Gelenek, görenek ve hatıralar

“Sizin oranın zeytini sofralık olarak iyidir, bizim buranınki de yağlık olarak” sözlerini çok duymuşumdur. İtiraz etmem. Nasıl biliyorsa öyle kalsın. Yalnız vaktin birinde, değerli bir arkadaşım “Gerçekten öyle midir?” diye sorunca, bizim yağların kalitesini anlatmak için bir örnek vermek zorunda kaldım. Dedim ki, “Ortada iki çeşit şeftali olsun. Bir tarafta kalitesiz, yamru yumru, gösterişsiz; diğer taraftakiler ise irice, gösterişli, resim gibi… Hangisini yemek istersin?”. “Güzel ve gösterişli olanı” cevabını verdi.

BİZİM köyle ilgili konuya devam ediyoruz. Umurbey’de gelenek, görenek ve hatıraları harman edip sunduğumuz yazılar üzerine kıymetli okurlarımızdan birkaçının ilgi gösterdiğini fark ettiğimiz ve ifadelerinden beğendiklerini anladığımız için bu kararı verdik. Ki bu birkaç kişi, bizim için “yoğun ilgi” anlamına da gelir.

Yine de “tarihe mâl olmuş” denebilecek eski hatıralarla uğraşmayı anlamsız bulanlar olursa, onlara tavsiyemiz, vakit kaybetmeden başka bir sayfaya geçmeleridir şüphesiz. Kimseye hoşlanmayacağı bir yazıyı okutmak istemeyiz. Hattâ öyle düşünen varsa, bu cümleye kadar bile gelmez.

Mademki elemeyi yaptık, o hâlde el emeği ile çalışan, alın terinin kıymetini bilen, toprak kokusunu seven, yıldan yıla azalan ve zayıflayan köy hayatını önemseyen… Havaya baktığı zaman ertesi gün yağmur yağar mı, yağmaz mı, isabetli tahminde bulunan, ot kokusuna mest olan, kuru ot kokusunu ayrı, yaş ot kokusunu ayrı özleyen… Hayvanlarla bir arada yaşamayı, onlarla anlaşmayı hayatın akışı içinde geliştiren, velhasıl toprakla iç içe olan insanların dünyasına biraz daha yaklaşalım.

Gemlik körfezine tepeden bakan, karşı dağların yamaçlarını ve tepelerini, aşağıdaki ovayı seyreden, doğu tarafına baktığı zaman İznik gölünü gören, yeşillikler içindeki Umurbey’deyiz yine…

Zeytin ve zeytinyağında kalitenin sırrı

Etrafta bir zeytin kokusu… Bilir misiniz, zeytin ağacı her mevsim ayrı kokar. Çiçek açtığı zaman başkadır, dalında zeytin olduğu zaman ayrı, budandığı zaman da yine kendine has bir koku yayar etrafa.

Sofraya konulan zeytinlerin de kokusu tazeliğine göre farklılık arz eder. Ben, kaplardan veya havuzlardan çıkarıldığı andaki tadına ve kokusuna bayılırım. Ertesi gün aynı olmaz çünkü. İleriki günlerdeyse tamamen değişir. Sele zeytini, havuz/kap zeytini, çizme zeytin, kırma zeytin… Her birinin lezzeti ve kokusu başkadır. Yağı ise içilecek kıvamdadır.

Ülkenin pek çok yerinde zeytin yetişir. Yetişsin. Zeytin üretiminde ilerlemek için milyonlarca zeytin ağacı dikildi. Eyvallah. Ancak nereye gitsek, “Gemlik zeytini” hepsinin kralıdır ve herkes tarafından kabul edilir.

