırılması, hayvancılık sonrasında elde edilen sütlerin işlenmesi için yeterli fabrikaların açılması, satışı için de pazar oluşturulması, yine usta-çırak ilişkisinin yeniden tesis edilmesi ve korunması da talep edilenler arasında önceliği olanlar. Sanatçıları/ustaları/çırakları oralara (Türkiye’ye) götürüp, yetiştirip geri getirecek bir mekanizmanın hayata geçirilmesi lazım. Velhasıl istedikleri üç şey var: Yatırım, yatırım ve yatırım.

İstedikleri, yeni bir sanayi devrimi ve devrim sonunda meydana gelecek yatırımların istihdama dönüşmesi…

Bosna-Hersek Esnaf Odaları Başkanı ve Güzel Sanatlar Akademisi Metal Uzmanı Prof. Dr. Mensur Bekiç, “Fabrikalar açıp Avrupa’ya satabiliriz. Milletimize yukarıdan bakılmasın, bizim onurumuz var. Biz hiç köle olmadık! Herkes bize saygı duydu. Azimli ve güçlüyüz… Osmanlı nereye, biz oraya gittik. Türkiye’ye olan sevgimiz küçüklükten beri var. Bizim size baktığımız gibi, siz de bize bakın” diyor.

Volkswagen fabrikası kapandı. Adımları büyük atmak lazım. Bizim yolumuz da, yönümüz de bellidir. Yepyeni bir maden suyu markası yaparak bunu tüm dünyaya tanıtabiliriz. Kömür, demir, boksit ve gümüş yönünden zengin yataklara sahip olan Boşnakların “Kültür mirasına sahip olun” çığlığını yakinen duyduk, onların sesini duyurma sırası şimdi bizde!

Sanja Krehic ve Adnan Delić, Osmanlı hayranı iki Boşnak. Kaldığımız otele iki kez geldiler ve birlikte sohbet etme imkânı bulduk. İkisi de muazzam bir Türkçe kullanma yeteneğine sahip. Aynı zamanda Boşnak ve Osmanlı tarihini çok iyi biliyorlar. Onlarla rehbersiz konuşmak ise inanılmaz lezzetliydi. Her ikisiyle yaptığımız söyleşinin satır aralarında geçen önemli tespit ve taleplerini paylaşmak istiyorum.

Sanja, bir Türkçe dil uzmanı. İsimlerin savaş öncesi ve sonrası dejenere olduğunu söyleyerek buna dair örnekler veriyor: İbrahim (İbro), Mehmed (Meho), Mustafa (Muyo), Adem (Ado), Süleyman  (Sülo-Suly) gibi isimlerin kısaltılarak çağrıldığını, sonrasında ise İman ve İmran gibi modern isimlerin kullanılmaya başlandığını, ayrıca konudan duyduğu rahatsızlığı dile getirirken bir de tavsiyede bulunuyor.

Bal ve Kan

“Balkan” kelimesini yazarken çıkan bu iki hece dikkat çekicidir. Belki de balımıza göz koyanlar, o peteklere kan ve gözyaşını reva gördüler yeşilliklerle dolu bu cennet ülke için.

Keyifli bir millettir Boşnaklar, “Kahve içelim” derler acının içinde.
Türkiye ile Bosna-Hersek arasında kardeşlik köprüsü kurulmalı ve ortak faaliyetlerini birlikte yürütmelidirler.

Tito, Müslümanları siyasetin dışında tutma sebebini, “Dindar yalan söylemez!” diye açıklıyor.

Adnan Delić ise Boşnak bir müzisyen. Onu, geçen yıl Kültür Ajanda dergisinden, Genel Yayın Yönetmenimiz Nesrin Çaylı Hanımefendi ile gerçekleştirdiği söyleşiden ve zihinlere yer edinen o meşhur halk türküsü “Sevdalinka”dan tanıyoruz: “Biz, Fatih Sultan Mehmet Han’ın torunlarıyız. Türkleri çok seviyoruz. Buradaki öğrencilerin okumasını, hak edenin, torpil olmaksızın ve ayırım yapılmaksızın destelenmesi istiyoruz.”

Anlaşılıyor ki biraz dertli; sonradan öğreniyoruz Türkiye’den gelen Hasan ve Serkan adında iki Türk öğrenciye burs verdiğini. Tebrik ederken kendisiyle ilgili bir hayali paylaşıyor bizimle: “Türkiye’de bir konser vermek istiyorum.”

İki büyük soykırım yaşayan Boşnaklar, her ikisinde de silahsız ve hazırlıksız yakalanmışlar ve bunun bedelini çok ağır ödemişler. Bu savaşlar sırasında yaklaşık 350 bin insan şehit edilmiştir. Geçmişte Sırp ve Hırvat kontrolünde olan siyaset ve kültürün yeniden elde edilmesi için “Kültür kültüre dayansın, insan insana yaslansın, millet millete yaslansın” diyoruz.

