DAR ve geniş
topluluklar, hayatı sürdürmede âdeta bir sanatçı ilhamıyla yol alırlar.
Bilhassa da Doğu medeniyetlerinde güçlü aile ve akrabalık bağları, nesilleri
besleyen kabiliyetlerle donanımlıdır. Bunlar her yöre insanının tabiatla
uyumuna göre çok renkli bir sunum sergiler. Misâl; bazı çevrelerde doğayla iç
içe yaşamla gelen ve kuşaktan kuşağa aktarılan alışkanlıklar vardır. Bunlar bir
yandan o yöre insanlarının genel karakterini ve kimliğini teşkil eder, fakat
bir yandan da koşulları hafifleten bir dizi pratik eylem vadeder. Hemen hemen
hepsi, insanın ahlâk ve edebiyle çelişmeyecek kadar nahif ve yaşamın
sürdürülebilirliğine katkı sağlayacak derecede akla yatkındır.
Yeme
içmeden toplu hareketlere kadar herkesin kabulüne sığan bu ananevî karakter,
yıllar boyu o toplulukta kök salar. Güçlenir ve öyle bir zaman gelir ki artık
alışılmış normların dışına çıkanlar, beklenen insanlık düzeyinde sayılmazlar.
En basitinden, bazı bölgelerde yaşayagelen insan algısında argo konuşmak
yadırganmazken, bir başka coğrafî kesitte ve o kesitin daimî üyelerinde son
derece ahlâk dışı görülebiliyor. Hani geleneklerin her zaman dinî ve ahlâkî kanunlara
uygun düşmesini bekleriz ve sanki bütün geleneksel hareketler bu üst mâkâma
uygun bir yolda ilerler de o sınırlar dâhilinde bir detay olarak kabul görürler
gibi gelir, aslında Doğu insanında bu hassasiyet de mevcuttur; fakat bazen din
ve genel ahlâk kabulleriyle çok bağdaşmayan kalıtsal eylemlere de denk geliniyor.
Burada
bir şerh düşmek lâzım…
Öncelikle
gelenekler, bireyin uzun yıllar deneyimleyerek öğreneceği doğru hareket
tercihlerini insana daha en başından öğreten değerlerdir. Bu sebeple yok
sayılamaz ya da aşağı görülemez. Elbette her bölge insanına göre değişen bir
sistematiğe sahip olması, bir geleneksel dürtünün tüm bölgelerde ve tüm dünya
insanlarında aynı içselleştirmeye lâyık olduğunu da göstermez.
Buraya
kadarki cümlelerim, geleneksel bir tabiatla dünyayı kabul eden ruh hâlimden ve
makbul olmadığına inandığım pek çok toplu eğilime “geleneksellik” adı altında
kayda değer bir saygı duyduğumdan ileri geliyor. Bu saygı ve değer hususundaki
hakkaniyetli tutumum, mevzu içindeki ilk şerhim. İkincisi ve daha büyük bir
hassasiyetle yaklaşılması gereken şerh ise; hiçbir gelenek, alışkanlık, yönelim
ya da toplumsal kabulün dinî kurallara ters düşme hakkının olmadığı…
Yani
bir geleneksel hareket, dinî kurallara aykırı olamayacağı gibi, yeni bir din
imajı da taşımamak mecburiyetinde. Bir farz gibi yerine getirilen her şey,
insanı tehlikenin tam ortasına taşıyacaktır. Çevreden tepki ve eleştiri
görmeyen nice alışkanlık, farz kıymetinde algılandığında öncelikle kişinin iç
âlemindeki dengeleri altüst eder. Bu aslında sadece gelenekler ve alışkanlıklar
açısından da düşünülmemeli. İnsanın farz gibi sürekli yerine getirdiği her ne
varsa ya bedeni ya da ruhu hasta eden şeylerdir.
Örneklendirecek
olursam…
Zararlı
bir maddenin sürekli, aksatmadan yapılması bağımlılıktır. Bedeni de, ruhu da
hasta eder. Sürekli, hiç aksatmadan ve değişikliğe gitmeden bir eğlence
hareketini hayatın merkezine oturtmak da aynı derecede insana zarar verir.
Sürekli bilgisayar başında olmak ya da TV izlemek gibi günlük basit davranış
biçimleri de kişinin dengesini bozmakla başlar, sağlığını bozmaya kadar götürür.
Elbette geleneklerin bundan çok daha farklı bir kavram olduğunu biliyorum. Fakat
ne kadar farklı ve çok daha değerli de olsalar, din mevzubahis olduğunda onun
kıymetinde görülmesi, her faydalı hareketin de faydasız birer kavrama
dönüşmesine sebebiyet verir.
Aslında
uzayıp giden anlatımların özeti şu: Yapılmaması mümkün olmayan ve muhakkak
yapılması gereken şeyler ancak dinî gereklilikler ve dinî yasaklardır. Bunların
dışındaki insan yönelimleri, her ne kadar dinî sınırlar dâhilinde de olsa, aynı
değerde görülmeye başlandığı andan itibaren kişilerin hayat, din ve toplum
algısında dengeleri bozacaktır. Yaşadığını din zannetme anomalisi, sadece dinen
hata ya da harama düşmek, günaha girmekle sınırlı olmayıp, kişinin ruhsal ve
zihinsel istikametinde de sapmalar meydana getirir.
İslâmî
kaideler dışında her neyi vazgeçilmez kılıyorsa, insan aynı marazla karşı
karşıya kalır. Gelenekleri, töreleri, âdet ve alışkanlıkları, toplumsal ya da
kişisel istekleri ve hatta sevgi gibi değerli duyguları bile ölçüde tutmayı
başarmak, bütün değerleri bir kenarda tutup İslâm’ı hepsinin üstünde ve
hepsinden mühim olarak var etmek, önce insanın kendi varlığına göstereceği bir
vefadır. Ki insanın fıtratına uygun olan her şey, Rabbin kuralları ve çizdiği
doğru yol üzerindedir. Bunun dışında kalan her eylem iyi, hoş ve faydalı
olabileceği gibi, kişi ve toplumlara zararlı da olabilir. İnce bir çizginin
varlığı her zaman akılda tutulmalı. Zaten bütün duygularımız ve eylemlerimiz o
ince çizginin dikkate alınmasıyla bir değer kazanabilecek.
Bir
başka başıboş alan da pek çok dinî kaidenin gelenekten sayılması olarak dikkat
çekici. Sofra adâbından tasarruflu davranmanın gerekliliğine kadar, misafir
ağırlamaktan evlilik, nikâh ve düğün gibi toplu hareketlere kadar pek çok “geleneksellik”
adı altında var edilen yönelim, esasen dinî gerekliliklerdir. Ne zaman bunları
es geçip de her bölgede çeşitli düğün gelenekleri ya da yeme-içme âdetleri var
edilse, oralarda bir yerlerde dinî kuralları es geçen ya da ona karşıt bir
anlam taşıyan günahlar silsilesi var olacaktır. Elbette Rabbin hak çizgisini
aşmayacak yöresel, bölgesel ve ailesel geleneklerin de toplumumuzda bir renk
cümbüşü olduğunu kabul etmek gerek.
En
nihayetinde her konu, özellikle de toplulukların gerekliliklerini anlatırken
bahsedilmesi gereken bütün anlamlar, dengenin sağlanması hususuna varıyor.
Dengeyi aşmamanın yolu ise, sanırım, “Benim dedem”, “Benim atam” demeden önce “Benim dinim bu işe ne diyor?” diye bir bakmak. Yanlışın adı gelenek de olsa, düzeltmek lâzım.