
MADDE ve mânâya dair çoğu konuda, unsurları veya bütünüyle bir içselleştirmenin
lazım geldiğinden bahsederiz. Ancak çoğu konuda olduğu gibi, temeline inilmeyen
bir kavramı -daha- biliyor ve idrak ediyor edasıyla sözcük ve cümlelerimizin
arasında dolaştırırken kendimiz de asıl mânânın ve tekabül edecek hissiyatın
çevresinde dolaşır dururuz.
Kavramı, yeni ya da güncel diğer kavramlarda olduğu
gibi, kelime ve cümleler arasındaki şeklî kombinasyonları hesap ederek kavramaya
çalışırız. Dahası, kavramanın derdine değil, dermanına düşeriz. Evet, dermanına
düşeriz!
Derman, burada hastalığımıza bir ilacı değil, anlık
ihtiyacı gideren bir neticeyi ifade eder. Dert ve derdine düşmek ise, emek ile
neyin nereden ve hangi kaygıyla, ne niyetle harekete geçtiğini idrak edip
hissetmekle sonuçlanır ve bereketlenir. Oysa biz bu kapıyı dünden
kapattığımızdan beri, her kelimenin anlık ihtiyaçları karşılayan yanları ile meşgul
olmaya devam ederiz. Çünkü üretmeden tüketmenin bize sunduğu anlık keyif,
bizi çağın mirasyedileri hâline getirdi (ve getiriyor olmaya da devam ediyor).
Bu mirasyedilik bizden maddî kayıpları götürmüş
olabilir. Malûm, atadan kalan mal ve mülk çabuk biter, hazır para çabuk yenirse
de er kişi çalışıp daha fazlasına daha kısa sürede sahip olabilir. Ancak bu
kültürel miras ise, -bakış açıları aynı olsa bile- kısa vadede yeri
doldurulacak, kendini yenileyecek bir mahiyete maalesef sahip değildir. Zira
kültürün yaşandığı, taşındığı coğrafyada, onu ortak bir paydada buluşturan ve
mayalayan unsurların başında gelen din ve dilin közünü mütemadiyen
harlatmadıkça üstünün küllenmesine, ateşin, yani hayatiyet taşıyan kültürel
uzuvlarımızın önce uyutulmasına, daha sonra hastalıklı hâle
gelmesine/getirilmesine de çanak tutmuş oluruz.
Müslüman coğrafyada kirli oyunlar ne zaman
bozulur? Kalbimiz temizlendikçe!
Müslümanlar olarak yüzyıllardır yaşamış olduğumuz
coğrafya, malûmun ötesinde kirli oyunlara/tuzaklara sahne olmuştur. Ancak kâğıt
üstündeki sınırları kaldıran kalbî sınırların genişlediği dönemler, bu oyunlar
bertaraf edilirken atalete düşdüğümüz, bizi birleştiren din ve kardeşlik
duygularının “yaşanmaktan çok, dillendirildiği” dönemlerde ise kalbimizin
dünyadan yana yükünü arttırarak hareket alanımızı kısıtlamış oluruz. Bu durum,
maddenin mânâ dünyamıza galebesi ise netice bulur. Hâl buraya varınca -biz
Müslümanlar açısından- maddî varlıklarımızın gizli/açık düşmanlarımız
karşısında bir ehemmiyeti de kalmaz. Hâlimizin buraya varması ise evvelâ masum
görünen bir saikle veya bir yönüyle kandığımız dünyaya artan meyil ile tezahür
eder.
Dünyaya meylettikçe ne olur? Dünya da bize
meyleder!
Dünyanın bize meyletmesi, bizim dünyaya meyletmemiz
kadar masum değildir. Bunu aralarında dağlar kadar sıklet farkı olan iki
güreşçiye benzetmekle bir nebze anlayabiliriz. Böylesi bir müsabakada netice
belli görünse de, pekâlâ gücümüzün kaynağı, asıl sonucu belirleyecektir.