Dönemin İçişleri Bakanı ve Aliya’nın başdanışmanı, efsane komutan Yusuf Yuka, “Savaşta bize lazım olan tek şey silahtı ama o da yoktu. Ve biz, o zorlu savaşı akıl, cesaret, inanç ve azimle kazandık” diyor.

Ümmet olma

“Maddi yardıma ihtiyacımız yok” diye bas bas bağıran Bosnalılar, ayrıca “Biz aynı davanın neferleriyiz, yardımdan ziyade, dünyayı Yaratan’a sadakat gösterip ümmet olgusuyla hareket etmeliyiz” diyorlar.

Modern çağın ihtiyaçlarını çok iyi etüt edip piyasaya öylece çıkılmalı. “Yeni” diye lanse edilen ne varsa, eskiyi hatırlatmayan, eskiye ihtiyaç duymayan ve giderek gelişen/gelişebilen projeleri de beraberinde getirmeli bahsi edilen reformist hareketler. Medya başıboş bırakılmamalı ve mutlaka takip edilmeli, network ağlarından azami derecede faydalanılmalı.

Bu topraklara gerçekleştirilen her sefer (gezi), Boşnakların umutlarını tazelediği gibi, bizim de umutlarımızı tazeliyor. Bu yenilenme onlara, belki de bize bir süre yetecektir ama hayatın ve ümidin idamesi için tabiî bir sirkülasyona ihtiyaç var. Bunun için de kıyıyı döven medcezirlerin hiç mi hiç kesilmemesi gerekiyor. 

Başçarşı ve Sebil

Avrupa'nın göbeğinde, senelerce kuşatma altında kalan Saraybosna'da neredeyse tüm binalarda havan ve mermi izlerine rastlamak mümkün. Hal böyle olunca, savaş yıllarının belleklerden silinmesi uzun seneler alacak gibi görünüyor. Adım başı Osmanlı İmparatorluğu'nun izlerine rastlandığı gibi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dönemine ait yapıları da görmek mümkün; tıpkı Başçarşı’nın (Baščaršija) ortasında yer alan Josip Vanca Sebili ile Mehmet Paşa Sebili gibi...

Bosna Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey tarafından 1531 yılında Mimar Sinan'a inşa ettirilen Gazi Hüsrev Bey Camii, tarihteki Osmanlı mimarisinin en gözde yapılarından biri. Burada namaz kılma ve dua etme ayrıcalığına sahip olduğum için kendimi bahtiyar hissediyorum.

Büreği, ceapiyi ve bamya, havuç, bezelye ve tavuktan oluşan Begova çorbası ile tuzlu ayçöreklerini ise asla unutmayacağım!

Tarihî eserler ve mimarî yapı

Svrzina Kuça ve Osmanlı döneminde Saraybosna konut mimarisinin korunmuş en güzel örneğini gezerken, aile hayatının mahremiyetine ve hijyene verilen ehemmiyet, sizde sadece hayranlığa sebebiyet veriyor ve susuyorsunuz.

Caddeye açılan bahçe kapısından girer girmez, zemini yuvarlak taşlarla kaplı avluyla karşılaşıyorsunuz, hijyen kapıda başlıyor. Girişte bunun için yapılan bir çeşme var. Konak, kerpiç, tuğla ve ahşap ağırlıklı… Her bölme özenle yapılmış olup, odaların her birinde abdest, taharet ve banyo için sıcak su tertibatları düşünülmüş. Eski Osmanlı mimarisiyle yapılan bu evlerden şimdiye kadar 8-10 tanesi ayakta duruyor. Bunlardan ikisi müze olarak kullanılıyor. Bu ve buna benzer tüm eserlerin envanteri çıkarılarak koruma altına alınması ve gelecek kuşaklara taşınması gerekiyor.

Nimetler şükür ister

Ve Nimet Annemiz… 92 yaşındaki bir mücadele abidesi ve Boşnak bir ailenin Türk hayranı hayırlı evladı... Ağzından Kur’an, dua ve şükür hiç düşmüyor. Gözleri de ömrü gibi yaşlı. Ümidinden dirhem kayıp yok. O dönemde kendisine ve ülkesine vefa gösterenlerin isimleri ile Türkiye’den Bosna’ya yapılan gizli ve açık yardımların müsebbiplerini hayırla yâd ediyor. Göğsünde taşıdığı rozetleri gösteriyor; birini merhum Başbakanlarımızdan Necmettin Erbakan, diğerini de Sayın Cumhurbaşkanımızın eşleri Emine Erdoğan Hanımefendi tarafından bizzat takıldığını söylüyor.

