Geçmiş zaman

Herkes üzerine düşeni yapmalı… Çocuklarımıza, gençlerimize sahip çıkmalıyız. Örf ve adetlerimizi yaşatmalıyız. Vatanımızın, milletimizin ve Devlet’imizin sağlıklı, güçlü ve dinamik çocuklarımıza ve gençlerimize ihtiyacı vardır. Onların da yetişmesini yine sağlıklı, güçlü ve dinamik anne babalar sağlayacaktır. İnsana yatırım, geleceğe yatırımdır…

1990’ların çocuğuyum ben. 90’lı yıllarda yaşadım çocukluğumu. O dönemde bir sobanın küçük bir odayı ısıttığı gibi, anısı da benim içimi öylece ısıtır. En güzel hatıralarım hep soba çıtırtısında, yağan lapa lapa karda ve yağmurda şemsiyelerini açmış, akşam vakti evlerine varmaya çalışan insanlarda saklı. Düşününce çok şanslı olduğumu hissediyorum. O dönemler bana çok sıcacık geliyor, huzur ve mutluluk veriyor. Gerek ailemle geçirdiğim günleri gerekse okul günlerimi hatırladıkça içim tarifi mümkün olmayan bir duyguyla kaplanıyor. Geçirdiğim çocukluk yıllarıma baktığımda hep bir özlem duyuyorum. Bana hangi yıla dönmeyi istediğim sorulsaydı, hiç düşünmeden ilk ve ortaokul yıllarıma yani 8-14 yaş aralığıma dönmeyi seçerdim. Okuldan çıkar çıkmaz hemen ödevlerimi yapar sonra da akşam ezanı okunana kadar arkadaşlarımla sokakta doyasıya oynardım. 

Gün öyle bereketli geçerdi ki… Sabah erkenden kalkıp annemin hazırladığı harika kahvaltımızı ailecek yapardık. Kahvaltıda öyle kuş sütü eksik bir kahvaltı değildi ama hepimizin o yer sofrasında bir arada oturması, çaydan çıkan duman, fırında annemin yaptığı ekmek bana tarifsiz bir mutluluk verirdi. Kimse kimseye “Haydi acele et!”, “Haydi sabah oldu uyan artık!”, “Okula geç kalacaksın!”, “Daha giyinmedin mi?” diye sorular sormazdı. Okula gitmek için erkenden kalkmak, hazırlanmak ve kahvaltıya oturmak biz çocukların sorumluluğundaydı. İtirazsız, mız mız’sız yapılırdı bu görevler. Annem her sabah üşenmeden bize o sıcak ortamı hazırlardı. Babam işe gitmek içi hazırlanır, sonra da bizimle beraber kahvaltı yapardı. Annem yolcu ederdi hepimizi. Silahlarımızı kuşanmamızı hatırlatırdı yalnızca. Silah derken öyle top tüfek tabanca değil, evden çıkarken okuduğumuz dualardı silahlarımız. Okul yolculuğumuz tatlı bir heyecanla başlardı. Mutluyduk, sanki yıllardır görmemiş gibi kavuşurduk arkadaşlarımıza. Derste disiplinli olurduk, ama teneffüsler bizimdi, özgürce koşardık bahçede. Türlü türlü oyunlar oynardık. Kaç dakikaydı hatırlamıyorum teneffüslerimiz ama hatırladığım şey belki de küçük zamana sığdırdığımız sonsuz oyunlar…  Gözlerim doluyor hatırladıkça, nerede o günler? O bereketli uzun günler nerede, ne çabuk bitti? N e çabuk büyüdük? O masum koşuşturmalarımız, masum sorumluluklarımız bitti, yerine bizleri aşan sorumluluklar ve kendimize bile gösteremediğimiz tahammülsüzlüklerimiz kaldı. Giden çocukluğumuz bir daha geri gelmeyecek, o oyunlar öyle doya doya oynanmayacak. Kahvaltı sofrasında toplanamayacağız bir daha çocuk yüreklerimizle. O ekmek de o çay da öyle tatlı gelmeyecek. İşte bu hüzün yakıyor içimi… Sadece hatırlayıp ısınıyorum ama bitmiş olması ve bir daha yaşanmayacak olması acı veriyor. Doğanın kanunu… Büyüyoruz, günler geçiyor, ömrümüz tükeniyor…

