İNSAN, muhtaç bir
varlıktır. Dünyaya geldiği andan itibaren -hatta daha gelmeden- birçok şeye
ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçlarını giderebilmek için pek çok faaliyet gerçekleştirir.
Bu durum asırlar önce böyleydi, şimdi böyle, her zaman böyle olacak. Kısacası
insan, hayatını idame ettirebilmek için mal ve hizmetlere muhtaçtır. Fakat
burada altını çizmemiz gereken çok önemli bir husus var: İhtiyaçlarımız
sonsuzken, onları tatmin edebileceğimiz kaynaklar kıttır.
Kaynakların
kıt olması, onların bir gün tükeneceği gerçeğiyle karşı karşıya bırakır bizi.
Bu kaynakları verimli ve plânlı kullanmazsak evdeki bulgurdan da oluruz.
Onların verimli ve plânlı kullanılması bizi “tasarruf” kavramına götürür.
Tasarrufun
kelime anlamı, “parayı ya da tüketilecek herhangi bir şeyi dikkatli kullanma,
idareli harcama”, “tutum”, “artırım”dır. Tasarruf sözcüğü, ihtiyaçların sonsuz,
kaynakların sonlu olmasından ortaya çıkmıştır. Bir gün tükeneceğini bildiğimiz
şeyleri fütursuzca har vurup harman savurursak, idareli harcamayı ve kullanmayı
öğrenemezsek, hepsini o anda harcayıp artırım yapamazsak, istemediğimiz birçok
sonuçla karşılaşırız. İsraf denizine gark olmuş müsrifler olarak bir kaşık suda
çırpına çırpına boğuluruz.
Aile,
bir toplumun temel yapıtaşıdır. He şey onda başlar ve onda biter. Birey, ilk okulu
olan ailede öğrenir tasarruf kavramını. Eğer bu okulda bu kavramın tanımı ve
önemi tam olarak kavranmamışsa, yandı gülüm keten helva! Zamanın insana ne
sürprizler hazırladığını bilemeyiz. Bugün karnımız tok, sırtımız pek olabilir.
Fakat yarın için garantimiz yoktur. Bu nedenle günü kurtarma derdinin bir adım
ötesine geçmeli, yarınları da düşünmeliyiz. Gerek malımızın, gerekse paramızın
az da olsa bir kısmını kenara ayırmayı alışkanlık hâline getirmeliyiz. Bu alışkanlığı
kazanabilirsek, karşılaşacağımız kötü sürprizlerden çok da fazla etkilenmeyiz.
Belki de gelen fırtına, en küçük bir çizik bile bırakmadan çekip gider.
En
ilkelinden en gelişmişine bütün toplumlar, bir değişim ve dönüşüm içindedirler.
Toplumun yapıtaşı olan aile de bu dinamizmden nasibini alır. Değişen koşullar,
düşünceleri ve yaşam biçimlerini de değişime zorlar. Bizim toplumumuz da birçok
sebepten dolayı zamanla farklılaşmıştır. Eskiden “Bir lokma, bir hırka”
anlayışı hâkimken, şartlar bu anlayışın yerinde yeller estirmiştir. Günümüzde
insanlar daha fazla tüketmeye teşvik edilmektedirler. Âdeta bireylerden har
vurup harman savurmaları istenmektedir. Bu isteğin amacına ulaşması için birçok
yol ve yönteme başvurulmaktadır. Özellikle artan sosyal medya kullanımı ve
teknolojik imkânlar sayesinde kimse yorganının uzunluğunu hesap etmemekte,
ayağını uzattıkça uzatmaktadır. Yeni nesiller “tasarruf” kavramını tanımamakta,
israf batağında her geçen gün biraz daha batmaktadır.