Kocasını anlatırken söze şöyle başlıyor: “44 sene, 17 gün, 3 saat…” Rahmetli kocası, Tuzlalı Bekir Jahiç. İkisi kız, ikisi erkek olmak üzere, dört çocuk büyüttüğünü, hepsinin ilim irfanla memleketine hizmet ettiklerini, torunları dâhil, hepsinin alınlarının secdeli olduğunu iftiharla söylüyor.

Savaş sırasında çekilen zorlukları mutlaka onun ağzından dinlemelisiniz. O günleri anlatırken gözleri dipsiz kuyulara dalıp gidiyor. Oradan çıkmak için var gücüyle yine ümidine sarılıyor. Soğanın 30, yumurtanın 3, şekerin 60, zeytinyağının 100 KM olduğunu söylerken istatistiksel bilgiler de sunuyor. Düşen 50 bin bombanın sonucunda 16 bin çocuğun öldüğünü, 36 bin kadına/kıza tecavüz edildiğini gözyaşları içinde aktarıyor. 7 kez Hacca, bir kez de Umreye gittiğini sıkıştırıyor araya.

“Bu dünya yalandır, bunda kalınmaz./ Yürü dünya yürü, murat alınmaz./ Gafil olma gafil, geri dönülmez!/ Yürü dünya  yürü, sonu virandır;/ Medet simden sonra  ahir zamandır” ilahisini mırıldanırken biz de kendisine eşlik ediyoruz. O bundan dolayı mesrur ve mutlu, biz de onunla olmaktan gururlu…

Mekândan ayrılırken altın öğüdünü ve talebini tekrarlıyor: “Namaz kılın, Kur’an okuyun, oruç tutun ve fabrikalar açın!”  Dokuz yüz elli sene yaşayan Nuh Peygamber’in, hastalığı sırasındaki sözünü de hatırlatıyor: “Dünyayı iki kapılı bir han gibi gördüm. Bir kapıdan girdim, diğerinden çıktım.”


Büyük ağabeye düşenler

Bosna ziyaretlerimizde bir gerçekle yüzleşiyoruz. Bu gerçek, Osmanlı’nın devamı niteliğindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin, sadece Bosna-Hersek’e değil, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Azerbaycan’a da benzer (mobil) köprüler kurması, sahip çıkması, yatırımlar yapması ve Batılı devletlere karşı koruyup kollaması gerçeğidir.

Bu anlamda ilk durağın Bosna-Hersek olması önem arz etmektedir. Şöyle ki, Bosna, Osmanlı’nın sancağıdır. Bugün kantonlara bölünen Eski Yugoslavya’dan doğan Sırbistan ve Bosna-Hersek/Hırvatistan Federasyonu ile birlikte Makedonya, Karadağ, Slovenya ve Voyvodina’nın her birinin, sırtını belli devletlere dayadığını artık bilmeyen yoktur. Balkanlarda yer alan Bosna-Hersek, Makedonya ve Kosova’nın Türkiye önderliğinde şahlanışa geçeceğini ümit ediyor, kantondaki diğer ülkelere destek veren Rusya, Almanya, İtalya, Avusturya, Macaristan gibi ülkelerin adımlarının da bu anlamda anbean takip edilmesinin elzem olduğunu düşünüyorum.

Bizim Müslümanlığımız, asırlarca aynı toprakları paylaştığımız ve iç içe yaşadığımız Ortodoksları, Hıristiyanları ve Katolikleri rahatsız etmemeli. En önemlisi ise, bizim burayla (Bosna-Hersek) olan gönül bağımız, ezelden ebede kadar hiç mi hiç koparılmamalı.

Srebnenica Ağıdı

Saraybosna Filarmoni Orkestrası Şefi Prof. Dr. Emir Nuhanoviç, kendisiyle yaptığımız söyleşide Srebrenica soykırımının 20. yıldönümüne özel bestelediği oratoryonun premiyerini 2015’te, İstanbul’da yapmak istediğini bizimle paylaştı. Srebrenica için özel bestelenen oratoryo, dünyadaki en önemli örnekler arasında şimdiden yerini alacağa benziyor. Yaklaşık 300 sanatçının sahne alacağı oratoryoda 125 kişilik klasik müzik orkestrası, yetişkinler ve çocuklardan kurulu 120 kişilik koro, dünyanın ünlü soprano, tenor ve vokalistleri ile bale sanatçılarının dans gösterileri, ışık ve barkovizyon gösterileri yer alacak. 5 kıtayı kapsayan konserler Bosna-Hersek, Amerika Birleşik Devletleri, Avusturalya, Ruanda, İngiltere, İtalya ve Japonya gibi ülkelerde sahnelenerek dünya barışına vurgu yapılacak ve başta Srebnenica katliamındaki şehitler olmak üzere tüm savaş mağdurları anılacak.