 “Sizin oranın zeytini sofralık olarak iyidir, bizim buranınki de yağlık olarak” sözlerini çok duymuşumdur. İtiraz etmem. Nasıl biliyorsa öyle kalsın. Yalnız vaktin birinde, değerli bir arkadaşım “Gerçekten öyle midir?” diye sorunca, bizim yağların kalitesini anlatmak için bir örnek vermek zorunda kaldım. Dedim ki, “Ortada iki çeşit şeftali olsun. Bir tarafta kalitesiz, yamru yumru, gösterişsiz; diğer taraftakiler ise irice, gösterişli, resim gibi… Hangisini yemek istersin?”. “Güzel ve gösterişli olanı” cevabını verdi.

-Neden?

-Daha lezzetlidir.

-Aynı durum kayısı için, vişne için, elma için de geçerli midir?

-Elbette.

-Peki, onların suyunu çıkarmak gerekse, hangisinin suyu daha güzel olur?

-Tabii ki yine aynı davranır, güzel olan, gösterişli olan meyvelerin suyunu tercih ederim.

-Ne güzel! Peki, konu zeytin olunca farklı bir sonuç çıkabilir mi?

-Anladım…

Gemlik’in havası, suyu, toprağı… Aynı şartlar başka yerde temin edilebilirse, ne âlâ!

İşte böylece, güzel bir zeytinden güzel yağ çıkacağını da mantık çerçevesinde çözmüş olduk -ki itiraz edenler olursa, birer şişe yağ alıp büyük jüri önünde buluşmamız gerekir-.

Kâhya, davulcu, tellal

Kâhya Hüsen Dayı, davulunu konuşturmaktadır. Hani neredeyse, insanın kalkıp oynayası gelir dedik ya, boşuna değil! Hakkını verir davulun. Adı üstünde, köyün hem kâhyası, hem davulcusu, hem tellalı.

Köyden biri bir ilânda bulunmak istiyor. Zeytinliğini satacak, arabasını satacak, tarlasını veya başka bir şeyi satmaya karar vermiş… Hüsen Dayı’ya söyler, üç beş lira verir, o da kahveleri dolaşarak herkese duyurur. Gazeteye, radyoya ilân verecek hâli yok.

Şöyle seslenir Hüsen Dayı: “Beylee… Duyduk duymadık demeyin… Filancaların falanca, aha şu mevkideki 45 avaç zeytinniğini satıyo… Almak isdeyenne, gitsin onu bulsun…”

Kimmiş kimmiş, neresiymiş, kaçaymış?

Kahve içindeki gürültü patırtıdan, televizyon sesinden tam anlaşılmaz düşüncesiyle aynı cümleyi tekrar eder. Hattâ daha en başta, kahveye girişte, kahveciye işaret eder, televizyonun sesi kısılır. Diyeceğini dedikten sonra bazen, “Annaşıldı mı?” diye sorar, “Vaa mı anamayan?”. Çıkar, öteki kahveye…

Bu duyuru, on iki kere tekrarlanır. İlkinden sonrakiler tekrar olduğuna göre, köyde bir zamanlar on üç kahvehane olduğunu anlamamız gerekir. Şimdilerde daha az kahvehane sayısı.

Çok da şakacıdır Hüsen Dayı. Kimse ona “Keyfimin kâhyası mısın?” diyemez. O hem köyün, hem de keyiflerin kâhyasıdır. Ramazan geceleri davul çalmak da onun vazifesi. Davul çalmaya başladığı yer de, bitirdiği yer de her zaman aynı noktalardır, değiştirmez.

Keyfi yerinde olduğu zaman mâni de söyler. Özellikle bahşiş alacağını bildiği yerlerde… Misafir gelmiş meselâ İstanbul’dan, İzmit’ten... Misafir çocuğunun adına uygun bir dörtlük döktürür, sahur vakti çalar ve söyler. Misafir çocuk için, hayatı boyunca unutamayacağı bir hatıra kalır o Ramazan gecesinden.

-Anne, davulcu beni tanıyor! Adımı söyledi. Duydun mu?

-Duydum yavrum, duymam mı?

-Nerden biliyor anne o davulcu benim adımı?

-Yavrum, geçen sene de söylemişti, unuttun mu?

