Geçmemişten günümüze bilimsel yolculuk

Batı’nın bilimsel düşünce ve felsefe geleneğini Eski Yunanlardan aldığı iddiası karşısında şu sorunun sorulması gerekirdi: Eğer bu iddia doğru ise, Avrupalılar Eski Yunanların eserlerini bin yıldan fazla bir süre ellerinde tuttukları hâlde Rönesans’ı neden çok daha önce başlatamadılar? Neden Batı uygarlığı bilimsel gelişme için bin 200 yıl daha beklemek zorunda kaldı?

Asırlar önce biz

İSLÂM’ın bilime ve ilme verdiği önem, akıl sahiplerince bilinen bir gerçektir. İlk âyet okumayı, dolayısıyla bilgiyi ve bilmeyi emretmektedir. Öyle ki, o, her türlü okumayı kapsamaktadır. Bu, her şeyin okuma, öğrenme ve bilimin konusu olduğunu gösterir. İslâm bilimi, sadece insanların maddî ihtiyaçlarını gidermek için bir vâsıta değildir. O, akıl sahiplerinin eşyanın mâhiyetini ortaya çıkarabilmeleri için olağanüstü yol göstericidir. Gerçek ilim sahipleriyse elde edecekleri sonuçları, daha önce sahip oldukları önyargı veya ideolojiyle karıştırmadan ve mukayese etmeden bilimsel verileri gerçeklik doğrultusunda yorumlayanlardır.

Unutulmamalıdır ki, İslâm toplumlarında bilim ve teknolojiye çok önem verilerek, farklı alanlarda önemli ve yaratıcı hizmetler yapılmıştır. Bu bağlamda denilebilir ki, Müslüman düşünür ve âlimler, insanlığa, insanlığın bilim ve düşünce dünyasına pedagojik bilim kurmaya kadar her alanda unutulmaz katkılar sunmuşlardır. Bu katkılara tarih, çok çeşitli örneklerle tanıklık etmektedir. Kimi Müslüman bilim insanları, söz konusu hizmet ve katkılarını toplumsal bilimlerden tabiat veya fen bilimlerine, mühendislik bilimlerinden tıp bilimlerine, yer bilimlerinden gök bilimlerine, pozitif bilimlerden manevî bilimlere kadar bütün bilimsel alanlarda yapmışlardır. Yine Müslümanlar, bilime hizmet ve katkılarını birden fazla düzeyde, meselâ hem metodolojide, hem bilgi üretmede, hem bilim kurmada, hem bilgi ve bilimi aktarmada, hem de bilgi ve bilimin gereğini yerine getirmede, bilimi insanî ve toplumsal faydaya dönüştürmede yapmışlardır.

İslâm Medeniyeti’nin yükselmeye başladığı o çağlarda diğer tüm uluslar kendi karanlıklarını yaşıyorlardı ve o yıllarda, başta Avrupa olmak üzere birçok yerde çeviri merkezleri oluşturularak, kendilerine göre çok ileride olan İslâm Medeniyeti’nin eserlerini Arapçadan kendi dillerine çevirerek bilim karanlığından kurtulmayı amaçladılar ve de başardılar. Özellikle Avrupa bu çevirilerle gerçekleştirdiği uyanıştan aldığı hızla on altıncı yüzyıl Rönesans’ını başarmış ve bu şekilde Batı Medeniyeti meydana gelmiştir. Bu bakımdan dünya medeniyet tarihinde önemli bir yeri olan İslâm dünyasında Orta Çağ’da karşılaşılan büyük gelişme, İslâm dünyasını oluşturan milletlerin ve kavimlerin işbirliğinin ortak bir ürünüdür.

İslâm dünyasındaki bu büyük atılımı gerçekleştirenlerin içinde ağırlıklı olarak Orta Asya kökenli olanlar dikkat çekicidir. Orta Çağ İslâm Medeniyeti’nin kurulması ve geliştirilmesinde Türklerin her alanda çok belirgin katkıları olduğu gibi, aynı zamanda dünya uygarlığına yapmış oldukları katkılarla yoluyla İslâm Medeniyeti’nin gelişmesine yardım ve katkıda bulunmuşlardır.