“20 yılımı aldı ve çok değişik bir ruh hali içindeyim, geceleri uyuyamıyorum, besteler yapıyorum. İnsanların geçmişten gelen çığlıklarını duyuyorum. Sanki bu müzik benim değil, o insanların müziği gibi. Daha önce yaptığım bestelerin dışında çok duygu yüklü parçalar olduğunu düşünüyorum” diyor.

Dünyanın birçok ülkesinde her gün masum insanlar katledilirken, “Birbirinizi öldürmeyin!” mesajını tüm dünyaya iletmeye çalışıyorum. Ağıt projesinde ağlama yerine niçin ninniyi tercih ettiklerini sorduğumuzda, “Öldüklerine inanmıyoruz da ondan” diye cevap veriyor.

Nuhanoviç, Srebnenica Ağıdı isimli projede “Türkiye’nin de imzası olmalı” diye şerh düşüyor. Evet, biz de kendisiyle aynı şeyi düşünüyoruz: “Barışın hâkim olduğu, savaş çığlıklarının yükselmediği bir dünya istiyoruz!” Çünkü bir gün içinde 8 bin 372 kişi öldürüldü ve bunu haykırmalıyım.

Srebnenica’da bir Müzik Akademisi hayali kuruyor. Her yıl Temmuz ayında, katliamın yıldönümünde dünyanın değişik ülkelerinden 150 öğrenci Bosna’ya (Srebnenica) gelerek soykırımı yerinde görüp ülkelerine gidiyorlar.

Bosna, Avrupa’dan bir parça

Rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in öldüğü gün, Diyanet İşleri Başkanı Mustafa Efendi ve şu anki Cumhurbaşkanı olan oğlu Bakir İzzetbegoviç, cenaze marşı çalınmasını istemezler ve Nuhanoviç’ten bir cenazede çalmaları için beste yapmasını isterler. Talep üzerine bir gecede bir ilahi hazırlanır: “Cenaze merasimi boyunca yağmur yağıyordu. Orkestranın içinde 65 yaşında müzisyen de vardı ama hiç kimse ayrılmadı. Ertesi gün, bayramının (Ramazan) birinci günüydü.”

2003’te vefat eden Bilge Kral Alija İzzetbegoviç, ülkesinin bağımsızlığı için hayatını feda eden insanların arasına gömülmeyi vasiyet eder. Bu yüzden anıt mezarı sadedir. İslam’ın altı şartını ihtiva eden altı sütun üzerine kurulu üzeri açık bir kubbe, yine yukarıdan bakıldığında kaidenin etrafını çevreleyen ve ay yıldızı temsil eden motifler bulunur. Nur ve huzur içinde yatsın…

“Bosna’dan Filistin’e, Myanmar’dan Doğu Türkistan’a kadar zulüm olan her yerde, mazlumun, mağdurun ve oranın sesi olacağız” diyor. Bu projenin ülkemiz tarafından desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Şöyle ki, proje, İslamofobinin karşısında olan Sayın Cumhurbaşkanımızın himayelerinde gerçekleşmesi, ülkemiz ve Bosna-Hersek olmak üzere zulüm altıdaki diğer Müslüman ve Türk kökenli kardeş ülkeler için büyük bir fırsat olacaktır. Tahminî bütçenin 21 milyon dolar olduğu söyleniyor ve projeyle ilgili bir de film çekilmesi hedefleniyor.

Diplomasiyle savaştıklarını ama silah ve güçlerinin olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Biz Avrupa’nın bir parçasıyız.”


“Kültür adaleti sağlıyor, unutmayın!”

Dr. Nirha Efendic, (Etnoloji Bölümü Küratörü), gözünden yaş akmadan ağlayan ender bir Boşnak kadını. Tuzlalı… Annesi yaşlandığı için, kendisini Srebnenica Anneleri’nin faaliyetleri arasında bulur. “3 buçuk sene direndik, başımıza gelmeyen kalmadı (!)” derken gerisini dinlemeye mecalimiz kalmıyor. Biraz bekliyor, gözlerini kaçırıyor, sesinin rengi değişiyor, sonra kaldığı yerden devam ediyor: “Henüz 15 yaşındaydım. Bir gün kapıya dayandılar, ağabeyimi (Feyzo) ve babamı (Hamed) alıp gittiler. Bir daha göremedim. Seneler sonra kemiklerini buldular evin 12 kilometre ilerisinde.”

Sonra o sessiz gözyaşlarını döküyor, biz ise… Biraz toparlanıp sözlerini şu veciz şekilde tamamlıyor: “Kültür adaleti sağlıyor, unutmayın!”

