
Umutluyduk!
BİR zamanlar, birbirimize gülümseyerek bakardık. Gözlerimiz ışıldardı aşinası olduğumuz bir
yüz gördüğümüzde... Sıcacık bir “Merhaba!” dökülürdü dudaklarımızdan. Ve bilmukabeleydi
karşımızdaki yüzler. Bilirdik “merhaba” demenin nasıl ve ne kadar bir teminat
olduğunu... “Rahat olunuz, serbest olunuz, hoş geldiniz!” demenin ve duymanın
mütebessim haliyle demlenirdik. Birbirimizden emindik!
Şimdilerde, yitirdik birbirimizi teskin etmeleri... Zihnimiz
mi çok yorgun, dalgın mıyız, vakitsizlikten midir bilmem, görmezden gelmelerle
yüz yüzeyiz! Modern zamanlar, dışımızı zenginleştirirken içimizi mi
yoksullaştırıyor? Dışımızı genişletirken, içlerimizi mi daraltıyor? Elbet
vardır bu soruların hepimiz için bir cevabı. Verdiğimiz cevapların hayatımıza
geçmesi için bir parça gayret, belki daralan ruhumuza, varlık içindeki
yokluğumuza bir şifa bir teselli sunar... Umutsuzuz!
Gülümsemek için bile vakitsizleştik!
Bir zamanlar, girdiğimiz mekânları “Selamün Aleyküm” duasıyla
süslerdik. Dua diyorum, çünkü “selam” kelimesinin anlamından bîhaber değil,
anlamını bilerek kullanmaktan söz ediyorum. Selam vererek girdiğimiz mekâna ve
mekândakilere; “ayıplardan, afetten salim olmuş, bütün korkulacak şeylerden
sıyrılmış” olduğumuzdan söz ederiz. Kime selam vermişsek, ona “sulh, asayiş,
emniyet ve güven”e dair davetiyemizi sunmuş oluruz. İşte “selam”ın böylesine
güzel anlamlara geldiğini bilerek selamlaşmak, Allah’ın rızasını kazanmak için
ne güzel bir vesiledir. Ve ne güzel bir dua...
İşte tam burada, Âşık Veysel’i hatırlamalı... Bırakın
yakınından, yöresinden geçeni; ozan, aklından geçene ne güzel sitem ediyor.
Çünkü dua olduğunu pekâlâ biliyor. “Her gün aklımdan geçiyorsun, insan bir
selam verir!” diyor. Ve koca Yunus ne güzel söylüyor: “Bizi bilmeyen ne bilsin,
bilenlere selam olsun!”
Selamıyla, sazıyla sözüyle gülümserdik!
Şimdi, birbirimizin gözüne bakmadan “hay” deyip geçer
olduk. Kısa ve “Aman! Fazlaca samimi olmayalım! Sen yoluna, ben yoluma!”
tonlamasıyla yalnızlığımıza koşar adım gider olduk. Ayrılırken de acelemiz vardır
hep. Her şeyin israfına göz yumar ama kelimelerin ve harflerin israfına asla
izin vermeyip “by” diyerek kaçar olduk. Böyle böyle yorduk ve yorulduk... Çünkü
vakitsiziz!
Hassastık, duyarsızlaştık!
Bir zamanlar cebimizde, çantamızda kumaş mendillerimiz
olurdu. Lavanta çiçeği ya da talk pudrası kokardı. Gözyaşımızı kurular,
hastalık zamanlarımızda hiç fark etmeden kumaşın sıcaklığından teselli
devşirirdik. Bayram sabahları yakınlarımızdan aldığımız kumaş mendiller içinde
harçlık, komşularımızın verdiği mendiller arasında lokum olurdu. Cebimiz de,
ağzımız da tatlanırdı. Bayram böyle bayramlaşırdı... Şükrederdik!
Şimdi kâğıt mendillerimiz var. Burnumuzu silip atmaları
anlıyorum da, bir zamanlar gözyaşının mahremiyet ve vefa duygularıyla şişelerde
biriktirildiğini hatırladıkça içim burkuluyor. Hiç olmazsa gözyaşlarımızı
sildiğimiz mendilleri atmasak diyorum içimden. Öyle uygulamasız bir sitem işte
benimkisi, zamana yenik düşmenin hezimeti... Ne güzeldir Zeki Müren’nin
sesinden dinlerken vefalı bir hülyaya daldığımız şarkı: “Al mendilim sakla
benden yâdigâr/ Bir ucuna işle beni çiz beni/ Ve bir kalp oy paramparça
oklanmış/ Üstüne de kondur beni kaz beni” Şarkılara rağmen, gayri duyarsızız!