“Geçmiş
zaman olur ki hayâli cihan değer” diyen şairimize şimdi daha fazla hak
veriyorum. Eskiden evlerimizde yiyeceklerin çoğu binbir emekle kadınlar
tarafından hazırlanırdı. Ekme, dikme, üretme ise bir yük ve eziyet olarak
görülmezdi. Baharda yaz için hazırlıklara başlayan insanımız, ekip biçtiğini
yazın bol bol hasat ederdi. Sonra başlardı kış hazırlıklarına. Hemen hepsi
organik, el yapımı turşular, ekmekler, peynirler, salçalar doldururdu
mutfakları. Şimdi ise bu ürünlerin hemen hepsini marketlerden, manavlardan,
alışveriş merkezlerinden temin etmeye çalışıyoruz. Üstelik aldıklarımızın biri
bin para! Fakat bu kimin umurunda? İşin en kötü yanı ise, çoğu ürünün hangi
koşullarda ve hangi katkı maddeleriyle hazırlanıp o raflara dizildiğini
bilmemek. Anlayacağınız, ne yiyip içtiğimizin farkında bile değiliz.
Çılgınlığın
eşiğinde: İsraf
Doktorların
sürekli “Uzak durun!” dediği üç beyazdan şekere gelelim… Öyle fazla tüketiyoruz
ki bu sinsi düşmanı, tükettikçe “Daha yok mu?” diyoruz. Bu sinsi düşmandan
korunmanın yolunu çok iyi biliyormuş atalarımız, dedelerimiz. O üzümleri,
erikleri, kayısıları ve enva-i çeşit meyveleri niçin kuruttuklarını
sanıyorsunuz? Elbette şeker tüketiminden tasarruf etme gayesiyle…
Bir
çılgınlığımıza daha değinmeden geçmeyelim: Şişe şişe, her öğünde tükettiğimiz
gazlı -ve oldukça pahalı- içecekler, hazır meyve suları, kaç bardak içtiğimizi
unuttuğumuz kahveler…
Çok
değil, 15-20 yıl öncesini düşünüyorum da, biz, bunlarla hiç karşılaşmazdık.
Evde annemizin yaptığı ayranlar, doğal meyve suları, gül şerbetleri, üzüm ekşileri
dururken kim bakar onların yüzüne? Üstelik bunlar çok sağlıklı ve ekonomik
ürünlerdi. Anlayacağınız, bir taşla iki kuş vurmayı öğrenirdik çaktırmadan. Hem
sağlığımızı korur, hem de paramız cebimizde tutar ve tasarrufun kralını yapmış
olurduk.
Kahvaltımız,
öğle ve akşam yemeğimiz sıcacık yuvalarımızda hazır bir vaziyette bizi
beklerdi. Pastanelerde kahvaltı, restoranlarda öğle yemeği, eve sipariş verilen
hazır gıdalarla geçiştirilen akşam yemekleri yoktu bir zamanlar. Annelerimiz
neye ihtiyaç varsa belirler ve en sağlıklı, en ekonomik olacak şekilde bunların
teminini sağlardı. Ekmekler bile dışarıdan alınmaz, evlerde imece usulüyle
yapılır ve aylarca tüketilirdi. İşin ilginç yanı da, o vakitlerde bu kadar
ekmek israfı yoktu. Poşet poşet bayat ekmekler çöplere bırakılmaz, çeşitli
şekillerde değerlendirilirdi. Arta kalan yemekler dökülmez, ya ertesi gün
tüketilir ya da farklı ürünlere dönüştürülürdü. Fast-food tarzı beslenmeye
alışmamıştık o zamanlar.
Velhâsılıkelâm,
mutfak kültürümüz ve yemek yeme alışkanlıklarımız köklü değişikliklere uğradı.
Ev üretimi ürünlerden her geçen gün biraz daha vazgeçiyoruz. Bu vazgeçişlerimiz
de bize maliyet olarak geri dönüyor. Harcamaların artması, beraberinde israfı
da getiriyor. Tasarruf anlayışından uzaklaşıyor ve damlaya damlaya oluşacak
göllere bir serapmış gibi bakıyoruz.
Tasarrufu yalnızca mutfakla sınırlamak doğru olmaz elbette. Bu konuda altını çizmemiz gereken başka hususlar da var. Gelelim bu hususlara…
Her
alanda masraf, her alanda israf
Küçük
çocukların bakımı, günümüzde anne ve babaları kara kara düşündüren bir konu.
Malûmunuzdur, artık anneler de babalar gibi iş hayatında aktif olmak zorunda.
Evde bırakılan çocuk için bakıcı lâzım. Evde kalmayacaksa kreş lâzım. Bunların
hepsi ilâve birer masraf. Eskiden anneanne ve babaannelere emanet edilirdi çocuklar.