Otobanlar, duble yollar

Konjiç’ten (Küçük Konya) geçerek Mostar’a gidiyoruz. Dağ eteklerinden, nehir yataklarından geçen yollar oldukça dar. Ulaşım gecikmeli ve riskli bir şekilde sağlanıyor. Duble yollar, yapılacak yatırımları şaha kaldıracak cinsten. Bosna’da kime söz hakkı verirseniz verin, talepler sıralamasında beş yıldızlı otel istediklerine şahit oluyorsunuz. Oranlık alanların sınırsız oluşu, ağaç oymacılığının ilerlemesine sebebiyet vermiş, ancak yeterli değil. Ahşap ürünler her dönem talep edilmekte.

Mostar’a ulaştığımızda kısa bir şehir turu yapıyoruz. Serinleyen mevsimin de etkisiyle olacak, turist sayısında gözle görülür düşüş söz konusu. Dükkânların önü, ürün yelpazesini izleyen ve fiyat soranlarla dolu. Alışveriş yapanların sayısı ise cılız. Başçarşı esnafı için söylenen söz, burada Mostar esnafı için yineleniyor: “Mostar esnafını yeniden canlandırmak lazım.”

Mostar ve Saraybosna, sanatın merkezi olmaya aday

Ressamlar, şairler, fotoğraf sanatçıları, film yapımcıları, taş ve ayak oymacıları, gümüş ve bakır işlemecileri, atletizm yarışları, futbol müsabakaları, kürek yarışları, dalgıçlar, bisikletçiler, doğa yürüyüşçüleri, kayakçılar, ralliciler ve mimarlar ve burada zikredemediğimiz birçok sanatçı ve sporcu ile bunlara ait dalların temsilcileri buralara gelmeli, eserlerini ve sporlarını burada yapmalılar.

Srebnenica
Bosna denince akla ilk ve hep gelen yer Srebrenica. Acının sembol şehri… 10 bine yakın (8 bin 372) masum insanın, Hollandalı askerlerin gözetiminde katliamının yapıldığı yer… Yollara bakınca ölüme giden muhacirlerin yarı çıplak ve zayıf düşmüş halleri takılıyor gözlerimize. Kazılan her yerden ceset fışkırıyor. Artık sağlam bir ceset aranmıyor. Bir ayakkabıdan artan, bir kemik parçası, çakmak, gözlük gibi özel eşyalardan bir tanesiyle iktifa ediyorlar.
Yaşına bakılmaksızın öldürülen erkekler ve yurduna geri dönmeyen Boşnaklar… Sebebi ne olursa olsun, sınırsız araziler bomboş duruyor. Her şeye rağmen, yeşilin bütün tonlarına rastlamak mümkün.

Karşılaştığımız her Boşnak, bize o meşhur Çin atasözünü hatırlatırcasına, “Bana balık verme, balık tutmayı öğret” diyor. Haklılar, küçük ve orta boy işletmelere çoktan razılar.


Balkanlarda Nene Hatun ruhu

Yolumuzun kesiştiği çatalda, Fatıma Orloviç Kartaloğlu isimli bir teyzeye rastlıyoruz. Tek kişilik ordu gibi Batı’ya, Kilise’ye karşı dimdik duruyor. Yıllardır süren haklı mücadelesini uluslararası arenaya taşıyarak hukuk arıyor. Velma Sariç tercümanlığımızı üstlenmiş, ikisi de çile yüklü…

Fatıma Teyze’yi bu mücadelesinde yalnız bırakmamamız gerekir. Bizden maddi manevi destek görmeli. Gelecek kuşaklara bu haklı onur mücadelesini, Batı’ya, Hıristiyanlığa karşı Müslümanların kazandığı bir zafer olarak aktarmak istiyorsak onu yalnız başına koymamalıyız. Her ne kadar kendisine vadeliden miktarları elinin tersiyle itmiş, tehditlere boyun eğmemiş olsa da yanında olmalıyız.

Gözyaşlarının büyüttüğü ağaçlar

Srebnenica Şehitliği’ni ziyaret ediyoruz. Bize evlatlarını ve eşlerini yitiren iki anne eşlik ediyor. Uçsuz bucaksız şehitlik, nizam ve intizam içinde. Girdikten sonra çıkasınız gelmiyor. Şehitlikte yatanların ruhları için Kur’an okunuyor. 20 yıldır görmediği kuzularının mezar başına geliyor ve sol elini göğüs kafesinin ortasına götürerek (Boşnakça) Je moj sin” derken, sağ işaret ve orta parmağıyla iki rakamını gösteriyor. Anlıyoruz ki, ilk iki mezarda yatanlar onun çocukları. Üçüncü mezarın kocasına ait olduğunu anlamak ise zor olmuyor. Zira sol yüzük parmağındaki alyansı takıp çıkarması yetiyor.

Sıra vedalaşmaya geliyor. Anneyi, tek başına kaldığı evinin önüne kadar götürüyoruz. Araçtan iner inmez, ucu göğe uzanan çam ağacını gösteriyor ve “Bu, onun (şehit oğlunun) hatırası” diyor, gözyaşlarını Ceyhun ediyor. Belki de evin önündeki ağaç ile ormanları kaplayan tüm ağaçlar bu gözyaşlarıyla sulandı, kim bilir?