Okulda öğretmenlerimiz, yanlış veya doğru, tartışılır ama disiplini bir şekilde sağlarlardı. Tek ayak üzerinde de dururduk, sakız çiğnedik diye tokat da yerdik, tahtaya kaldırılıp rencide de edilirdik ama okula yine koşarak gider, öğretmenlerimize sevgi ve saygıda kusur etmezdik. Sorgulamazdık da neden kızdı diye. Kırılır, üzülür, ağlardık belki ama teneffüste hepsi geçerdi. Sıra dayakları da meşhurdu. Topluca tahtanın önüne tespih gibi dizilir, parmak uçları hazırlanır ve sıradan güzelce sopayı yerdik. Hem ağlar hem de gülerdik birbirimize. O gün yaşadıklarımızı anne babamıza bahsetmezdik, çünkü bir de onlardan azar azar yemek istemezdik. Şu anda hangimizin çocuğuna bir öğretmeni bunları yapabilir? Hele bir yapsın, soluğu okulda alırız vallahi. Benim kıyamadığım, doya doya sarılamadığım evladıma kimse el kaldıramaz. Değil vurmak, incitici söz bile söyletmeyiz. Çocuklarımız da bunu bildiğinden en ufak bir durumu bile genelde anlatır. Biz anlatmazdık. Çünkü “Eti sizin, kemiği bizim” diye teslim edilirdik okula. Biz de kabullenmiştik zaten, çokta bize koymazdı bu durum. Biz oyunlarımıza eğlenmemize bakardık. 

O zamanla bu zamanı kıyasladığım zaman, çocuklarım için hangisi olsa daha iyi olur diye düşünüyorum da, mutlu olacaklarsalar benim zamanımdaki gibi olmasını dilerdim. Evet, nadiren de olsa olumsuz şeyler olurdu ama biz sevincimizden, mutluluğumuzdan, heyecanımızdan hiçbir şey kaybetmezdik. Pes etmezdik. Her derse ilgi duymak zorundaydık. Başaramıyorum, diye bir şey yok! Yapamıyorum, ne demek? El işi derslerinde alnımızdan ter de damlasa, zorlansak da çaba gösterirdik, göstermek zorundaydık. Ailemiz bizi okula göndermiş; kitap, defter, kalem almış, olur mu anlamamak, yapamamak!? Bu bilinçteydik işte… Her yıl okula büyük bir özlemle ve heyecanla başlardık. O yaz tatili bitmek tükenmek bilmezdi. Okulu arkadaşlarımızı özlerdik. Okulların açılmasına bir gün kala sabah olmazdı bana. Akşamdan kitaplar defterler kaplanır, çantalar hazırlanır, okul formaları ütülenirdi. Şimdi yaz tatilleri bir varmış bir yokmuş gibi hızla geçiyor. Çocuklar okulun açılmasını istemiyor; sorumluluk almak, okula gitmek bir yük gibi onlarda. Heyecan yok, sevinç yok, çok üzücü bir durum bu…