-Sahi mi?

-O zaman sen çok ufaktın. Hatırlamazsın tabiî...

Davulcunun mâni söylemesi için gündüzden bilgi verilmiştir. Hacı İbram gitmiş, kulağına fısıldamıştır. “İstanbul’dan yeğenim geldi, ona göre… Bu gece unutma ha!” derken bahşişi de peşinen cebine sokuşturmuştur… Yahut gece vakti pencereye çıkan çocuğun eliyle verilecektir bahşiş.

Bazen Kâhya Hüsen Dayı, hâli vakti yerinde olanlardan birinin evi önünde bir mâni söyler, ertesi gece için börek siparişi verir. Ertesi gece gittiğinde, nar gibi kızarmış yağlı börek hazırdır. Tepsiyle verilir.

Kâhya Hüsen Dayı, çoktan rahmetli oldu. Mekânı Cennet olsun. Artık kim onun gibi davul çalabilir?

Güçcük Ali, İzmirlilerin Hasan

Davul, Kâhya Hüseyin’den sonra Güçcük Ali’ye, ondan da İzmirlilerin Hasan’a aktarılmıştır.

Sahurlarda davul çalıp ahaliyi uyandıran davulcu, bayram gelince de gündüz gözüyle köyü baştan başa dolaşır. Davul çalınarak sokak sokak dolaşılırken, davulcunun yanında bir başkası tarafından sırık taşınır. Beraberinde ayrıca, iki yanında küfe bulunan eşek dolaştırılır. “Çörek” adı verilen ekmek hediye edilir. Ekmekler küfeye konulur, ufak tefek hediyelerse sırığa asılır.

Ramazan ve Kurban Bayramlarından birkaç gün önce evlerin bahçesindeki fırınlarda pişirilen cevizli, susamlı çörekler ve sade ekmeklerin lezzetini bilenler, o gelenekten kolay kolay vazgeçemezler. (Sanıyoruz.)

Dide yapmak

Umurbey’in kuruluşundan bu yana Aytepe mevkiinde kabri bulunan Karaali Dede, asırlar boyunca unutulmamıştır. Bir adakta bulunan kişi, herkese ilân eder ve Aytepe’de bir eğlenti düzenlenir ki buna “Dide yapmak” denilir.

Oraya gidince, ocaklar yakılmadan veya yakıldığı sırada, Dede’nin kabrine gidip bir Fatiha okumak şarttır. Onun yakınlarında her Umurbeyli, saygılı olmak, bir taşkınlık yapmamak, yüksek sesle konuşulmamak gerektiğini bilir.

 

Çocuklar birbirine anlatır:

-Şu aşağıdaki mevkinin adı Öörenle’dir. Neden öyle demişle, biliyon mu?

-Neden?

-Herifin biri buraya gelmiş, çiş yapmaya galkmış. Garaali Dede gabrinden galkmış, herifi golundan tuttuğu gibi aşşalara fırlatmış. U sırada “Öören” diye gür bir ses duyulmuş ki o sözü Garaali Dede sölemiş. (Saygısızlık yapılmaması gerektiğini öğren’ anlamında.) İşde undan ötürü, o herifin düşdüğü yere Öörenne demişle…

Efsane tarafı böyle. Gerçeği ise farklı… Orhan Bey zamanına, Umurbey’in kuruluşuna kadar uzanmak gerekir. O dönemde Gemlik’i fethetmek için kuşatan Balaban Bey, Yazır Bey, Akça Koca, Örencik Bey ve Kozalan Bey, Gemlik çevresinde obalar kurmuşlar. Kara Ali de kuşatmaya denizden destek sağlamış.

Fetih gerçekleşince, nur içinde yatsın, büyük komutan Umur Bey, hepsinin bir arada toplanmalarını tavsiye etmiş. Köyün ismi oradan gelir. Diğer beylerin isimleri de çevre arazilerde yer adı olarak yaşamaktadır. Örencik Bey’in obasının bulunduğu yöreye “Öörenne” veya kısaca “Öören” (Öğrenler-Öğren) denilmektedir.