Hem daha güvenli, hem de sıfır maliyet doğrusu.
Bir
de özel ders konusu var. Çocuk hangi derste zorlanıyor veya yardıma ihtiyaç
duyuyorsa hemen bir özel ders öğretmenine başvuruluyor. Yüklü miktarlarda özel
ders ücretleri ödeniyor. Bizim zamanımızda -çok da geriye gitmeyin- ödevlerimize,
derslerimize ablalarımız, ağabeylerimiz, büyüklerimiz yardım ederlerdi. Kendi
yağımızda kavrulur giderdik. “Okulda anlamazsam özel öğretmenden öğrenirim”
lüksümüz yoktu anlayacağınız.
Su
ve elektrik tüketimi günümüzde dudak uçuklatan bir noktaya geldi. Öyle ki, su kaynaklarımız
tükendi tükenecek! Yapılan onca uyarıya rağmen konunun ciddiyetini kavrayan
kişi sayısı oldukça az. Sabah kalkıp elimize diş fırçasını alınca açıyoruz
musluğu, suyun mûsikîsi eşliğinde dakikalarca diş fırçalama seremonisi
yapıyoruz. Kimin umurunda su boşa akmış, barajlar kurumuş, millet susuzluktan
kırılıyormuş?!
İhtiyaç
olsun ya da olmasın, lâmbalarımız hep açık. Bir Allah’ın kulu da fark edip
kapatmıyor gereksiz yere yanan ışıkları. Bir de hemen her odaya koyduğumuz
televizyonlarımız var. Herkes keyfine göre bir kanalı, bir programı açmış,
gönlünü şen ediyor. Efendim, ne olmuş televizyonlar elektrikle çalışıyorsa,
dünya mı batacak yani?
Bütün
alışkanlıklarımızı, yaşama biçimimizi zaman değiştiriyor. Her geçen gün biraz
daha tüketim toplumu olma yolunda ilerliyoruz. Tüketim toplumunun baskısı da
ister istemez tasarruf yapmamızı zorlaştırıyor. Yaptığımız onca israfın üzerine
perde çekiyor ve onları normalleştiriyor.
Her
geçen gün bir üst modeli çıkan cep telefonları ve binlerce çeşitten oluşan
elektrikli ev aletleri, “zorunlu ihtiyaçlar” listesinde çoktan yerini aldı.
Bunları alırken harcadığımız maliyetler, tamir ve bakımları için harcanan
onlarca lira, kullanırken harcadığımız elektrik enerjisi ve kaybettiğimiz
saatlerce zaman yanımıza kâr kalıyor. Evin her bir köşesinde bir makine gece
gündüz harıl harıl çalışıp bizi, cebimizi, geleceğimizi çıkmazlara sokuyor.
Enerji kaynaklarımız tükenirken aslında bizi de tüketiyor. Enerji tasarrufu
önemli elbette. Bunun yanında atık malzemelerin ve kaynakların da
değerlendirilmesi gerekiyor.
Son
yıllarda özellikle dikkat çekilen plastik poşet konusuna gelelim…
Eskiden
poşetlerin yerine gazete kâğıtlarından yapılan kese kâğıtları ve annelerimizin
ördüğü file çantalar kullanılırdı. Böylece hem çevre korunmuş, hem de
malzemeler değerlendirilerek tasarruf yapılmış olunurdu. Bu konuda Devletimizin
uygulamaya koyduğu politikaya sahip çıkmalı ve eskiye dönmeye gayret etmeliyiz.
Evlerimizde bulunan her malzemeyi değerlendirmeliyiz. Kıyafetlerimiz eskidi
diye onları çöpe atmamalıyız. Özellikle ev temizliğinde bu eski elbiseler
işimize yarayabilir. Modası geçti diye mobilyaları hemen değiştirmeye veya
atmaya kalkışmamalıyız. Yapacağımız küçük ve şık dokunuşlarla yepyeni bir hava
yaratabiliriz evimizde. Ayakkabı kullanımına da özen göstermeli, hor
davranmamalıyız. Eskidikleri zaman yenisini almak çok da kârlı bir iş değil.