İslâm bütün dinleri kapsadığından, bütün dinlere göre bilim ve teknolojinin en son gâyesi de insanı yegâne olana götürmektir. Öğrenme ve öğretme bu doğrultuda ve kibirden uzak olmalıdır. Bilim adamı, İblis’in bilgeliğinin sonucunu asla unutmamalıdır. Akıl çok özel bir nimet olmasına rağmen, yüreğini ortaya koyamayanların gerçekte mucit ve mütevazı olmadıkları da bir başka gerçektir. Bundan dolayı Müslüman bir bilim adamı, kendi bilgisinin Yaratıcı’nın bilgisi yanında deryâya batırılmış bir iğne ucunun tuttuğu su kadar olduğu hakikatinden sapmamalıdır ki kibir onun gönlünü katılaştırıp aklını kuşatamasın. Nasıl ki atomun çekirdeğini teşkil eden protonun kütlesi onun etrafında dolanan elektronun kütlesinden sadece bin 840 kat büyük diye elektronun kütlesi protonun kütlesi yanında ihmâl ediliyorsa, bilim insanı da yukarıdaki asıl gerçek karşısında secde etmelidir.


Kur’ân’da, “Allah’tan en çok korkanlar, gerçek âlimlerdir” denmesi bunun içindir. Bilim, ahlâk kuralları içinde en hakikî güzelliktir. Allah eşyayı şiir hazzında yaratmıştır. Nasıl ki serbest şiir var, hece var, aruz varsa, eşyanın hakikatinde de aynen bunlar vardır. Ve hiçbir şey rastgele değildir. Gecenin karanlığında yıldızların kendi içindeki ahengi nasıl bir şiir ise, maddenin elektron mikroskobunda gözlenen atomları da farklı birer şiirdir. O vakit mikrodan makroya uzanan bir manzumede yaşayan insan, bunun tefekküründe olabilmeli ve Kur’ân’ın ifadesiyle “akledebilmelidir”.

Bu yazımda her koordinatta ve her doğrultuda çok farklı çalışmaların çok kısa bir özetini dergimizin kapak konusu içeriğinde sevgili okuyucularımıza sunmak istedim. Bu alanda çalışan tüm bilim insanlarına şükranlarımızı sunarken, İslâmi medeniyetine çağlarını aşarak katkılar yapan dâhilerimize de özel teşekkürlerimizi bir borç biliyorum.

İslâm bilim tarihine göre en büyük çalışmalar özellikle 10, 11, 12 ve 13’üncü yüzyıllarda, hattâ 14’üncü yüzyılın ortalarında İslâm bilim felsefesi olgusuyla birlikte büyük bir ivme kazanmıştır. Bu devrede Müslüman bilim insanları bir yandan eski medeniyetlerden aldıkları teori ve fikirlerin yanlışlıklarını atarak onları geliştirip daha bilimsel temellere oturturken, bir yandan da birbirinden daha güzel teoriler ve icatlar ortaya koydular. Onlar bu teori ve icatlarına, İslâm dininin dünya görüşüne dayanarak oluşturdukları bir bilim felsefesiyle yön verdiler ve bilimi bu ilim felsefesinin genel çerçevesi içinde yorumladılar. Onların bilim felsefesinin gâyesi, her şeyden önce tabiattaki ve insandaki İlâhî hikmeti göstererek tabiî ihtiyaçlar nispetinde insana fayda sağlamaktı.

Müslüman bilim adamlarının ortaya koydukları bilimsel teori ve icatların birçoğu bugünkü “modern” dediğimiz bilimin temeli olduğu gibi birçoğu da günümüzde geçerliliğini ve güncelliğini korumaktadır. Ancak 14’üncü yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslâm bilimleri bir duraklama devrine girdi. Müteakip yüzyıllarda da maalesef kesintisiz bir şekilde sonu gelmeyen bir gerilemeye maruz kaldı ve nihâyet 18’inci yüzyıldan itibaren Batı biliminin gölgesinde kaldı.