O hâlde duamızı okuyup yan tarafta dönelim. Orada, yatırın az ötesinde Dede için gelenler, hazırlık yapanlar, ocakla uğraşanlar vardı.

Karaali Dede’nin yattığı yer yakınında ocaklar kurulur. Oğlak veya kuzu kesilir. Kazanlar kaynatılır. Düğün çorbası yapılır. Çorbaya haşlanmış nohut da katılır. Nane serpilerek herkese ikram edilir. Gelenler, yanlarında evde hazırladıkları yalancı dolmaları getirirler. Çocuklar ise ip oynar, top oynarlar. Salıncak kurulur, ip atlanır. Çocuklar orada topa ölçülü vurmak, ayaklarının ayarını iyi yapmak zorundadırlar. Zira top bir kaçarsa, aşağıya gidip onu getirmek çok uzun zaman alır. Bazen hiç inilemeyecek uçurumdan aşağı da gidebilir. O zaman arkasından bakar kalırlar.

-Tüh be!

-Tüh tabiî… U gadar hızlı vurma dedim sana kaç kere…

Yedek top yoksa, çocuklar mecbur çelik çomak oynayacaklar. Akşama kadar eğlence devam eder. Genellikle sıcak ve soğuk havalar değil, bahar tercih edilir. Çocuklar böyle bir adak haberi geldiği zaman, “Yaşasın, dideye gidiyoz” diyerek havalara zıplar.

En son “dide” ne zaman yapıldı, gidip sormak lâzım. Belki son dideye giderek orada eğlentiye katılanlar bile “dide” oldu. Kayıp mı olsun bu güzel âdetler? Olmasın.

Misafir sevgisi

Umurbey’de misafir çok sevilir. Vatan sevgisi imandandır, malûm; misafir sevgisi de öyle…

Misafire büyük hürmet gösterilir. Esasen, memleketin her tarafında böyledir. İkramın ardı arkası kesilmez. Büyük şehirler istisna…

Misafiri memnun etmek, hoş tutmak, kırmamak, gücendirmemek esastır. “Misafir, on rızıkla gelir, birini yer, dokuzunu bırakır.” Şeksiz şüphesiz inanılır. Gelen misafirin memnun ayrılmasını sağlamak, en önemli vazifedir. Eğer aksi olursa, o kişinin yüzü uzun süre gülmez.

Her kim olursa olsun, hangi kapıyı çalsa, eli boş ayrılmaz. Tanıdık tanımadık… Hele karnı açsa, yorgunsa, susamışsa… İşte o zaman çok daha makbuldür!

Bohçacı kadınlara su vermek zaten sıradan bir şey de, yemek ikram edeni de görmüşüzdür. “Gariptir” deyip gelen eskicinin çocuğuna yeni kıyafet vereni de…

-Bizim oğlanın ayağına dar geldi, bi dene bakem… Gey gey, ötekini de gey. Hah şööle, çok güzel oldu maşallah. Güle güle gullan yavrım.

Gittikten sonra “Ne oldu gıı?” diye soran komşusuna, “Esgi bi şey yokdu, yenisini veedim, ne yapem?” denmiştir buralarda. Görmüşüzdür, duymuşuzdur.

“Teşekkür ederim”

Teşekkür etmek, on yıllar önce, şehirli âdeti sayılıyordu. Bugünkü kadar yaygın değildi. Bilhassa çocuklar arasında şakası bile yapılırdı. Birinin şehirde yaşayan akrabaları gelse, misafir çocuklarına köylülerden biri, herhangi bir ikramda bulunsa -kiraz, erik, şeftali veya cevizli lokum verse- ve o da “Teşekkür ederim” dese… Ne olurdu?

İkramda bulunan çocuk, yanındaki diğer çocuklara sorardı:

-Ne dedi?

-“Eşeklerini güderim” mi dedi?