Gönül köprülerimiz

1992’den sonra Özal ile başlayan ve Mesut Yılmaz, Demirel, Erbakan, Çiller, Ecevit iktidarlarıyla devam eden Bosna ilişkilerimiz, son on üç yıla damgasını vuran Sayın Cumhurbaşkanımızın himayeleriyle en üst seviyeye ulaşmış. Bugün Bosna’ya havadan, karadan, denizden ve demirden köprülerle ulaşmak mümkün. Bu köprülerin yanında, üzerinden asırlarca gidilip gelinecek bir de gönül köprümüz var.

Bosna-Hersek, hak ettiği özgürlüğü, hak ettiği yaşamı kendi milletiyle ilelebet ve doyasıya yaşayacak.

Türkiye’nin Bosna-Hersek Büyükelçisi Cihad Erginay heyetimizi kabul ederken, kendisinin de Boşnak asıllı olduğunu öğreniyoruz. Balkan coğrafyası hakkındaki bilgi birikimlerini bizimle paylaşmasını ise “öze dönüş” olarak yorumluyoruz. Bizi karşılayan Büyükelçilik görevlileriydi, uğurlayan ise, o mütebessim simasıyla bizzat kendisi…

Yıkılmayan Osmanlı mimarisi

Osmanlı’nın, fethettiği yerleri imar ederken, işe yollar, köprüler, sebiller, kümbetler, camiler, mescitler, hanlar, medreseler, aşevleri ve hastaneler ile başlaması dikkat çekicidir. Asırlardır süregelen savaşlara, soykırıma ve kültürel katliamlara rağmen bu eserler ayakta duruyorsa, bunun izah edilebilir bir yanı illa ki vardır. Bu ister inanç olsun, ister ihlas, işin özünde “yarınlara miras olarak kalacak bir dünya bırakma hayali”nin olduğu apaçık ki bunda da başarılı oldular.

Savaş bitse de, gizli bir savaşın (tesirinin) devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Rehberlerimizin verdiği istatistikî bilgilere bakılırsa,  25 yaşın altındaki işsizlik oranı yüzde 85’ler seviyesine ulaşmış durumda. Mareşal Tito’nun (Josip Broz) ülkeyi (Yugoslavya) 35 yıl boyunca bölmeden idare ettiğini, “köylüye toprak, şehirliye şirket verme politikası güttüğünü”,  bunu benimseyenlerin sayısının bir hayli fazla olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Türkiye’den beklenen ve Türkiye’nin aracı olacağı olası yatırımların zaman geçirilmeden hayata geçirilmesi gerekiyor. Yoksa komünist veya sosyalist dönemin dama atılmış yöntemlerini yere göğe sığdıramayanların sayısı giderek artar.

İlahiyatçı Prof. Ahmet Alıbasıc da diğer Boşnaklar gibi dini “tek bağ” olarak görenlerden. Savaşın acımasız yanına rağmen dinlerini, edebiyatlarını ve kültürlerini işte bu bağ sayesinde korumayı başardılar. “Son savaşta, bırakın kültür soykırımını, doğaya karşı da savaş açtılar” diyor. Üstelik bu savaşı, kural tanımayanların en azılı olanları yürüttü. Ve ne yazık ki Balkan Müslümanlarının kaderi hep aynı!  

Dil öğrenelim, dil öğretelim

Yeni nesil için yeni ve öncü bir üniversiteye ihtiyaç var. Her anlamda ileri demokrasiyi, özgürlüğü, aklı öneren, çağın ilerisini gören, gereksinimleri karşılayan ve istihdama yönelik bir üniversite… Dili, eğitimi, yerleşkesi, güvenliği ve eğitim kadrosu ile cazip ve ilk 100’ü hedefleyen bir üniversite… Sembolik olmaktan uzak, hissî duygularla birbirine yakın bir üniversite…

Biraz daha müşahhas hale getirelim: Akademik özerkliği ve özgürlüğü olan, insan odaklı hizmet anlayışıyla var olan bütün kalite normlarını karşılayan, kendisinden eğitim talep edilmesi durumunda etik açıdan hızlı değerlendirme birikimine sahip akademik kadroların istihdam edildiği, yönetimin olabildiğince demokrat olduğu, çıtayı bu alandaki en iyilerin üzerine çıkarmayı hedefleyen ve bu hedef doğrultusunda çalışma azmine sahip öğrencilerin ve araştırma görevlilerinin tercih edildiği, bilimsel gelişmelere açık, rekabetçi ve tartışılabilir karar mekanizmasına sahip, günümüz ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılamaya matuf, tecrübe açısından hiçbir üniversitenin gerisinde kalmayan, objektif tutum ve davranışları özgürce sergileyen bireylerin fikirlerini özgüvene dayalı beyan ettikleri, ilmin bilinmeyen dallarını keşfetmeye azimli idealist üniversitenin kurulacak enstitümüze ait olmasını çok isterdim.