Bu konu, tarihî süreç içinde çok boyutlu nedensellikleriyle birlikte ayrıca tartışılabilir. En önemli etken ise, medreselerde, tıp hâriç, diğer bilimlerin kaldırılmasıdır. Ne yazık ki Fatih’ten sonra dahi bu süreç devam etmiş, sadece astronomiye özel önem gösterilmiştir. Bundan dolayı İslâm dünyasında bilimsel araştırmalar 14’üncü yüzyıldan itibaren sadece kişisel çabalara bırakılmıştır. Bu konunun aydınlatılabilmesi yani İslâm bilim tarihinin yazılabilmesi ve buna bağlı olarak bir İslâm bilim felsefesinin ortaya konulabilmesi için el yazması eserler, hiç olmazsa nitelikleri, tartışma götürmeyecek bilim adamlarımızca şerh edilerek yayımlanmalıdır.

İslâm bilim insanlarının astronomideki başarıları, çok özel bir konudur. Kur’ân’ın öğretileri doğrultusunda bu sahada hem teknik, hem de felsefî olarak büyük mesafeler kat edilmiştir. Çünkü insanın merakını cezbeden, gizemdir.

Yukarıda kısaca değinildiği gibi, Hıristiyan ve Yahudi bilim adamları İslâm bilim tarihinin hemen hemen bütün klâsik eserlerini başta Lâtince ve İbranice olmak üzere, daha 10 ve özellikle de 11’inci yüzyıldan itibaren 18’inci yüzyıla kadar kendi dillerine çevirdiler, üzerlerinde yeni araştırmalar yaparak bir Batı bilim tarihi meydana getirdiler. Batı bunu yaparken, İslâm dünyası 14’üncü yüzyıldan itibaren yine yukarıda kısaca işâret ettiğimiz hatâlı tutumlar yüzünden kendi bilim mîrasından habersiz bırakıldı. Batılılar bu tür çalışmalar sayesinde 18’inci yüzyıldan sonra İslâm memleketlerini siyâsî ve ekonomik olarak istilâ etmeye başladılar. Çağımızda, hâlâ birçok ülkede bilim ve teknolojiye karşı olumsuz tutumlar akıl almaz nedenlerle sergilenmekte ve bu da dış mihraklarca desteklenmektedir.

Örneğin tüm dünyadaki Yeşiller Hareketi’nin finansörleri, bir kısım ülkelerin istihbarat teşkilâtlarıdır. Ama bu bizim ülkemizde dahi ağaç ve su meselesi gibi lânse edilebilme zavallılığına dönüşebilmektedir. Nükleer enerji karşıtlığı ise tek cümleyle ihanettir. Bunun nedenselliği ise, bilim ve teknolojinin bazı sonuçlarının, Batılıların elinde kötüye kullanılmış olması masumiyetine dayandırılmaktadır. Şöyle ki; birçok ülke, bilimi ve teknolojiyi bir silah, bir ideoloji olarak kullanmakta ve geliştirmektedir. İnsanları nükleer silah ve reaktörlerle tehdit etmekte, aynı şekilde tabiatı sorumsuzca tahrip etmekte ve kirletmektedirler. Bizler, bilimin her alanına yeniden canlılık kazandırıp yeniden bilimde söz sahibi olarak İslâm Medeniyeti etik değerleri doğrultusunda, bilimi insanlığın saâdetine sunabiliriz.

Meselâ günümüz Türkiye’sinde savunma sanayimizdeki üstün başarı hem ülkemize özgüven vermekte, hem de birçok dost ülkeye can simidi olabilmekte. Bu sahadaki en son üst çalışma, SİHA’ların mercek sistemini ve akıllı roket başlığını millîleştirmiş olmamızdır. Bu bir yönetim felsefesidir; millîdir, yerlidir ve dinîdir.

Müslüman bilim insanlarının bilime katkıları

Müslüman bilim insanlarının bugün bile kullanılan bazı modern ilim metotları bilinçli olarak daha da geliştirilerek kullanıldığında, ortaya çıkacak olan, parlak bir medeniyet sarayının dolunayı olacaktır. “İlmin ilk şartı şüphedir” diyen bu medeniyetin filozofları, bugün bile düşündürücü ve hayranlık uyandırıcı bilimin anahtarlarını birçok ülkede, birçok farklı sahada keşfetmeye devam etmektedirler. Tekniğin ve bilimin bu kadar geliştiği çağımızda, sıfırın (0) keşfi, kâğıdın icadı, astronominin bugünkü yasaları, yer ve göğün dinamik ve statiğiyle ilgili temel prensipler gibi oldukça önemli buluşlardı bunlar.