Ah ne güzel bir asalettir ki, yetişilemeyen sevgilinin
ardından, ağladığını değil, elinde kalmış mendilinden söz eder bir başka
şarkı... Gözyaşı mahremdir ya hani... Görmesinler, bilmesinler, yalnız sevgili
bilsin istenir; çünkü o sevenin “içim” dediğidir! Vagonların ardında ıslak bir
çift göz ve terk edilmiş bir gönül vardır ve o gönlün ıstırabı şarkı olur:
“Elimde kaldı yazık, çiçeklerimle mendil!”
İşte böylesine hassastık!
Şimdilerde, tüm kâğıt mendilleri, tek bir mendil markası
ile anıyor, mahrem sızılarımızı silip atıyoruz. Atmayı ilk böyle öğrendik.
Kendimize ettiğimiz ilk ihanetimiz olduğunun farkına bile varmadık. Sevgimiz
için döktüğümüz gözyaşını silip atınca, sonra kendisini, daha sonra yetinemeyip
adını kalbimizden siler olduk. Peki ya, onca gözyaşı döktüğümüz zamanlar neden
daha mutluyduk?! Bunca pratik, bunca hızlı çözüm üretiyorken, atıp
kurtuluyorken bu asık yüzler, bu yalnızlık neden?! Neden bu kadar mutsuzuz?!
Kanaatkârdık, tatminsizleştik!
Bir zamanlar, bayramlarda, paramız olurdu birazcık ama
bakkalımızda “Yeşil Çivril” sakızdan, kilo işi satılan bisküvilerden ve şekerli
çiklet “Tipitip”ten başka alacak bir şey bulamazdık. Hiç de yoksul
hissetmezdik. Paranın güvenini değil, bayram sabahı, alnımıza kondurulmuş
öpücüğün sarsılmaz güvenini hissederdik. Harcasak da, harcamasak da mesud
gülümserdik... Kanaatkârdık!
Şimdilerde, harcama eylemi, neredeyse uyulması gereken bir yasa gibi zorunlu. Hayatımızın her alanına sirayet eden bir zorunluluk üstelik. Marketler, mağazalar ağzına kadar tıka basa dolu. Para harcar israf ederiz, işi harcar sabrı terk ederiz, sevgiliyi harcar vefanın üzerinde tepiniriz... Her şeyimizi yenileyince, içimizde büyüyen boşluğun dolacağını sanmanın beyhude çırpınışıyla yorgun düşeriz... Çünkü tatminsiziz!
Görünen o ki, aslımıza rücu edebilmemiz için gelecek
bizden gayret bekler. Kim bilir, belki gelecekte bize “Merhaba, yani rahat
olunuz, serbest olunuz, hoş geldiniz!” der!
Zariftik, çirkinleştik!
Bir zamanlar kumaştı giysilerimiz. Hafif, narin, godeler
uçuşurdu hanımların üzerinde. Elbiselerin yakalarında, kollarında danteller
olurdu ve kadının naif fıtratının önsözünü sunardı beylere... Kolları volanlı
uzun elbiseler içinde hanımlar masallardaki perilere benzerdi. Giyen mutlu,
seyreden mutlu olurdu. Çiçek buketli kumaşlar, iç dünyamızın bahçelerinden söz
ederdi. Az konuşurduk, çünkü elbisemizin renkleri, çiçekleri içimizden söz
ederdi. Ve muhatabımız bizi bilirdi... Koyu renkler bedbahtlığın simgesi,
çiçekli rengarenk kumaşlar gençliğin, mutluluğun, sevginin habercisiydi. İpek
etekler, bukle bukle süzülür; saten elbiseler, hanımların asilliğine asillik
katardı. El emeği, göz nuru nakışlar gülümserdi yakalarımızda, kollarımızda... Ne
kadar da zariftik!
Şimdilerde, Amerikan işçilerinin fabrikalarda, tarlalarda
çalışırken giydikleri ağır işçi giysisi blue jeanları kutsayıp, salona terfi
ettirdik! Ne ipeklerimiz kaldı, ne de çiçeklerimiz... Kot, tshirt giyip modernleşirken, o doğulu, o mesud
ruhumuza nasıl da ihanet ettik! Dahası, tektipleştik!
Yağmurdan ıslanmaktan ürken, korkan, tabiatla bağı kopan
kafeslere yerleştirilmiş hayatlarımızda naylon anoraklara müptela olduk. Düğün,
bayram, çarşı, pazar demeden, kot üzerine geçirip her yere aynılığımızı
götürmekten hiç yüksünmedik. Farklı olmak için güzeli çirkine, doğruyu yamuğa,
dikilmişi sökülmüşe dönüştürüp olmayan iddiamızı sunma gayretine düştük. Adına
anlamından uzağa düştüğümüzün farkına varmayarak marjinallik dedik. Gün be gün
çirkinleştik!
