Gel! Gel ki, insan sadece sevgiyle yaşar

Bir nasipten el alır sevgi. Yine bir sevgiye el verip onun elini tutar ve muhabbet dalında meyve verir. Bir sevgiyle karşılaşmayan/birleşmeyen sevgi, boynu bükük görünse de kalbi dimdiktir. Çünkü sevgi yolu ve sevgi burcu hep dimdiktir, hep dosdoğrudur. Hesabı yoktur sevginin. Göze -sevgiye dair- aykırı/gayrı görünen ne varsa o, sevgiye ait değildir. Bu çerçevede sevginin en büyük düşmanı da sevgi gibi görünenden tezahür eder.

MADDE ve mânâya dair çoğu konuda, unsurları veya bütünüyle bir içselleştirmenin lazım geldiğinden bahsederiz. Ancak çoğu konuda olduğu gibi, temeline inilmeyen bir kavramı -daha- biliyor ve idrak ediyor edasıyla sözcük ve cümlelerimizin arasında dolaştırırken kendimiz de asıl mânânın ve tekabül edecek hissiyatın çevresinde dolaşır dururuz.

Kavramı, yeni ya da güncel diğer kavramlarda olduğu gibi, kelime ve cümleler arasındaki şeklî kombinasyonları hesap ederek kavramaya çalışırız. Dahası, kavramanın derdine değil, dermanına düşeriz. Evet, dermanına düşeriz!

Derman, burada hastalığımıza bir ilacı değil, anlık ihtiyacı gideren bir neticeyi ifade eder. Dert ve derdine düşmek ise, emek ile neyin nereden ve hangi kaygıyla, ne niyetle harekete geçtiğini idrak edip hissetmekle sonuçlanır ve bereketlenir. Oysa biz bu kapıyı dünden kapattığımızdan beri, her kelimenin anlık ihtiyaçları karşılayan yanları ile meşgul olmaya devam ederiz. Çünkü üretmeden tüketmenin bize sunduğu anlık keyif, bizi çağın mirasyedileri hâline getirdi (ve getiriyor olmaya da devam ediyor).

Bu mirasyedilik bizden maddî kayıpları götürmüş olabilir. Malûm, atadan kalan mal ve mülk çabuk biter, hazır para çabuk yenirse de er kişi çalışıp daha fazlasına daha kısa sürede sahip olabilir. Ancak bu kültürel miras ise, -bakış açıları aynı olsa bile- kısa vadede yeri doldurulacak, kendini yenileyecek bir mahiyete maalesef sahip değildir. Zira kültürün yaşandığı, taşındığı coğrafyada, onu ortak bir paydada buluşturan ve mayalayan unsurların başında gelen din ve dilin közünü mütemadiyen harlatmadıkça üstünün küllenmesine, ateşin, yani hayatiyet taşıyan kültürel uzuvlarımızın önce uyutulmasına, daha sonra hastalıklı hâle gelmesine/getirilmesine de çanak tutmuş oluruz.

Müslüman coğrafyada kirli oyunlar ne zaman bozulur? Kalbimiz temizlendikçe!

Müslümanlar olarak yüzyıllardır yaşamış olduğumuz coğrafya, malûmun ötesinde kirli oyunlara/tuzaklara sahne olmuştur. Ancak kâğıt üstündeki sınırları kaldıran kalbî sınırların genişlediği dönemler, bu oyunlar bertaraf edilirken atalete düşdüğümüz, bizi birleştiren din ve kardeşlik duygularının “yaşanmaktan çok, dillendirildiği” dönemlerde ise kalbimizin dünyadan yana yükünü arttırarak hareket alanımızı kısıtlamış oluruz. Bu durum, maddenin mânâ dünyamıza galebesi ise netice bulur. Hâl buraya varınca -biz Müslümanlar açısından- maddî varlıklarımızın gizli/açık düşmanlarımız karşısında bir ehemmiyeti de kalmaz. Hâlimizin buraya varması ise evvelâ masum görünen bir saikle veya bir yönüyle kandığımız dünyaya artan meyil ile tezahür eder.