Bugünün çocukları 

Ne oldu da değişti her şey? Yokluklar bitti, çoğu insanın alım gücü arttı, şartlar çok daha iyi. Okulların sahip olduğu olanaklar fazla, öğretmenler daha yumuşak, müfredat daha hafif. Bunlara rağmen çocuklarımızda heves yok, umut yok, heyecan yok. Sanki yaşlanmış çocuklar. Enerjileri yok, hedefleri yok. Sabırsızlar, doyumsuzlar ve mutsuzlar. Bir yerde bir şeyler olmuş da sanki bütün güzel duygular yitirilmiş, ellerinden alınmış gibi. Özel okulların sayısı arttı, devlet okullarına itibar azaldı. Neden böyle oldu? Çalışan kadın istihdamı arttı, evde anneler yok. Evde kimse yok. Ev artık otel gibi, akşam yat, sabah çık olarak kullanılır oldu. Evde anne çalışınca çocukları özel okullara göndermek şart oldu. Çünkü geç saate kadar en azından güvenli kalınabilecek tek yer okul. Çocuklar sabah erkenden bırakılıp geç saate okuldan alınır oldu. Ailece geçirilen zamanlar neredeyse yok denilecek kadar minimuma indirgendi. Çünkü bir de ev ödevleri var. Çocuk eve geç gelip hızlıca hazırlanan aperatif yemeklerden yiyip hemen odasına çekilmeli. Çekilmeli ki ödevlerini yetiştirsin. Zaten sınavlar var girilecek, hayat memat meselesi onlar. Anne baba da zaten yorgun, onlar da dinlensin. Buz gibi bir hayat. Böyle bir hayatta nasıl mutlu olunur, bilmiyorum… Sanki mecburi yaşam gibi. Bu çocukların nasıl güzel anıları olacak, ileride neyi hatırlayıp da içleri ısınacak? Çalışmanın kadını erkeği olmaz, ben de okudum, meslek sahibi oldum, bende çalışıyorum ama çocuklarıma annelik yapmakta eksikliklerim var, farkındayım. Onları yavaşlatıp hayatı dolu dolu yaşamalarını sağlayacağıma hep onları hızlandırıp bir yerlere yetiştirmek durumunda kalıyorum. Hep acele etmek, hep bir yerlere yetişmek zorundayız. Yemek yeme, hazırlama sürelerimiz bile hızlı olmak zorunda. Zaman nasıl geçiyor, anlamıyorum. Çocuklarım günden güne büyüyor. Duyguları değişiyor, gelişiyor ve ben geride kalmışım gibi hissediyorum. 

Günümüz dijital çağı. Dijital bana hep soğuk gelmiştir. Ruh yok, duygu yok, sanal bir ortam. Çocuklarımızın yaşamı, en önemlisi de çocukluğu bu dijital çağada geçiyor. Büyüklere saygı duymayı, küçüklere merhametli olmayı öğretmiyor bu sanal ortamlar. Aksine bencilliği, en önemli şeyin sadece kendisi olduğu, ne isterse onu elde etmek için her yolu denemesi gerektiği, güçlü olmak için acımasız olması gerektiği, anne baba kardeş kavramının önemli olmadığını, dahası zor geliyorsa hayatına bile son vermenin kendi elinde olduğu bilinci dayatılıyor. Okullarda yaşanılan olaylar o kadar vahim durumda ki keşke araştırılsa ve bu konu hakkında bir şeyler yapılsa. Çocuklarımız ellerimizden kayıp gidiyor. Ahlak, edep, vicdan en önemlisi de imanları ellerinden alınmak üzere. Ve anne babalar olarak bizim gücümüz buna yetmiyor.

Telefon alma, tablet alma, sosyal medya kullanmasın, her istediğini yapma, cam fanusun içinde yetiştiremeyiz çocuklarımızı. Biz ne kadar bunları yapsak da çocuğumuzun bir ortamı var. İlla bir çevresi var, biz yasaklasak da onlar o yasakları delmenin bir yolunu elbet buluyorlar. Asla almam dediğimiz bir şeyi arkadaşlarında görüp ya da bununla ilgili bir zorbalığa uğradığında mecburen alıyoruz. Ama onunla da bitmiyor. Sonra başka bir şey istiyorlar ve sonsuz istekler yığını. Anne baba olarak çoğu zaman mücadele ediyoruz, dik duruyoruz ama öyle bir an geliyor ki almaya mecbur kalıyoruz. 

Ne yapmalı?

Artık Devlet’in bu konuda bir adım atması gerekiyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Millî Eğitim Bakanlığı bu konular üzerine gerekli çalışma ve araştırmalarını sürdürüp bu konulara el atmaları gerekiyor.