Naiftik, kabalaştık!
Bir zamanlar çiçekli basmadan bayram elbiseleri dikilirdi
çocukluğumuzda, mutlaka cebi olurdu. Ceplerimize koymamız için, şeker veren iyi
kalpli amcalar bulunurdu. Üstelik sahici iyi amcalardı onlar! Koruyan, kayıran
amcalar, mahallenin kızlarına yan gözle bakmayan delikanlılar vardı! Güvenirdik!
Pazen kumaştan dikilmiş çiçekli, kelebekli, yıldızlı, puantiyeli
pijamalarımız vardı. Yatarken, saçlarımızdaki kurdeleler çözülür, saçlarımız
omuzlarımızda dans ederdi. Gülümseyerek uyur, gülümseyerek uyanırdık... Naiftik!
Şimdilerde, eşofmanlarımız var, koyu ve kalın... Unisex
tabir edilen, hem erkeğin, hem kadının giydiği eşofmanlar... Birbirimize
benzeyip kadın erkeğin varlığından, erkek kadının varlığından yoksullaştı. Her
biri kendi kendilerine yeterim sandı ve aldandı! Olmayacaktı bu!... Modern
insan bu imkansızlığı hesaplayamadı. Birbirine öykünmekle fıtri özelliklerinden
kurtulacağını zannetmenin tuzağına feci düştü... Aslına dönmek istese de doğal
kodlarıyla oynandığından yahut geri adım atmama inadıyla kendi elleriyle
varlığını dar ağacına astı. Kostümlü mevtalar halinde yaşıyormuş, mutluymuş,
başarılıymış rollerine bürünmeleri yetmedi. Modern insanın en büyük gafleti,
kendi kendine yalan söylemeyi marifet bilmesi oldu. Varlıklarımız işte böyle
bozuldu... Kabalaştık!
Değerliydik, değersizleştik!
Bir zamanlar sevgiliye, eşlere vermek için parayla çiçek
satın almazdık. Çünkü hepimiz bahçeli evlerde yaşardık. Mor sümbüller
dikkatimizi çekmek için şımarık gülüşler dağıtırken, eflatun leylaklar, bahçe
duvarlarından sarkarak omuzlarımıza dokunurdu. Bahçe sahibi bahçede olurdu. Bir
akşam selamı, hal, hatır sorulur, bir tebessüm izinden sayılırdı. Çokça değil,
bir çiçek koparılır, çalınan kapıyı açan güzel hanımın kulağının ardına yahut
yakasına takılırdı. Ne çok söze ihtiyaç vardı, ne kucak dolusu buketlere... Bir
küçük çiçek çok şey söylerdi sevgiliye... Atmaya kıyamazdı çiçeği alan. Başucunda
hep okunan bir kitap olurdu ve o çiçek kitabın arasında yıllara meydan okuyacak
bir sevgiyle kurutulurdu. Değerliydik, değer verirdik!
Şimdilerde, çiçekçilik bir sektör artık. Türetilen
kutlamalara çelenkten hallice çiçekler yaptırılıyor ertesi gün çöp konteynerine
bırakılacağını bile bile... Alıyoruz, atıyoruz, alıyoruz atıyoruz... Üstelik
bitip tükenmek bilmeyen bu tekrar için çok çalışıyoruz! Atılacaklar için
harcanan emeğin yorgunluğunda git gide hoyratlaşıyoruz. Ne çiçeği verene, ne de
kalbimize tahammülümüz kalmıyor. Hayatı, hırçın ve hoyrat adımlıyoruz. Çok
akıllı olduğumuzu iddia edip aptalca bir değiş tokuş için ömrümüzü heba
ediyoruz. Aldığımızı, edindiğimizi, bir süre sonra atacağımızı ya da
değiştireceğimizi bildiğimiz halde, duygularımızı, bedenimizi, emeğimizi
müebbet bir kürek mahkumu gibi hor kullanıyoruz! Hem insanımıza, hem eşyamıza,
hem kendimize müsrifiz! Değersizleştirdikçe değersiziz!
***
Bir zamanlar sahip olduklarımızdan vazgeçerken doğru
hesap yapamamış olabiliriz...
Ancak şimdilerde taze bir farkındalıkla,
kaybettiklerimizi kazanma gayretimizle, geleceğe gönülden bir merhaba
diyebiliriz.
Görünen o ki, aslımıza rücu edebilmemiz için gelecek
bizden gayret bekler. Kim bilir, belki gelecekte bize “Merhaba, yani rahat
olunuz, serbest olunuz, hoş geldiniz!” der!