Bunlar, bugünün dünyasında saklanmayan gerçekler manzumesidir. Bazılarını yazacak olursak, kâğıt, barut, metal sanayi, bazı teknik aletler, boya sanayi, optik camlar, pusulanın deniz yolculuğunda kullanılması, pamuğun dokumacılıkta kullanılması, teksir makinesinin ilk tasarımı, İstanbul’un Fethi’nde yürütülen kuleler, temel bilimlerin ve tıbbın birçok boyutunda farklı keşifler bunlardandır. Dönem halkları birer tarım toplumu olduğundan, bu sahada da oldukça icatlar mevcûttur. Toprağın sulanması için her nevi su çeken çarklar, pompalar, su yükselten makaralı makineler, yangın söndürmede kullanılan suyu yukarı çekmeye mahsus cihazlar…

İslâm bilim insanlarının astronomideki başarıları ise çok özel bir konudur. Kur’ân’ın öğretileri doğrultusunda bu sahada hem teknik, hem de felsefî olarak büyük mesafeler kat edilmiştir. Çünkü insanın merakını cezbeden, gizemdir. İnsanın gece gökyüzünde gördükleriyle sevdiğinde gördüklerini eşleştirmesi de özel bir lütuftur. Ve insan bu lütfun peşini hiç bırakmamıştır. Tam da yeri gelmişken, yazmadan geçemeyeceğim; ortaokulda okuduğum yılların yaz gecelerinde köyden çıkıp bir vadide dolunaya arkadaşlık eden yıldızları seyrederken derenin suyuna eşlik eden cırcır böceklerini ve İlâhî kudretin çekiciliğini hâlâ derinden hissederim.

İlk insandan itibaren ilim ve bilim basamakları çıkılmaya başlanmıştır ve insan zekâsının ilgisini en çok çeken ise yüksekler olmuştur. Zira bilim, insanın ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkar. Örneğin asırlar önce kullanılan “ok”un icadıyla bugünkü roketlerin insanda oluşturduğu heyecan aynıdır. İnsana sevdâ gibi heyecan veren gökyüzünün gizemi kısmen bilinebilmektedir. Bunda da Müslüman bilim insanları bütün ilim dallarında olduğu gibi temel bilgilerin kaynağı olmuşlardır. Müslümanlar, astronomide en üst seviyeye 10 ve 14’üncü asırlarda ulaşmışlardır. Ayrıca “yıldız ilmi” diye bir felsefe ve psikoloji esaslı ilim doğmuştur. Bu ilmin temeli, her insanın “eşyanın özünü öğrenmeye çalışması” gibi, dinin de kanun ve nizamlarını bilmek ihtiyaçlarına dayanır. İnsan, yıldızlar ilmi sayesinde Allah’ın birliğini tefekküre ve O’nun emsalsiz büyüklüğünü, yüce hikmetini, muazzam kudretini ve eserinin mükemmeliyetini idrake muvaffak olabilir. Bu sahada El-Birunî, Uluğ Bey ve Ali Kuşcu gibi isimler unutulmazlardandır.


O dönemlerde dünyadaki en büyük rasathaneler Bağdat, Kurtuba, Semerkand, Maragha ve diğer İslâm şehirlerindeydi. Will Durant, ilk defa İslâm bilginlerinin Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve hem kendi ekseni, hem de Güneş’in etrafında döndüğünü, ayrıca cisimleri dünyanın merkezine doğru çeken bir kuvvetin varlığını açıkladıklarını vurgulamıştır.

Müslüman bilim insanlarının en çok geliştirdiği üç ilim dalından biri tıptır. Yedinci asırdan sonra tamamen araştırma ve ihtisas branşı hâline gelen tıp ilmi, çok kısa zamanda büyük ilerlemeler kaydeder. Bu ilim dalı, kendi arasında doktorluk ve eczacılık dallarına ayrılarak bugünkü anlamda bir hüviyet kazanır. Son derece sıhhî klinikler ve hastaneler açılır. Tıp okulları ve hastaneler, ihtisas sahibi, ehliyetli hekimlerin himâyesinde çalışırlar. Tıbbın İslâm Medeniyeti’nde büyük bir gelişme göstermesi, İslâm inancının insan yaşayışına, temizliğine ve sağlığına verdiği önemden kaynaklanır. Öyle ki, klinik müşahedelerini sistemli olarak biriktiren ilim adamları, bu bilgilerini, cerrahi bilgileri ile birleştirip sonuca gitmişlerdir.