Dünyaya meylettikçe ne olur? Dünya da bize meyleder!

Dünyanın bize meyletmesi, bizim dünyaya meyletmemiz kadar masum değildir. Bunu aralarında dağlar kadar sıklet farkı olan iki güreşçiye benzetmekle bir nebze anlayabiliriz. Böylesi bir müsabakada netice belli görünse de, pekâlâ gücümüzün kaynağı, asıl sonucu belirleyecektir.

Dünyadan bizi ne uzaklaştırır? Hesap yapmamak!

Malûmunuz olan bir hikâye ile devam edelim…

“Behlül Dânâ Hz. ile padişah olan Harun Reşit’in babası ölünce, miras taksimi için Harun Reşit, kardeşi Behlül Dânâ'yı çağırır ve ‘Kardeşim, babamın bütün malı senin olsun. Ben yeterince mal sahibiyim’ der. Behlül Dânâ Hazretleri ise, ‘Yok! Ben sadece babamın malından bir inek isterim’ der ve bunda çok ısrar eder. Harun Reşit bu teklifi kabul eder. Ertesi gün, sarayın önünde koca bir ateş yakan Behlül Dânâ’yı gören Harun Reşit, ‘Bu ateşi niye yaktın?’ diye kardeşine sorar. Behlül Dânâ ise şu cevabı verir: ‘Malımızın hesabını vereceğiz.’ Ardından da ateşe girer ve der ki, ‘Dünyada giydiğim bir ala gömlek, dünyadaki malım bir ala inek, dünyada yediğim peynir ekmek’. Bu sözün ardından ateşin içinden çıkar. Sıra Harun Reşit’e gelmiştir…”

Behlül Dânâ Hazretlerinin bu kadar kısa hesabı yanında dünya üstünde kurduğumuz hesaplar... Evet, onlar geldi değil mi aklımıza? Peki, bu kadar hesap nereye götürür?

Kişinin kendi dünya hesapları... Aileden gelen/gelecek miras hesapları... Arkadaşlarıyla dünya için yarışma hesapları... Din kardeşini Şark kurnazlığıyla her platformda görmezden gelme hesapları... Kardeş görünüp sırtından vurma hesapları... Başkalarının maşası hüviyetiyle bulanık sularda balık avlama hesapları... Kendi içindeki düşmanı tanımadan düşman tayin etme hesapları... Selâm verip borçlandırma hesapları... İhtirasın elinde köle olma hesapları... Tutarsızlıklardan tutacak dal edinme hesapları...

Yetmez belki, ama ruhu daraltır bu tür hesaplar. O yüzden Hz. Yûnus’a kulak verelim, ne güzel söylemiş: “Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı!”

O hâlde “Bir rehber bakış açımız olsun” dersek söz nereye varır? Elbette sevgiye... Niçin? Çünkü sevginin hesabı ol(a)maz, yarası olur!

Bir nasipten el alır sevgi. Yine bir sevgiye el verip onun elini tutar ve muhabbet dalında meyve verir. Bir sevgiyle karşılaşmayan/birleşmeyen sevgi, boynu bükük görünse de kalbi dimdiktir. Çünkü sevgi yolu ve sevgi burcu hep dimdiktir, hep dosdoğrudur. Hesabı yoktur sevginin. Göze -sevgiye dair- aykırı/gayrı görünen ne varsa o, sevgiye ait değildir. Bu çerçevede sevginin en büyük düşmanı da sevgi gibi görünenden tezahür eder.

O hâlde sevginin hesabı olmaz, yarası olur! Yanlış her hesap kolay kolay düzelmez. Yanlış her hesap Bağdat’tan dönerse de kervan çoktan göçmüş olur. Çünkü hesap, aklın ürünüdür ve bir devrin kapanmasıyla düzeltilemez yapıya bürünebilir. Ama sevginiz varsa yaranız vardır. O sevgi ki, bugün olmazsa yarın sağaltır yaranızı. Aynı yaraya sahipler arasında derde derman, kalbe şifa olarak yaşar ve yaşatır insanı.

“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”

Gel! Gel ki, insan sadece sevgiyle yaşar...