Geleneksel yönelimler ile İlâhî kaideyi birbirinden ayırmalı

İslâmî kaideler dışında her neyi vazgeçilmez kılıyorsa, insan aynı marazla karşı karşıya kalır. Gelenekleri, töreleri, âdet ve alışkanlıkları, toplumsal ya da kişisel istekleri ve hatta sevgi gibi değerli duyguları bile ölçüde tutmayı başarmak, bütün değerleri bir kenarda tutup İslâm’ı hepsinin üstünde ve hepsinden mühim olarak var etmek, önce insanın kendi varlığına göstereceği bir vefadır.

DAR ve geniş topluluklar, hayatı sürdürmede âdeta bir sanatçı ilhamıyla yol alırlar. Bilhassa da Doğu medeniyetlerinde güçlü aile ve akrabalık bağları, nesilleri besleyen kabiliyetlerle donanımlıdır. Bunlar her yöre insanının tabiatla uyumuna göre çok renkli bir sunum sergiler. Misâl; bazı çevrelerde doğayla iç içe yaşamla gelen ve kuşaktan kuşağa aktarılan alışkanlıklar vardır. Bunlar bir yandan o yöre insanlarının genel karakterini ve kimliğini teşkil eder, fakat bir yandan da koşulları hafifleten bir dizi pratik eylem vadeder. Hemen hemen hepsi, insanın ahlâk ve edebiyle çelişmeyecek kadar nahif ve yaşamın sürdürülebilirliğine katkı sağlayacak derecede akla yatkındır.

Yeme içmeden toplu hareketlere kadar herkesin kabulüne sığan bu ananevî karakter, yıllar boyu o toplulukta kök salar. Güçlenir ve öyle bir zaman gelir ki artık alışılmış normların dışına çıkanlar, beklenen insanlık düzeyinde sayılmazlar. En basitinden, bazı bölgelerde yaşayagelen insan algısında argo konuşmak yadırganmazken, bir başka coğrafî kesitte ve o kesitin daimî üyelerinde son derece ahlâk dışı görülebiliyor. Hani geleneklerin her zaman dinî ve ahlâkî kanunlara uygun düşmesini bekleriz ve sanki bütün geleneksel hareketler bu üst mâkâma uygun bir yolda ilerler de o sınırlar dâhilinde bir detay olarak kabul görürler gibi gelir, aslında Doğu insanında bu hassasiyet de mevcuttur; fakat bazen din ve genel ahlâk kabulleriyle çok bağdaşmayan kalıtsal eylemlere de denk geliniyor.

Burada bir şerh düşmek lâzım…

Öncelikle gelenekler, bireyin uzun yıllar deneyimleyerek öğreneceği doğru hareket tercihlerini insana daha en başından öğreten değerlerdir. Bu sebeple yok sayılamaz ya da aşağı görülemez. Elbette her bölge insanına göre değişen bir sistematiğe sahip olması, bir geleneksel dürtünün tüm bölgelerde ve tüm dünya insanlarında aynı içselleştirmeye lâyık olduğunu da göstermez.

Buraya kadarki cümlelerim, geleneksel bir tabiatla dünyayı kabul eden ruh hâlimden ve makbul olmadığına inandığım pek çok toplu eğilime “geleneksellik” adı altında kayda değer bir saygı duyduğumdan ileri geliyor. Bu saygı ve değer hususundaki hakkaniyetli tutumum, mevzu içindeki ilk şerhim. İkincisi ve daha büyük bir hassasiyetle yaklaşılması gereken şerh ise; hiçbir gelenek, alışkanlık, yönelim ya da toplumsal kabulün dinî kurallara ters düşme hakkının olmadığı…

Yani bir geleneksel hareket, dinî kurallara aykırı olamayacağı gibi, yeni bir din imajı da taşımamak mecburiyetinde. Bir farz gibi yerine getirilen her şey, insanı tehlikenin tam ortasına taşıyacaktır. Çevreden tepki ve eleştiri görmeyen nice alışkanlık, farz kıymetinde algılandığında öncelikle kişinin iç âlemindeki dengeleri altüst eder. Bu aslında sadece gelenekler ve alışkanlıklar açısından da düşünülmemeli. İnsanın farz gibi sürekli yerine getirdiği her ne varsa ya bedeni ya da ruhu hasta eden şeylerdir.