Arthur Pellegrin, “L’Islam dans Le Mond” isimli eserinde, bu konuda şunları söyler: “Bütün Orta Çağ boyunca Müslümanlar, bilhassa tıp sahasında, inkârına imkân olmayan bir üstünlük göstermişlerdir. Hakikî ilim adamları olan İslâm hekimleri, hastalıkların menşeiyle seyrini, klinik müşahedeleri ve hattâ cerrahi ameliyatlarıyla derinden derine tetkik etmişlerdir. Cerrahlar ve göz mütehassısları, ekseriya sanatlarında üstat adamlardı. Batı’daki birçok tıbbiye, uzun yıllar İslâm tıp nazariyelerinin etkisinde kaldı…”

Müslüman bilim insanları hastalıklar konusunda da ciddî çalışmalar ortaya koymuşlardır. Herkesin iyi tanıdığı Ak Şemseddin, bulaşıcı hastalıkları, “Hastalıkların insanlarda teker teker peyda olduğunu sanmak hatâdır. Hastalık, insandan insana ’bulaşmak’ sûretiyle geçer. Bu bulaşma ise, gözle görülemeyecek kadar küçük, ancak canlı tohumlar vâsıtasıyla olur” şeklinde açıklamıştır.

Toplumlar her şekilde kendilerini koruyarak büyüdüklerinden, hastalıkları da tecrübî olarak yenmenin yöntemlerini bulmuşlardır. Örneğin “küf”, bu anlamda çokça kullanılmış olup, bugün penisilin gibi etken olduğu kabul görmektedir. Özellikle boğaz iltihaplarında ekmek üzerindeki küfün boğaza üflenerek hastanın şifâ bulmasının sağlanmış olması, büyük bir tecrübî yöntemdir. İbni Sinâ’nın, çok boyutluluğu yanında özellikle kemiklerin iltihaplanabileceği öngörüsü ve akciğer hastalıklarındaki başarıları hâlâ çok özel bir takdire şayandır.

Müslüman hekimlerin yaşadıkları coğrafyalarda oldukça başarı sağladıkları birçok kaynakta açıklanmaktadır. Örneğin Dr. S. Hunke şöyle der:Söylemesi acıdır; ileri İslâm Medeniyeti ile fikren geri kalmış Hıristiyan Medeniyeti arasında, bu yönden de bâriz bir fark kendini gösteriyordu. Her iki medeniyeti ayıran hudut, bir kere daha uzuyordu. İslâm Medeniyeti, vebâyı salim bir muhakeme ile incelerken, Hıristiyan Medeniyeti onu hurafelerle izaha çalışıyordu. Bir Müslüman, korkuya kapılmış beşeriyetin bakışını, semâdan arza en lüzumlu tedbirlere çevirir. İbn Hatib, ’Tecrübe, araştırma, akıl ve muhakeme ile otopsi ve kesin emârelere göre; sirâyet, temastan ileri gelmektedir. Bunu, şerh edilemez deliller açıkça ortaya koymaktadır’ der.”

İslâm Medeniyeti’nin parlak devirlerinde; çalışma usul ve yöntemlerine göre modern olan hastaneler inşâ edilmiştir. Örneğin Sivas Divriği’de muhteşem sağlık külliyesi, her yolu düşenin görmesi gereken bir şaheserdir. O yıllarda Avrupa’da hastane dahi yoktu. W. Durant, bir eserinde bunu şöyle açıklar: İlk dispanserleri ve eczaneleri Müslümanlar tesis ettiler. Orta Çağ’ın ilk eczacı mektebini onlar kurdular ve eczacılığa ait muazzam eserler yazdılar. Bugün onların çiçek ve kızamık tedavisindeki talimatlarını tadil etmek kolay değildir. O devirde, İslâm âleminde 34 hastane tesis edilmişti. Bilhassa akıl hastaları için gayet insanî bir tedavi usûlü tatbik ederlerdi. 931 tarihinde, Bağdat’ta 860 hekim vardı.”