Bir marka çıkarmalıyız Daru’l-Erkam gibi…

Bihaç/Cazin’deki Bosna-Hersek İslam Teşkilatı (İslamska Zajednica Bosna i Hercegovina) Cemalettin Çavuşeviç Medresesi’ni ziyaret ediyoruz. Yüzlerce yatılı öğrenci var. Erkek ve kızlara ait modern yurtları, spor salonları ve modernizasyonu devam eden laboratuvarları ile göz dolduran, hilal görünümlü büyük bir külliyeden mütevellit.

Bizi okul müdürü ve mütevelli heyeti karşılıyor. Okulu baştan aşağıya geziyoruz, eksikliklerini söylüyorlar. Spor salonunun çatısında ağaç işçiliği hâkim. Dışarıdaki halı sahaları bakıma, daha doğrusu yenilenmeye muhtaç. Bunun yanında üç dört katlı yeni ve daha modern kimya, biyoloji ve fen laboratuvarları yapılıyor. Ayrıca okulun etrafında yer alan Hırvat ve Sırplara ait satılık arazilerin alınmasını talep ediyorlar. Eğer bu gerçekleşirse, anaokulu ve ilkokul yapacaklarını belirtiyorlar. Bizden önce okula uğrayan ve gerekli incelemeleri yapan TİKA yetkililerinden umutlu bir haber (sonuç) beklediklerini ifade ettiler. Suyundan mıydı, ihlaslı demlediğinden mi bilmiyoruz, ama Bosna’daki en güzel çayı orada içtik.

Tarih ve Kur’an-ı Kerim dersi verilen sınıflara giriyoruz. Her iki sınıfa hitaben, yazarlarımızdan Servet Hocaoğulları konuşma yapıyor. “Benim kızım da sizler gibi, böyle bir okulda okuyor” diyerek başladığı konuşmasını, başarı dileklerini aktararak bitiriyor ve öğrencilerle birlikte okul yönetimini tebrik ediyor.

Öğrencilerle birkaç dakika da olsa konuşma fırsatı yakalıyoruz. Hepsi birer edep abidesi… Bizi görünce sıcak davranışlarını devam ettiriyorlar. Birlikte hatıra fotoğrafları çektiriyoruz. Bizi uğurlamaya gelen ekibin içinde iki kız öğrenci var: Demirala ve Fatıma… Sayın Cumhurbaşkanımızı çok sevdiklerini belirtip, ona atfen “Mihriban” isimli türküyü okuyorlar. Coşkulu sesleri, aradan geçen üç aya rağmen kulaklarımızda yankılanmaya hâlâ devam ediyor.

Teşkilatlanma zenginliği

Bosna’da inanılmaz yoğunlukta teşkilatlanma ihtiyacı var. Bunu normal görüyoruz. Çünkü savaş bunu zorunlu kılmış. Bugünlere ulaşmalarındaki en büyük pay, hiç şüphesiz adı geçen/geçmeyen bu teşkilatlara aittir. Bosna-Hersek’te, teşkilatların dışında ele alınacak o kadar çok alan var ki… Tarih ve tarihî eserler, eğitim, sanat, edebiyat, müzik, aile, Osmanlı ruhu, turizm, spor, müzeler, ticaret, vakıflar ve vakıf eserleri, din, tekkeler, dergâhlar, STK’lar, temsilcilikler, kurumlar, bilişim sektörü, yatırımlar, ikili hatta üçlü ilişkiler… Hal böyle olunca, bahsi geçen alanlarla teşrik-i mesaimiz fasılasız devam etmeli. Bosna-Hersek’in uzak ve yakın tarihi doğru kaynaklardan toparlanıp yayınlanmalı ve buna bir proje dâhilinde mutlaka sahip çıkılmalı.

Son gün, rehberliğimizi üstlenen Balkan Tur’un sahibi Selim Bey’in Hrisno semtindeki Bosmall (Residance) evinde müthiş bir kahvaltı ile 10 günün yorgunluğunu çıkarıyor, dönmeden ev ortamında adaptasyon sorununu çözüyoruz.

Bu coğrafyada acının o canhıraş sesi bir daha yankılanmayacak!  “Eğer bir şeyler yapılmazsa, her 20-30 yılda bir soykırım yaşanır” endişesi taşıyor Boşnaklar. Vahşetin bir daha yaşanmaması için, bugün yapılması gereken şeyleri eksiksiz yerine getirmeli ve atılacak adımları birer değil, belki ikişer ikişer atmalıyız.

