Geçmişin geleceğine yolculuk

Allah, Kur’ân’da, “Ey iman edenler” diyor, “Ey insanlar” diyor, “Ey müminler” ve “Ey akıl sahipleri” diyor. Bırakın ırk ayırmayı, cinsiyet bile ayırmıyor. “Ey müminler, kardeş olun!” diyor. Peki, biz Müslümanlar kardeş olmayı başarabiliyor muyuz? Hayır! Sorun ne Araplarda, ne de Türklerde. Sorun, iman edenlerde!

YOLCULUKLAR, anne karnından başlayarak ölene kadar devam eder. Doğal yaşamda yolculukların sonu aslında “sonun başlangıcına doğru” olup, insanların bu yolculuk esnasında hem öğrenmelerini, hem de gidecekleri hedefe ulaşmalarını sağlar.

Hedef neydi?

Her insanın hedefi farklı olsa da gideceği nokta aynıydı. Dünya kendi etrafında dönerken, insanlar (inananlar) da Allah’ın evi olan Kâbe’nin etrafında dönüyor. Her şey kendi etrafında dönüyor aslında. Dönen dünya, dönen insanlarla bütünleşip anlam kazanıyor. Her ne kadar dönen dünya ve insanlar aynı yöne doğru gitseler de yolda kavgalar, ölümler ve katliamlar yaşanmasını engelleyemiyorlar.

Kâbe’nin etrafında dönen, dünyanın dört bir yanından gelen insanlar ve o insanların farklılıkları gibi kavgaları ve mücadeleleri var. Bu insanlardan iki milleti ele alacağız ve akabinde yaşadıklarımı yazacağım…

Araplar ve Türkler

Müslüman halklarda en çok iç içe geçmiş olanları, Araplar ve Türklerdir. Geçmişte Türklerin İslâmiyet’le tanışmasına vesîle olan Araplar, günümüzde kendilerine sahip çıkan Türklerle yaşmaktadırlar.

 

Türklerle Arapların münasebeti asırlar öncesine dayanıyor. Müslüman Araplar, 705’ten itibaren Türk beldelerini fethe giriştiler. 751 senesinde, Çinlilerle yaptıkları Talas Savaşı’nda, Türkler, Arapların safında çarpıştılar. Bu ittifak, aralarında bir yakınlık doğurdu. Türkistan’daki Türk prensleri, ardından da halkları, kitle hâlinde Müslüman oldular. Derken Türk halkının tamamı Müslüman oldu.

On birinci asırda Bağdat’ın Şiîler tarafından işgali üzerine Abbasî Halîfesi, Selçuklu Sultanı’ndan yardım istedi. Sultan Tuğrul, Bağdat’a girerek Halîfe’yi Şiîlerin elinden kurtardı ve onun kızıyla evlendi. Türkler, artık Müslümanların yeni lideri olarak tarih sahnesinde mevki elde ettiler. Selçuklu İmparatorluğu, Kuzey Afrika hâriç bütün Arap beldelerine hâkim oldu; yıkıldıktan sonra da bu beldeleri ve Mısır’ı Türkler idare etti.

Osmanlı ordusunda Arap zâbitler

1516’dan itibaren bütün Arap toprakları Osmanlıların eline geçti. Osmanlılar, İslâm dünyasında büyük bir itibar kazandı. Diğer Müslüman unsurlar, İslâmiyet’e yaptıkları hizmetlerden ötürü Osmanlılara minnet hissettiler. Arap âlimleri, Osmanlıların İslâmiyet’e hizmetlerini anlatmak üzere müstakil eserler kaleme aldılar. Türkler de, Hazret-i Peygamber’in kavmi olduğu ve Kur’ân-ı Kerîm lisanı konuştuğu için Araplara değer vermiş, bu kavmi, “kavm-ü necîbü’l-Arab” (soylu Arap kavmi) diye anmışlardır. Arapları, vatandaşlıktan da öte “din kardeşi” kabul etmiş, Arap beldelerini sömürge değil, vatan toprağı olarak görmüşlerdir.

Arap dünyasında, bilhassa iki Osmanlı padişahının müthiş itibarı vardır: Biri, İstanbul’u fethederek Hazret-i Peygamber’in müjdesine kavuşmuş olan Fatih Sultan Mehmed, diğeri de Filistin’i ne pahasına olursa olsun Siyonistlere teslim etmeyen Sultan İkinci Abdülhamid... Orta Doğu’da, Cuma hutbelerinde Filistin’in anılmadığı, dolayısıyla Sultan Hamid’den minnetle bahsedilmediği gün, neredeyse yoktur.

