KIBRIS Türkiye’de gündem
olmaya, hattâ bir ölçüde gündemi tayin etmeye devam ediyor. Kuzey Kıbrıs’taki
seçimlere gösterilen ilgi bunun açık örneğidir.
2000’lerin başında, “Türkiye’nin
Kıbrıs siyâseti, Türkiye-AB ilişkilerini rehin almıştır. Bundan kurtulmak
lâzımdır” denilirdi. Bu görüşün ağır basması sonunda olmalı ki, 2004’te BM
Genel Sekreteri Annan’ın adıyla bilinen plânın referandumunda Kıbrıs Türk
tarafı yüzde 65 civarında “Evet” demişken, Kıbrıs Rum tarafı aynı civarda “Hayır”
kararı ile plânın uygulanmasını engellemişti.
“Türkiye-AB ilişkilerini Kıbrıs rehin almıştır” diyen kesim, aynı zamanda
Kıbrıs’ın Türkiye için büyük bir ekonomik külfet olduğunu, Türkiye’ye siyâsî ve
ekonomik olarak hiçbir getirisinin olmadığını ve bu siyâsetin
sürdürülemezliğini savunurdu.
Önemli bir Rum nüfusunun Türk kesimine göç etmesi, Türklerin elindeki
arazinin bir bölümünün de Rumlara bırakılmasını öngören Annan Plânı, Rumların “Hayır”
demesiyle engellenmişti. Rumları, özellikle Rusya’nın “Hayır” demeye
cesaretlendirdiği iddia edilmişti. Bu yüzden o sırada hayatta olan Rauf
Denktaş, “Allah Rusya’dan râzı olsun,
onların telkinleri ile Rumlar ‘Hayır’ dedi” diye memnuniyetini açıklamıştı.
Kıbrıs’ı aslında Süveyş Kanalı ve İngiltere’nin kanal üzerinden sömürgesi
Hindistan’ı denetleme siyâseti gündeme taşımıştı. 1878 Savaşı’nın sonunda zor
durumda kalan Osmanlı Devleti’ne, Kıbrıs’ın kendisine bırakılması hâlinde
Rusya’ya karşı yardımcı olacağını vaat etmişti. Çaresiz kalan Abdülhamid Han,
bu teklifi kabul etmişti. Özel bir anlaşma ile Kıbrıs, mülkiyeti Osmanlılarda
kalmak üzere İngiltere’nin kullanımına verilmişti. Anlaşma nedeniyle İngiltere
1914’e kadar Kıbrıs için Osmanlı Devleti’ne bir çeşit kira bedeli ödemeye devam
etmişti.
Birinci Dünya Savaşı ile birlikte İngiltere, Kıbrıs’ı kendi topraklarına kattığını
ilân etmişti. Osmanlı tarafı bu ilânı kabul etmediği için Kıbrıs’ın durumu
Lozan’da ele alınmıştı. Türk tarafı, Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin hiçbir
hakkının olmadığını Lozan’da kabul etmişti. Türkiye böylece kendi gündeminden
Kıbrıs’ı temelli olarak çıkarmıştı.
1950’li yıllarda İngiltere sömürgesi olan Kıbrıs’ın Yunanistan’a
bağlanmasını isteyen Rumlar, terör faaliyetlerine başlamışlardı. Tuhaftır ki,
terör hedefleri için İngilizlerden çok Türkleri seçmişlerdi. Rumların Türklere
saldırıları haber oldukça, Türkiye’de, Kıbrıs gündem olmaya başlamıştı. 6-7
Eylül 1955 günü İstanbul’da Rumlara karşı başlayan saldırılar ise bu tür
haberlerin sonunda ortaya çıkmıştı.
Türkiye, Kıbrıs adasını kayıtsız şartsız olarak İngiltere’ye bıraktığı için
çâresiz kalmıştı. Uzaktan “Yapmayın etmeyin” diye esip savurması ise Kıbrıs’ta
Rum saldırılarını engellememişti. Nihâyet İngiltere’nin adadan çekilme kararı
ile birlikte artan saldırılar üzerine Türkiye Hükümeti de Kıbrıs ile daha çok
ilgilenmeye başlamıştı.
Uzun görüşmelerin ve pazarlıkların sonunda Türkiye, İngiltere ve Yunanistan
arasında Londra ve Zürih Anlaşmaları yapıldı. Bu üç ülkenin garantörlüğünde
Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.
Bu anlaşmaları yapan Menderes Hükûmeti, 6-7 Eylül olaylarından da Yassıada
duruşmalarında mahkûm edildiği gibi, garantör anlaşması ile Türkiye’yi
Kıbrıs’ta resmen taraf durumuna getiren Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri
Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, 1961’de idam edilmişlerdi.