Ajanda Grup tarafından çıkartılan Haber Ajanda ve Kültür Ajanda dergileri, bir dergiden fazlasını ihtiva etmektedirler ve her birinin ayrı birer misyonu var. Bu eksende yayımlanan derginin, genel yayın yönetmeninden tutun da yazarına varıncaya kadar tüm ekibe büyük bir sorumluluk yüklediği muhakkak.

Yenilenen dualar, filizlenen umutlar

Bu topraklara gerçekleştirilen her sefer (gezi), Boşnakların umutlarını tazelediği gibi, bizim de umutlarımızı tazeliyor. Bu yenilenme onlara, belki de bize bir süre yetecektir ama hayatın ve ümidin idamesi için tabiî bir sirkülasyona ihtiyaç var. Bunun için de kıyıyı döven medcezirlerin hiç mi hiç kesilmemesi gerekiyor. Bizi ayakta tutan, geçmişimize olan kurbiyetimiz, geleceğe olan inancımızdır. Bunun için ideallerimizi canlı tutmanın yollarını aramalıyız.

Yine dergimiz yazarlarından Ayten Çalış, Bosna dönüşü izlenimlerini aktarırken söze başlayarak Derin Bosna’nın önüne bir de yarayı eklemişti: “Bosna: Türkiye’nin can yakasındaki o tarihî çiçek… Onurumuz, namusumuz ve derin yaramız…”

Hangi insana dokunursanız dokunun,  bizzat yaşadığı, şahit olduğu yahut duyduğu bir hikâyesi mutlaka vardır.

Bosna’da sinema salonlarına hacet yok
Her yerde bir dram afişi var, her afişte onlarca esas oğlan ve esas kız… Kahramanların sayısı ise hadsiz…

Yine sayısını hatırlayamadığımız kadar kısa ve uzun metrajlı filmler, belgeseller çekilmiş, konferanslar, paneller düzenlenmiş. Saraybosna, Mostar, Travnik, Srebrenica, Bihaç, Sazin başta olmak üzere birçok şehir ve kasabayı dolaştık.

Farklı inançların huzur ve barış içinde yaşandığı Bosna-Hersek, inanç turizmi acısından canlandırılmalı ve eski cazibesine kavuşmalı.

Geleceğin ustalarını yetiştirmek, sanatı geleceğe taşımak için her sanat dalında olduğu gibi bakırcılıkta da çırak yetiştirmek esastır.

Osmanlı adı ve eserleri, başkalarını rahatsız edecek konumdan kurtarılmalı.

Görünürde Srebnenica çiçeği, özünde ise Srebnenica katliamı… Bu çiçek sayesinde yapılan katliamlar unutulmadan tüm dünyaya duyurulmalı.

2014 baharında yaşanan sel felaketinde bile para istenmemiş. “Biz sizden para istemiyoruz, fuar ve malzeme istiyoruz” diyorlar. Bu sese kulak verilmeli.

Bosna’da yatırımlarını ve faaliyetlerini sürdüren birkaç Türk şirketi var. Bunlar Çilek Mobilya,  Hayat Kimya ve Şişe Cam gibi firmalar. Peki, yeterli mi? Hayır!

Bosna’da demleme usulüyle elde edilen bildiğiniz çayı bulmakta zorlanıyorsunuz. Birkaç kahvehane açılsa, içine kitaplar yetiştirilse ve adına “kıraathane” dense, o bile çok iş görür ve en küçük yatırım boyutunda ele alınabilir.

Başçarşı’yı gezdiğinizde bizdeki Kapalıçarşı’yla neredeyse aynı işlevi görüyor. Bir de müşteri açısından “aynı” olsa çok daha iyi olacak. Yine Başçarşı ve civarında yer yer dilenen şahıslara/çocuklara rastlıyoruz. Saraybosna’yı yansıtan hediyelik kumaşlar için Bezistan’ı mutlaka gezmelisiniz.

Etnik kıyımın yanında, sanata, kültüre ve tarihe karşı da o acımasız kıyım gerçekleştirilmiş. Savaşın izlerini silmek zor olsa da kıyıma uğrayan yerlere pansuman, ardından tedavi edici müdahaleler yapılmalı.

Galatasaraylı Tarık Hodzic… O futbolu bıraktı ama ülkesini bırakmadı. Şimdi mütevazı kebap dükkanında müşterilerini ağırlayan bir işletmeci…

Savaş sonrası artan emlak fiyatlarını dengelemek için Türkiye acilen oralara TOKİ modelini yerleştirmeli ve düşük gelir grubuna karakteristik Bosna özelliği taşıyan evler, istihdam için de küçük ve orta boy işletmeler yapmalı.

Bektiç’e söylediğimi tekrar ederek, söz hakkımı tamamlıyorum: “Artık biz varız!”