Tüm bunlar yaşanmışken, bugün Arap ve Türk düşmanlığı pompalanıyor olması sizce neden?

Nedenleri hakkında çok fazla soru sorabilirim, fakat gerek yok. Dilerseniz, çıktığım yolculuğa beraber devam edelim…

Farkın dahi farksız kaldığı yer, Mekke!

Mekke… Erkekler beyaz elbise, kadınlar siyah çarşaf ile bezenmiş. Herkes normal hayatının yanı sıra, Müslümanlara ev sahipliği yapmanın vermiş olduğu heyecanı yaşıyor. Binlerce, hattâ milyonlarca insan çeşidinin bir arada, aynı yöne koşan, aynı Yaratıcıya inanan ve yakaranların olduğu eşsiz yer Mekke… Hangi ülkeden olursa olsun, tüm insanlar Fâtiha ve Yasin okuyor. “Âmin” diyor, “Allah” diyorlar…

Mekke… Madde ve mânânın anlam kazandığı ve aynı zamanda da anlamını yitirdiği yer, Mekke… Madde olarak zengin yöneticiler, mânâ olarak zengin halk… Ve “Allah’ın evi” olmak misyonunu taşıdığı için tüm bu zenginlikler anlamını yitiriyor. Yaşlı, genç, çocuk, bebek, kadın, erkek, kısaca yaratılmış tüm insanların Yaratıcı ile buluştukları yer, Mekke…

Şâhit olduğum çok olay oldu ama en çok etkilendiğim olaylardan bir tanesini aktarayım… Namaz kıldığımız bir anda, bir kadın çığlığı duyup namazı bitirir bitirmez yanına koşup gördüğüm bir manzaraydı bu: Kadın kendinde değildi ve avazı çıktığı kadar ağlıyordu. Eşi yanına geldi, ona sarıldı, öptü ve onun için duâ okumaya başladı. Kadın bu sırada eşine tokat attı. Eşi ise sabırla hem onu öpüyor, hem duâlar okuyordu. Kadın yaptıklarının farkında değildi. Adamdaki ne sabırdı, maşallah! Gözlerim doldu, duâ etmeye başladım. “Ya Rabbi, ümmetin erkeklerine ve kadınlarına sabırlar ver!”… Ne güzel şey sabretmek!

Mekke’de namaz, Mekke’de duâ, Mekke’de ibadet, Mekke’de aşk başka… Bu başlıkta anlatacak bir şey yok aslında, yaşamak lâzım. Tüm benliğinle, “Geldim Allah’ım geldim. Sen Çağırdın, ben geldim” diyerek secdeye eğilen başı anlatmak olmaz, yaşamak lâzım. (Rabbim bu yazıyı okuyan herkese Kâbe’de ibadet etmeyi nasip etsin!)

“Aşkın Sahibinin evine konuk olmak bambaşka! Ağlıyorsa insan, Allah için, seviyorsa Allah için, yaşıyor ve ölüyorsa Allah için olmalı” cümlesi Mekke ile anlam kazanıyor. Duygusallığımı mazur görün, hâlâ etkisindeyim. Mekke’nin…

“Kâbe”, Allah’ın evi olarak bilinir ve Kur’ân’da Kâbe’yi ziyaret etmek, farz ile yazılıdır. “Allah bize bunu farz kılmışsa, bunda bizim için muhakkak hayır vardır” deyip gitmeliyiz. Dünya Müslümanları ile birlikte, orada giydiğimiz kefenlerimiz ile eşit şart ve statüde, kardeşçe, dünya mazlumlarının dertlerine çözüm bulmalıyız…

“Eşit şart ve statüde kardeşçe dünya mazlumlarının dertlerine çözüm bulmalıyız” mı dedim? Fakat orada böyle bir toplanma amacı yok. Orada sadece ibadet var ve ibadetlerden de sadece namaz cemaat olarak kılınıyor ve tavaf yapılıyor. Sonra? Sonrası, dağılıyorsunuz… “Hayat bir yerde devam ediyor” diyoruz ya hani, aslında hayat her yerde devam ediyor; Kâbe’de bile… İnsanlar orada günah işleyebiliyor.