Onun yerine tamir ve bakım yaptırarak bir müddet daha kullanabiliriz
ayakkabılarımızı. Sırf modaya uyacağız diye ihtiyaç dışı kıyafet, ayakkabı,
eşya almak ve bunlar ömrünü tamamlamadan atmak, hem kendimize, hem ülkemize,
hem de insanlığa zarar vermek demektir. İhtiyacı olanlarla paylaşarak hem
hayırlı, hem de kârlı bir eylem gerçekleştirebiliriz.
Çocukluğumuzdan
hatırlıyorum, bize hazır oyuncaklar alınmazdı, evde bulduğumuz kumaş parçalarından,
iplerden, tahtalardan ne oyuncaklar yapardık biz. Bezlerin içine atık kumaşları
doldurup top mu, tahtadan beşik mi, yoksa süslü püslü bebekler mi yapmazdık?
Böylece hem psiko-motor becerilerimizi geliştirir, hem eğlenir, hem de
tasarrufun âlâsını yapardık. Bilgisayarlara, cep telefonlarına bağımlı değil,
arkadaşlarımıza bağlı çocuklardık biz. Anlayacağınız, bizim dönemimizde
psikologlara pek de iş kalmazdı. Bu güzel alışkanlıklarımızla kötü
düşüncelerden, kuruntulardan, sıkıntılardan da tasarruf etmiş olurduk.
Bir
tehlike daha var konuşmamız gereken: Kredi kartları… Onların olmadığı
zamanlarda hâlimize göre salınırdık. Ne kadar paramızın olduğunu bilir ve ona
uygun harcamalar yapardık. Kredi kartları çıktığından beri sanki her şeyi
bedava dağıtıyorlar bize. Üstelik tek kartla da yetinmiyoruz. Hepimizin
cüzdanında onlarca kart var. Limiti dolanı kenara bırakıp diğeriyle çılgınca
harcama yapmaya devam ediyoruz. Tasarruf yerine borçlanmayı seçiyoruz ne yazık
ki!
Borçların
ödeme günü gelip çattığında ise tutuşuveriyor eteklerimiz. Tutuşan etekle
kalsak yine iyi, baştan ayağa yanıyoruz; gelen hacizler, dağılan yuvalar,
intiharlar, çatışmalar…
Son
söz
Kaynaklarımız
kıt, ihtiyaçlarımız sonsuz. Akıllıca davranmayı öğrenmemiz gerekiyor. Tasarruf
anlayışını varlıkta da, yoklukta da benimsemeli ve benimsetmeliyiz. Tasarruf
çok önemli bir değerdir. Bu değeri gelecek kuşaklara da taşımalı, yaşamalı ve
yaşatmalıyız.
Son
zamanlarda yaşadığımız hızlı değişimler ve dönüşümler, birçok alışkanlık ve
yaşama biçimimizi farklılaştırdı. Artık tasarruf yapmak çok daha zor. Lâkin
önemli olan zoru başarmak; kolayı herkes başarır. Hiçbir şey için geç kalmış
sayılmayız. Geçmişe oranla savurgan hâle gelmiş olabiliriz fakat kara hâlâ
görünüyor. Kurtuluş elimizde!
Atalarımızdan,
gelenek göreneklerimizden öğrenmemiz gereken çok şey var. İşe yorganımızı
ölçerek başlayabiliriz. Böylelikle ayağımız ayazda kalmaz. Ayağımızı
yorganımıza göre uzatabiliriz. Tasarruf eğitimine ailede başlamalı, okulda
devam etmeli ve hayatın her alanında onu işlemeliyiz. Her bir bireye bu bilinci
acilen aşılamalıyız. Bu eğitimi verebilmek, tasarruf bilincini aşılayabilmek
için elimizde sınırsız imkân var. Bu imkânlardan en yaygını ve en etkilisi,
hunharca kullandığımız kitle iletişim araçlarıdır. Bu araçlar aracılığıyla
bireyleri bilinçlendirebilir, tasarruf için nelerin yapılabileceği ile ilgili
bilgilendirmeler yapabiliriz. Genç, yaşlı, çocuk, yetişkin, kadın, erkek
demeden herkesi bu konuda eğitebiliriz. Yapmamız gereken en doğru şey ise,
dönüp geçmişimize bakmak. Çünkü her konuda olduğu gibi bu konuda da “muhtaç
olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur”!