Kıbrıs sorununun derinleşmesinde neler etkin oldu?
Kıbrıs Cumhuriyeti, adada barış ve güvenliği sağlayamadı. Rumların
saldırıları yer yer artıp azalarak devam etti. Bu olaylar ile birlikte
Türkiye’de Kıbrıs’ın nasıl kaybedildiği sorusu da gündem olmaya başladı.
Kemalist Sol cenah, bu kayıptan Abdülhamid Han’ı sorumlu saydı. Ancak Sultan
Abdülhamid’in kaybettiği Kıbrıs’ın nasıl olup da Lozan’da anlaşma konuları
arasına girdiği sorusunu önemsiz görmeye devam etti.
1974’te Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makrios’a karşı Rum kesiminde yapılan askerî
darbeyle birlikte Kıbrıs’ın Türkiye gündemindeki yeri arttı. Türkiye adaya
askerî müdahalede bulundu. Adada nasıl bir barışın sağlanacağı tartışması
başladı.
Necmettin Erbakan’ın öncülük ettiği kesim “Kıbrıs’ta taksim”, Bülent
Ecevit’in öncülük ettiği kesim ise “Kıbrıs’ta federasyon” görüşünü savundu. Ne
var ki, bütün çabalara ve Türk tarafının alttan alan tutumuna karşılık Rum
kesimi federasyon teklifini bile kabul etmedi.
1983’te ise Kıbrıs Türk tarafı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) ilân
etti. Ne var ki, BM’nin aldığı önleyici kararlar nedeniyle Kıbrıs Türk Devleti
dünya ülkeleri tarafından tanınmadı. KKTC ise kabul edilmeyen varlığını,
dünyaya kapalı olarak devam ettirdi. Çünkü Türkiye dışında hiçbir ülkeden uçak
ve gemi KKTC’ye gitmedi. KKTC’nin verdiği pasaport gibi belgeler Türkiye
dışında başka ülkeler tarafından da kabul edilmedi.
Kıbrıs Türklerinin dünyaya kapalılığı, onları ekonomik ve sosyal
nedenlerden dolayı zor durumda bıraktı. Zamanla bu duruma Türkiye’nin neden
olduğu görüşleri yaygınlaştı ve taraftar da topladı. Yani Türkiye’ye karşı
muhalefet düşüncesi, Kıbrıs Türkleri arasında taraftar toplamaya devam etti.
Türkiye karşıtı olan bu görüşler, özellikle Sol görüşlüler arasında etkili oldu.
Kıbrıs Türkleri arasında Solcu olmak, Türkiye’ye de muhalif olmak anlamını
kazandı. KKTC yönetimini elinde tutan Rauf Denktaş ve ekibi ise bu görüşe karşı
yeterince etkili olamadı. Kıbrıs Türklerinin eğitiminde ve basınında sol
görüşler baskın oldu. İslâm hakkındaki her türlü görüş ve telkin ise irtica
sayıldı. Zamanla bu tutum, KKTC’nin genel havası oldu. Kumarhanecilik,
turizmcilik (KKTC şartlarında belki “fuhuş” demek daha doğru olacaktır) ve kıyı
bankacılığı gibi işler KKTC’de payını arttırdı.
Türkiye muhalifi olan Sol görüşler zamanla KKTC’de seçimleri kazanacak
ölçüde güçlendiler. Bu örneklerin ilki Mehmet Ali Talat oldu. Onun seçim kazandığı
dönemde Annan Barış Plânı Referandumu yapıldı.
Plânın kabulü için Talat, âdeta kendini heder etti. AK Parti iktidarının da
verdiği destek ile Türk tarafı plânı kabul etti ama Rum tarafı reddettiği için
uygulanamadı.
Rumlar kendi görüşlerinde ısrarcı olmayı sürdürmektedirler. Kıbrıs’ta
Türkleri azınlık sayan Londra ve Zürih Anlaşmalarına göre yola devam etmeye
çalışıyorlar. 2004’te Rum kesiminin bütün Kıbrıs’ı temsilen AB’ye üye yapılması
da uluslararası ilişkiler bakımından Rumları güçlendirdi. Türk tarafının dış
dünyaya kapalılığı devam ediyor.
KKTC, Rum tarafına doğru bir gidip geldi
2015’te seçim kazanmış olan Mustafa Akıncı ise Türk kesimi içinde âdeta
Rumların sözcüsü gibi davrandı. Rumlara toprak vermeyi, Rum nüfusunun bir
bölümünün Türk kesiminde iskân edilmesinin karşılığında heyecanla savunduğu
federasyonu Rumlar yine kabul etmedi.