Kâbe’yi kutsal yapan, insanların bireysel ibadetleri değil, mazlumların çâresi olarak toplumsal yaşayan müminler… Görüyorsunuz ki, dünyada mazlumlar, Müslümanlar, çocuklar ölürken ve işkence görürken, dünya Müslümanları ibadetlerini yapıyorlar. Bireysel temizlenme ve günahtan arınma düşüncesi ile tavaf yaparken, insanlardan bazıları birbirlerini eziyor ve birbirlerinin haklarına giriyorlar. Her şey amacına uygun yapılsa yani Kur’ân-ı Kerîm’de emrolunan, amacına uygun yapılsa, inanın bu dünyada cenneti yaşarız. Ve herkes Cennet’e gitmiş olur…

Oysa herkesin cenneti başka ve herkes bu dünyada kalmak peşinde! Cenneti inşâ etmek ise, zor olan… Zor olan başka bir şey daha var: Kardeş olmak…

Peki, biz Türkler ve Araplar bunu ne kadar başarabildik?

Arapların, Türkleri gördükleri an yüzlerinde bir tebessüm oluşuyor ve hemen Türkçe bir kelime konuşmaya başlıyorlar. Arap halkı Türkleri severken, algılar tamamen siyâsî içeriklerle dolu. Suudi Arabistan’ın başına getirilen yöneticiler maşa oldukları için, Türk halkına o bölgede ekstra zorluklar yaşatıyorlar. Hattâ öyle siyâsî oyunlar var ki, PKK başta olmak üzere illegal örgütleri destekliyorlar. Arapların Kur’ân’la tanışmış ve onu yaşayan kesimi gerçekten muhteşem insanlardan oluşuyor. Fakat tam tersi, Kur’ân’ın yerini güç, mâkâm, para ve kadın alan kesim, hem Türkiye’ye, hem İslâm dünyasına düşman durumda.

Bu durum Türkiye için de geçerli… Herkesin en kolay yaptığı şey, bir diğer ırkı küçümseyip onu aşağılayarak kendisini yüceltmek… Bu durum dünyada çok sayıda can alıyor ve bazen de işkencenin ruhsal hâlini yaşatıyor. Nasıl mı?

Kur’ân’ı anlamıyorsunuz, çünkü Arapça bilmiyorsunuz. Namaz kılarken imamlar okudukları sûrelerde ağlıyor, siz ise tepkisiz, ezber namazla eşlik ediyorsunuz. Bu da işkencenin bir başka çeşidi… Herkes Arapça bilmeli. Kur’ân’ı meâlden (eksik mânâdan) değil, doğrudan kendisinden öğrenmek, bir gün tüm Müslümanlarla aynı dili konuşabilmek ve aynı duyguları hissetmek için… Aynı dili konuşup, aynı kitaba uyup, aynı yolda yürümeliyiz.

Allah, Kur’ân’da, “Ey iman edenler” diyor, “Ey insanlar” diyor, “Ey müminler” ve “Ey akıl sahipleri” diyor. Bırakın ırk ayırmayı, cinsiyet bile ayırmıyor. “Ey müminler, kardeş olun!” diyor. Peki, biz Müslümanlar kardeş olmayı başarabiliyor muyuz? Hayır! Sorun ne Araplarda, ne de Türklerde. Sorun, iman edenlerde!

Allah ne diyor? “Ey iman edenler, iman edin!”… İşte bütün mesele bu! İslâm’ı doğru algılayıp Kur’ân’ı yaşarsa Müslümanlar, işte o zaman dünya nüfusu isyan edenlerle değil, iman edenlerle dolar. Irkçılığı ve kavmiyetçiliği aşağılıyor ve ayaklar altına alıyor Peygamber Efendimiz, peki, ya Müslümanlar? Irkçılığın ve kavmiyetçiliğin çukurunda boğuluyorlar.

Üzgünüm efendiler, Peygamberimizi anlamıyor ve O’nu örnek almıyoruz. İşimize gelen yerlerde O’nun güzel hadîslerini kullanırken, işimize gelmeyen yerde hatırlamıyoruz bile. Allah bizi affetsin!

Evet, şimdi Araplar ve Türkler mi diyeyim, Müslümanlar ve kâfirler mi? Siz karar verin! Öleceğiz, acele etmeyin… Hepimiz bir gün muhakkak öleceğiz…

 

Kaynaklar

Kur’ân-ı Kerim

http://ekrembugraekinci.com/