Gel zaman, git zaman

Zaman öyle bir öğütücü ki, buğdayı un ediyor, içine su katıp hamur ediyor, onu pişirip ekmek ediyor, lokma ediyor. Sindirip kan ediyor. O kan, kalbe gidiyor, beyne gidiyor. Akıl oluyor, duygu oluyor. Ama düşünüp duygulanıyorsun, tekrar buğday olamıyorsun.

O ağaca tırmanmak istedim. Hem de nasıl… Çok aradım o mantarları ama bu defa bulamadım. Duvara tırmanmayı, sonra da atlamayı düşündüm. Bozuk bir şemsiyeyi paraşüt olarak denemek için sabırsızlanıyordum. Annem oralarda bir yerlerdeydi, eminim, belki komşuyla muhabbete dalmışlardı, kim bilir?

Kardeşlerime baktım, göremedim; arka sokakta oynuyorlardı herhâlde. Küçük kardeşimle kardan adam yapacaktık; belki de eve gitmişti acıkıp. Ekmeğin arasına zeytin koymaya bayılır. “Yarına ödevlerim nasıl yetişecek, çoraplarım nasıl kuruyacak bu havada?” diye düşündüm. Tahterevalliye oturmak istedim ama arkadaşım gelmemiş nedense. Sınıf arkadaşlarımı dünkü koşu yarışında nasıl da geçmiştim ama! Okulum az ileride benim.

Banka oturmasaydım, delice çarpan kalbimi zapt edemeyecektim. Garip bir durumdu yaşadığım, heyecandan uzaya fırlayacak gibi olsam da oturduğum yere çakılıp kalmıştım.

Gaza basıp uzaklaşmaya çalıştım, içimi kaplayan olağanüstü sevinç ve bir o kadar da keder, fırtınaya yol açmıştı. Frene gitti ayaklarım. Camı indirdim ve baktım o eve. Şöyle tepeden tırnağa ve hattâ saatlerce bakmak isterken, telâşla bastım camın otomatik düğmesine ve ayağım tekrar gaza gitti. “Acıktım anne, hemen gidelim, niye durduk burada?” dedi kızım. Çok şeyler söylemek istedim ama söyleyemedim.

Az önce yolun karşısında ne bıraktım, biliyor musunuz? Çocukluğumu... Yıllarımın geçtiği o eve bir dakikalığına bile bakamadım. Her şey hayâlime mahkûm ve hayâlimde özgürlüğüne kavuşmuştu sanki. Dilediğimde hayâlini gözlerimin önüne getirip saatlerce seyrettiğim, özlediğimde gecelerce düşlerime giren o ev, az önce yılların ardında kaldı. Başımı çevirip bir kez daha bakmaya korktum. Bir anda bana “Anne” diyen o çocuk gelecekten mi gelip sızmıştı hayatıma? Ben daha on yaşındaydım, bu kız da on yaşında!

Bana “Anne” derken zaman salıncak gibi sallandı önümde. Geçmişteydim de geleceği mi düşündüm, gelecekteydim de geçmişi mi? Düşündüm, ayırt edemedim. Kaçar gibi uzaklaştım evin önünden. Bir bir değişti sûretler, şekiller, renkler…

Okulumun önünden geçmek istedim ama önce parka uğramalıydım. Her zaman o parkın içinden geçerdim. Büyük bir cesaretle o salıncağa oturdum. Garip garip baktılar etraftan. Ama ben o anda on yaşındaydım, bilemezlerdi. Birkaç dakika sonra, az ilerideki okuluma doğru sürdüm arabayı. Soldaydı, eminim… Ama neden yoktu yerinde? Bir bina vardı yüksekçe. Hatıralarımı ezip geçen kocaman bir bina… Anladım ki, okulumu yıkıp yerine apartman dikmişler.

Çocukluğumun içinden çıkıp derhâl gaza basmalıydım. Kulaklarımda bir bahçe dolusu çocuk sesi çınlarken, arabanın arkasında bambaşka konularda sohbete dalmış olan kendi çocuklarımın sesine döndüm. Zaman makinesi îcâd edilmiş de bir geçmişe, bir geleceğe savruluyorum gibi geldi o an. Zaman makinesinin ayarı bozulmuştu. Geleceğe ışınlanmıştım ve gerçek zamanıma dönüp az sonra yine yarınki derslerini yapan küçük kıza dönüşecektim. Bu o kadar yakın ve gerçek gibi geldi ki, çocuklarıma arabanın aynasından bakıp seslerini dinlerken, geleceğini seyreden bir çocuktan ibarettim.

İçimde çocuk kalmış bir yanımdan söz etmiyorum. O an, gerçekliğimdi benim. Arabanın aynasından kendime bakmak, uçurumdan atlamak gibi geldi. Zamana çok kızdım. arabadan inmeli, önlüğümle, yakamla, defterimle, kitabımla o sokaktan geri dönmeliydim. Ve akşama, babam işten gelmeli, annem sıcacık pişirdiği yemeği sofraya getirirken sofra örtüsünü sermeliydim. Babama silgimin bittiğinden söz etmeli, kardeşlerimle oyunlar oynamalıydım. Yorganı çekip uyumalı ve çocukluktan hiç çıkmamalıydım.

Bunları düşünürken şehir çok gerilerde kalmıştı. Tekerlekler hatıralarım kadar hızlı dönemiyordu ama iki saat sonra yılları ardımda bırakıp normal hayatımın akışına kavuştum. Kardeşimi aradım telefonla, çocuklarıyla alışveriş merkezindelermiş.

Hâlâ o evin önünde olanları düşünerek ilerliyordum caddede. On yaşımın bütün duyguları rûhumu sarmıştı ki sol yanımda bulunan koca Musalla Mezarlığı’na vardığımı fark ettim. İşte o an, içimde dayanılmaz bir yangın başladı! Annem ve ağabeyim o mezarlıkta yatıyordu. İnanamadım bir an. Annem ve ağabeyim… İşte tam bu üç noktanın ötesine hangi acıyı koyarsanız koyun, hangi tarifi yazarsanız yazın! Ama ben yazamıyorum…

İki saat önce onları çocukluğumun geçtiği yerlerde aradım ama döndüm işte gerçeğe. Arabamı durdurup bir dakika bile bakamadığım, giremediğim o ev yerine, çantamdan çıkardığım anahtarla şimdiki evime giriyorum. Şu an beni karşılayan, içinde bana hayat sunan ev burası. İşte burası benim evim ve ben artık çocuk değil, benimle birlikte eve giren bu çocukların annesiyim.

Gerçek olan ve yaşanması gereken zaman, içinde bulunduğum zaman. Ama çok şaşkınım hâlâ!

Yıllar sonra hafızalarda ve kalplerin en derin yerlerinde nasıl olmak istiyorsam, o resmi çizmek için elimde bir kalem var. Çocuklarımın çocukluğunun içindeki tabloda yer aldığımı, yıllar önceki annemin yerini aldığımı daha iyi anladım. Zaman öyle bir öğütücü ki, buğdayı un ediyor, içine su katıp hamur ediyor, onu pişirip ekmek ediyor, lokma ediyor. Sindirip kan ediyor. O kan, kalbe gidiyor, beyne gidiyor. Akıl oluyor, duygu oluyor. Ama düşünüp duygulanıyorsun, tekrar buğday olamıyorsun. Her şeyin sırayla yolundan yürüdüğünü görünce adımların ileriye doğru gidiyor. Çocukluk, hayatın en mucizevî, en masalsı yanı ve en unutulmayanı…