Örneklendirecek olursam…

Zararlı bir maddenin sürekli, aksatmadan yapılması bağımlılıktır. Bedeni de, ruhu da hasta eder. Sürekli, hiç aksatmadan ve değişikliğe gitmeden bir eğlence hareketini hayatın merkezine oturtmak da aynı derecede insana zarar verir. Sürekli bilgisayar başında olmak ya da TV izlemek gibi günlük basit davranış biçimleri de kişinin dengesini bozmakla başlar, sağlığını bozmaya kadar götürür. Elbette geleneklerin bundan çok daha farklı bir kavram olduğunu biliyorum. Fakat ne kadar farklı ve çok daha değerli de olsalar, din mevzubahis olduğunda onun kıymetinde görülmesi, her faydalı hareketin de faydasız birer kavrama dönüşmesine sebebiyet verir.

Aslında uzayıp giden anlatımların özeti şu: Yapılmaması mümkün olmayan ve muhakkak yapılması gereken şeyler ancak dinî gereklilikler ve dinî yasaklardır. Bunların dışındaki insan yönelimleri, her ne kadar dinî sınırlar dâhilinde de olsa, aynı değerde görülmeye başlandığı andan itibaren kişilerin hayat, din ve toplum algısında dengeleri bozacaktır. Yaşadığını din zannetme anomalisi, sadece dinen hata ya da harama düşmek, günaha girmekle sınırlı olmayıp, kişinin ruhsal ve zihinsel istikametinde de sapmalar meydana getirir.

İslâmî kaideler dışında her neyi vazgeçilmez kılıyorsa, insan aynı marazla karşı karşıya kalır. Gelenekleri, töreleri, âdet ve alışkanlıkları, toplumsal ya da kişisel istekleri ve hatta sevgi gibi değerli duyguları bile ölçüde tutmayı başarmak, bütün değerleri bir kenarda tutup İslâm’ı hepsinin üstünde ve hepsinden mühim olarak var etmek, önce insanın kendi varlığına göstereceği bir vefadır. Ki insanın fıtratına uygun olan her şey, Rabbin kuralları ve çizdiği doğru yol üzerindedir. Bunun dışında kalan her eylem iyi, hoş ve faydalı olabileceği gibi, kişi ve toplumlara zararlı da olabilir. İnce bir çizginin varlığı her zaman akılda tutulmalı. Zaten bütün duygularımız ve eylemlerimiz o ince çizginin dikkate alınmasıyla bir değer kazanabilecek.

Bir başka başıboş alan da pek çok dinî kaidenin gelenekten sayılması olarak dikkat çekici. Sofra adâbından tasarruflu davranmanın gerekliliğine kadar, misafir ağırlamaktan evlilik, nikâh ve düğün gibi toplu hareketlere kadar pek çok “geleneksellik” adı altında var edilen yönelim, esasen dinî gerekliliklerdir. Ne zaman bunları es geçip de her bölgede çeşitli düğün gelenekleri ya da yeme-içme âdetleri var edilse, oralarda bir yerlerde dinî kuralları es geçen ya da ona karşıt bir anlam taşıyan günahlar silsilesi var olacaktır. Elbette Rabbin hak çizgisini aşmayacak yöresel, bölgesel ve ailesel geleneklerin de toplumumuzda bir renk cümbüşü olduğunu kabul etmek gerek.

En nihayetinde her konu, özellikle de toplulukların gerekliliklerini anlatırken bahsedilmesi gereken bütün anlamlar, dengenin sağlanması hususuna varıyor.

Dengeyi aşmamanın yolu ise, sanırım, “Benim dedem”, “Benim atam” demeden önce “Benim dinim bu işe ne diyor?” diye bir bakmak. Yanlışın adı gelenek de olsa, düzeltmek lâzım.