Çocuklarımızın beden ve ruh sağlığının korunmasında birincil görev elbette ailelere düşüyor. Aileler bu konularda eğitilmeli. Bu çağ çok farklı bir çağ. Bireysel olarak mücadele etmek yetmiyor, Devlet eliyle de desteklenmemiz gerek. Anne ve babalara, bununla birlikte çocuklara ve anne-baba-çocuğa birlikte eğitim verilmeli, farkındalıklar oluşturulmalı. Anne babanın çocuktan beklentisi, çocuğun anne ve babadan beklentisi, yine çocuğun okuldan, okulun çocuktan beklentileri karşılıklı konuşulmalı. Her çocuğun ilgisi, beklentisi ve talepleri dikkate alınmalı. 

Millî Eğitim Bakanlığı, okul müfredatına daha özen gösterilmeli, çocukların bedensel ve zihinsel gelişimlerine katkı sağlayacak derslere önem verilmeli. Vicdan, merhamet konuları aşılanmalı, bunun için atölyeler kurulmalı. Millî Eğitim Bakanlığı okulda ahlak, edep, vicdanı geliştirici uygulamalı dersler koymalı. Sınav stresinden çocuklarımızı bir şekilde kurtarmanın yolları aranmalı. Liselere ve üniversitelere giriş sınavları çocuklarımızda kaygı bozukluğuna yol açmamalı. Bu durum hayat memat meselesi hâline gelmemeli. Sınavsız da çok iyi yerlerde okuyabilecekleri alternatifler üretilmeli. 

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, çalışan kadınlara pozitif ayrımcılık yapmalı. Okula çocuğunu vaktinde bırakıp vaktinde alabilmesi için gerekli çalışmaları acilen yapmalı. Anne çalışırken evini aksatmamalı, bunun için kadın çalışana gerekirse çalıştığı kadar maaş verilerek büyük ölçüde evinde kalması, çocuklarını güvenle ve sağlıkla büyütmesi için gerekli izinler verilmeli. Çocuk kaç yaşında olursa olsun 18 yaşına kadar anneye bedenen de ruhen de ihtiyaç duymakta. Okuldan çıktığında kapıyı anne açsın, sıcak bir tas çorbasını annesi önüne koyabilsin. Sabahları okula erkenden bırakmak zorunda kalmasın. Anneler çalışsın, üretsin ama olması gerektiği vakitte de evinde olsun. 

Diyanet İşleri Başkanlığı çocuklarımıza özellikle gençlere yönelik İslâm’ı sevdirecek, dürüst, ahlaklı, erdemli olmayı özendirecek çalışmalar yapmalı. İbadet yalnızca camilerde, yazları Kur’ân kurslarında değil, hayatın diğer bütün alanlarında yaygınlaştırılmalı. Buna olanak sağlanmalı. Daha temiz, daha ferah ortamlar sunulmalı. Din görevlileri örnek kişiler olmalı. Çocuklarımıza, gençlerimize nasıl daha faydalı olunur, onların zihinleri kötülüklerden nasıl arındırılır, buna kafa yorulmalı.

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, okula giden çocuğu olan ailelere, gerekirse ev ev dolaşarak hizmet sunmalı. Bunun kaydını tutup gerekirse psikolojik ve rehberlik danışmanlar atamalı. Her aileyle tek tek ilgilenmeli. Aile ortamlarının gerçek ve olması gerektiği gibi devam etmesi için çalışmalar yapmalı. Maddî ve manevî desteklerini sunmalı. Aileler yıkılmamalı… Ruhsal yönden hastalanmış, maddî sıkıntılar altında ezilen, ev geçimi sebebiyle çocuklarının yanlarında olamayan ebeveynleri tespit edip ne gerekiyorsa yapmalıdır.

Herkes üzerine düşeni yapmalı… Çocuklarımıza, gençlerimize sahip çıkmalıyız. Örf ve adetlerimizi yaşatmalıyız. Vatanımızın, milletimizin ve Devlet’imizin sağlıklı, güçlü ve dinamik çocuklarımıza ve gençlerimize ihtiyacı vardır. Onların da yetişmesini yine sağlıklı, güçlü ve dinamik anne babalar sağlayacaktır. İnsana yatırım, geleceğe yatırımdır…