Akıncı, Türkiye karşıtlığının da sözcülüğünü yaptı. Kendisini Türkiye’nin
tehdit ettiğini, Türkiye’nin seçimlere müdahale ettiği gibi iddialarını
tekrarladı. Seçimleri yüzde 48 oy alarak kaybetti. Ersin Tatar, yüzde 52 oy ile
seçimleri kazandı. KKTC, Rum tarafına doğru gidip geldi.
2000’li yıllar ile birlikte zamanla Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz
kaynak rezervleri keşfedilmeye başlandı. Doğu Akdeniz’in ortası sayılacak
Kıbrıs adasının da birdenbire önemi arttı. Türkiye önce KKTC, sonra Libya ile
yaptığı özel anlaşmalara dayanarak Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz aramaya
başladı.
Yirmi yıl kadar önce Türkiye için bir yük sayılan, Türkiye’nin AB’ye
üyeliğinin önünde bir engel görülen KKTC, birdenbire Türkiye’nin Akdeniz’de bir
çeşit nefes borusu durumuna geldi. Yirmi yıl kadar önce “KKTC Türkiye için
yüktür” görüşüne göre Kıbrıs sorunu çözülmüş olsaydı, şimdi Akdeniz’de Türkiye
hangi sorunlar ile uğraşmak zorunda kalırdı?
Ege adalarında ve Kıbrıs’ta Türkiye’nin hiçbir hakkının olmadığını öngören
Lozan ile Akdeniz’den ve Ege’den kuşatıldığı dönemde KKTC’nin de olmayışı,
Türkiye’nin nefesinin kesilmesi demektir. “Kıbrıs’ı Abdülhamid Han vermişti,
Lozan zaten bir zaferdir” nakaratı ise Türkiye’nin bu alanda yaşadığı sorunları
çözmediği gibi, bu sorunların temel nedenidir.
Açıkça Rum tarafını tercih eden Akıncı’nın seçimleri kaybetmesi Türkiye
için iyi bir sonuçtur. Ama Akıncı’nın aldığı yüzde 48’lik oy oranı ise Türkiye
için, KKTC’nin geleceği bakımından önemli bir kaygı nedenidir.
1974’te doğanlar artık 46 yaşındadırlar. Rauf Denktaş, Kıbrıs’ın
Türkiye’den ayrılışını gözyaşları içinde anlatan biriydi. Türkiye’ye olan gönül
bağlılığı tartışılmazdı. Ancak onun çizgisindeki bir KKTC idaresinin orada nasıl
bir nüfus yapısının ortaya çıkmasına zemin hazırlamış olduğu da inkâr
edilmemelidir.
Türkiye’de Kemalistliğinden kuşku duyulamayacak çevrelerin telkinleri ile
idare edilen KKTC’nin bugün sahip olduğu nüfus yapısı, ibretlik bir sonuçtur!
BM kararları varken başka ülkelerin kolayca KKTC’yi tanıması mümkün
değildir. “KKTC’yi lağvettik, gelin Rumlar, birleşelim, 1960 Anlaşması ile yola
devam edelim” demek de mümkün değildir.
Rumlar ise AB üyesi olup AB, ABD ve Rusya desteğini aldıklarından dolayı,
Türk tarafının savunduğu iki devletli bir çözümü muhtemelen hiçbir zaman kabul
etmeyeceklerdir.
Türkiye’de ve KKTC’de bazı kesimlerin kara sevdâ gibi benimsedikleri federasyonun
bile gerçekleşme ihtimâli yoktur. Kıbrıs Türklerinin dünyaya kapalılığının da
kıyamete kadar devam etmesi mümkün değildir.
Geriye kalan tek seçenek ise, aslında “Kıbrıs’ın taksimi”dir. İki devletli
çözüm de aslında Kıbrıs’ın taksiminin örtülü hâlidir. Doğrudan taksim ise bu
örtünün kaldırılmasından başka bir şey değildir. Akdeniz ve Ege’de Yunanistan
ve AB ile Türkiye’nin yaşadığı sorunlar ise Türkiye’nin Lozan Anlaşması ile
rehin alındığını gösteren örneklerdir.
Yakın bir gelecekte Kıbrıs gibi Ege’de bulunan Sakız ve Midilli gibi
adaların da Türkiye’nin gündeminden hiç çıkmama ihtimâli vardır. Çünkü
Türkiye’nin güney ve batı sınırları iğretidir, doğal değildir. İngiltere
istediği için Lozan’da sınırlar böyle çizilmiştir. Sınırları bu hâliyle kabul
edenler, iktidarlarını İngiltere ve müttefiklerine kabul ettirmeyi bir zafer
saymışlardır. Sınırların düzeltilmesi isteği ise yayılmacılık değildir.