Dünyadan bizi ne uzaklaştırır? Hesap
yapmamak!
Malûmunuz olan bir hikâye ile devam edelim…
“Behlül Dânâ Hz. ile padişah olan Harun Reşit’in babası ölünce, miras
taksimi için Harun Reşit, kardeşi Behlül Dânâ'yı çağırır ve ‘Kardeşim, babamın
bütün malı senin olsun. Ben yeterince mal sahibiyim’ der. Behlül Dânâ
Hazretleri ise, ‘Yok! Ben sadece babamın malından bir inek isterim’ der ve bunda
çok ısrar eder. Harun Reşit bu teklifi kabul eder. Ertesi gün, sarayın önünde
koca bir ateş yakan Behlül Dânâ’yı gören Harun Reşit, ‘Bu ateşi niye yaktın?’
diye kardeşine sorar. Behlül Dânâ ise şu cevabı verir: ‘Malımızın hesabını
vereceğiz.’ Ardından da ateşe girer ve der ki, ‘Dünyada giydiğim bir ala gömlek,
dünyadaki malım bir ala inek, dünyada yediğim peynir ekmek’. Bu sözün ardından
ateşin içinden çıkar. Sıra Harun Reşit’e gelmiştir…”
Behlül Dânâ Hazretlerinin bu kadar kısa hesabı
yanında dünya üstünde kurduğumuz hesaplar... Evet, onlar geldi değil mi
aklımıza? Peki, bu kadar hesap nereye götürür?
Kişinin kendi dünya hesapları... Aileden gelen/gelecek miras hesapları...
Arkadaşlarıyla dünya için yarışma hesapları... Din kardeşini Şark kurnazlığıyla
her platformda görmezden gelme hesapları... Kardeş görünüp sırtından vurma
hesapları... Başkalarının maşası hüviyetiyle bulanık sularda balık avlama
hesapları... Kendi içindeki düşmanı tanımadan düşman tayin etme hesapları... Selâm
verip borçlandırma hesapları... İhtirasın elinde köle olma hesapları... Tutarsızlıklardan
tutacak dal edinme hesapları...
Yetmez belki, ama ruhu daraltır bu tür hesaplar. O
yüzden Hz. Yûnus’a kulak verelim, ne güzel söylemiş: “Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı!”
O hâlde “Bir rehber bakış açımız olsun” dersek
söz nereye varır? Elbette sevgiye... Niçin? Çünkü sevginin hesabı ol(a)maz, yarası olur!
Bir
nasipten el alır sevgi. Yine bir sevgiye el verip onun elini tutar ve muhabbet
dalında meyve verir. Bir sevgiyle karşılaşmayan/birleşmeyen sevgi, boynu bükük
görünse de kalbi dimdiktir. Çünkü sevgi yolu ve sevgi burcu hep dimdiktir, hep
dosdoğrudur. Hesabı yoktur sevginin. Göze -sevgiye dair- aykırı/gayrı
görünen ne varsa o, sevgiye ait değildir. Bu çerçevede sevginin en büyük
düşmanı da sevgi gibi görünenden tezahür eder.
O
hâlde sevginin hesabı olmaz, yarası olur! Yanlış her hesap kolay kolay
düzelmez. Yanlış her hesap Bağdat’tan dönerse de kervan çoktan göçmüş olur.
Çünkü hesap, aklın ürünüdür ve bir devrin kapanmasıyla düzeltilemez yapıya
bürünebilir. Ama sevginiz varsa yaranız vardır. O sevgi ki, bugün olmazsa yarın
sağaltır yaranızı. Aynı yaraya sahipler arasında derde derman, kalbe şifa olarak
yaşar ve yaşatır insanı.
“İnsanı
yaşat ki devlet yaşasın!”
Gel! Gel ki, insan sadece sevgiyle yaşar...