Sonrasında gülüşmeler…

Tabiî böyle bir sahne, karşılıklı olarak şaka kaldıracak hoşgörüye sahip olunduğu zaman yaşanır. Belli bir samîmiyet tesis edildikten sonra…

Esasen, misafire hürmet elbette son derece önemsenen bir husustur. Hiç kimse, evlerine veya köye gelmiş bir şehirli misafire hürmette ve ikramda kusur etmek istemez, etmez.

***

Böyle güzel hasletlerin yanında, hoş olmayan taraflara da rastlarız pek çok yerde olduğu gibi…

Tatsızlıklar: Dedikodu, küslük

Kimse hoşlanmasa bile tatsızlıklara şahit olunur. Meselâ, bütün küçük yerlerde olduğu gibi, dedikodu sevilir. Merak önemli bir unsurdur. Bir de sıradan, tekdüze gidiyor gibi görünen hayata hareket, heyecan katma arzusu…

 (Aslında hiç kimsenin hayatı tekdüze değildir. Günden güne insanlar neler yaşamaktadır. Ama bunu bilmek, anlamak zaman ister. Yanında da bilinç gelişmesi şart.)

-Aaa, duydun mu gıı? Filancaların falanca ile feşmekancaların bilmemnesi…

-Benden duymuş olma da…

-Dedigoduyu hiç sevmem, onu bunu çekişdirmek âdetim değildir amma…

-Bak, sakın, aramızda galsın…

-Ölümü öp, kimseye söylersen…

-E ben demişdim… Dememiş miydim?

-Bak şindi… Hiç olcek şey mi?

-Napıcen, armıt dibine düşe… Onun anası da ööleydi, babası da şööleydi…

-Aunegıı… Saayi mi sööleyon? Aaa… Bak sen…

***

Küslük, sıradandır. Komşular arasında pek nadir olsa da kardeşler arasında türlü sebeplerle küslükler yaşanır. Miras konusunda tartışma çıkınca, işin sonunu tatlıya bağlamak bazen çok uzun zaman alır, bazen de o gün hiç gelmez. O dereceye varır ki, paylaşılamayan bir tarla veya zeytinlik, olduğu gibi kalır. Boz hâlde durur. Ekilip biçilmez, bakımı yapılmaz. Zeytinlikse ormana döner. Mirasçıların çocukları da yıllar içinde çoğalacağından, bölüşmek gittikçe zorlaşır. Torunlar devreye girdiğinde, artık bir arazinin iki yüz üç yüz kişiye ulaşan mirasçısı çıkabilir.

-Aunegıı, hani barışdıydınız? Gine mi küsdünüz?

-Olmeyo a gözel gardeşcazım olmeyo. Ne yapsam olmeyo. Sen beni biliyon. Gırk yıllık gomşuyuz şurda. Bi gün bi yannışımı gördün mü? Ben u gadar eyi niyetnen, aman bi dadsızlık çıkmasın deye şey edeken…

Aynı komşu, öbür tarafa gitse, aşağı yukarı orada da aynı cümleler kurulacak, öteki de kendinin ne kadar iyi niyetli biri olduğunu anlatacaktır.

***

Kapı komşuları arasında geçimin iyi olduğunu belirtmiştik, ancak arazi komşuluğunda ara sıra sınır anlaşmazlığı doğabilir.

Küslüğün üç gün olması gerektiği bilinir ama bazen türlü sebeplerle uzatılmaktadır. Bayramlarda barışanlar, hakikaten mutlu olduklarını, bunca yıl boş yere küs kaldıklarını anlarlar. Küs olanları barıştırmaya çalışanlarsa, büyük iş yaptıklarını bilirler ve zaten bilmelidirler. En azından barıştırma gayreti olanların doğru istikamette oldukları şüphe götürmez. Çabuk küsme eğiliminde olunduğundan mıdır bilinmez, Umurbey’de “küstüm çiçeği”ne sıkça rastlanır.