Hastanelerin işleyiş tarzları bugünkü yöntemlere çok yakındı. Şöyle ki; başhekim, her sabah hastaları ziyaret eder, onların düşüncelerini ve arzularını, hastalıklarının seyrini öğrenir, bu hususta çok itina gösterirdi. Başhekime asistanlar, doktorlar ve hastabakıcılar refakat ederlerdi. Bu hususta çok önemli bir altyapı oluşturulmuş olup, günümüzde de hızla bu başarılar devam etmektedir ki bugün özellikle ülkemiz, sağlık sektöründe dünyada en önde yer alan ülkeler arasındadır. Öyle ki, bu alanda her türlü dokümantasyon, farklı ülkelerce çeşitli yöntemlerle ülkemizde tedarik edilebilmektedir.

Yüzyıllar önce de bu tür katkılar sağlandığını bilim tarihçilerinden öğrenmekteyiz. Müslüman hekimlerin yazdıkları eserler yüzyıllarca tüm dünyaya referans olmuştur. Ki onların bazıları, “tıp anayasası” olarak bilinmektedir. Yani İslâm Medeniyeti’nin “tıp ilim ve gelenekleri” de Batı’ya özellikle ticârî, askerî ve diplomatik ilişkiler yoluyla girmiş ve Avrupa’yı derinden etkilemiştir.

Müslüman bilim insanlarının temel bilimler ve matematik alanında da çok önemli başarılarının olduğu bilinmektedir. Meselâ Eski Yunan’da matematik çalışmalarının var olduğu kesin olarak bilinmekle beraber, bu çalışmalar kısa bir zaman sonra durmuş ve yeni bir gelişme gösterememiştir. Bu durum belki de Yunan matematiğinin “sayılar sistemi” ve “sıfır” kavramından mahrum oluşuyla izah edilebilir. Avrupa’nın büyük bir taassupla İslâm matematiğini “Yunanlaştırmak” istemesine rağmen, İslâm Medeniyeti’nin matematikteki imzası hiçbir zaman silinememiştir. Prof. Dilgan, “Büyük Türk Âlimi Nasireddin Tusi” adlı eserinde şöyle der: “Her ne kadar bazı Batı müellifleri, İslâm matematikçilerini, Yunan matematiğini sadece tekâmül ettirmiş olmakla vasıflandırıyorlarsa da yeni etütler, bu hükmün sakatlığını ortaya koymuştur.”

İslâm matematiğinin başlangıcı olan “sayı yazısının bulunması” ve “sıfırın keşfi”; matematik tarihinde yeni bir çağın ilk adımı olmuştur. İslâm matematikçilerinin “akıl yürütme metodu”nu da disiplinli bir şekilde kullanmışlardır.


Matematiğin dili rakamlar olduğu için, bu dil ilk dönemlerde farklı kültürlerde farklı kullanılmıştır. Ancak sayı yazısının icadı ve sistemli hâle getirilmesi, son derece hayatî bir önem taşımıştır. “Biçimsiz Roma rakamlarının yerini”, bugün hâlâ kullandığımız Arap rakamları aldı. “Sıfır”, ilk defa icat edilip kullanılmaya başlandı. Bugünkü sayı sisteminin yani 1’den 9’a kadar olan sayıların tespitinin ilk defa Hintlilere ait olduğu söylenmekle beraber, bu “sayı yazısını bizzat ifade eden ve sıfırla beraber sayı sistemi olarak kullanan, hiç şüphesiz ki Müslümanlardır”.

Sedillot, bir eserinde, “Her ne kadar Müslümanlar bizim ‘Chiffres Arabes’ (Arap rakamları) dediğimiz sisteme ‘Chiffres İndiens’ (Hint rakamları) diyorlarsa da bu vaziyet, o rakamların menşeini Hindistan saymamıza kâfi bir sebep değildir. Çünkü Müslümanlar, ‘proclus’un tarif ettiği bir alete de ‘Cercle İndien’e (Hint çemberi) ismini vermişlerdir. Zaten Arap rakamlarının şekil itibariyle Hint rakamlarından büsbütün başka türlü olduğu da tespit edilmiştir” der. Bu bağlamda Binom açılımının mucidi Ömer Hayyam’la birlikte cebir ilminin kurucusu olan Harzemî’yi anmadan geçmek, büyük haksızlık olur!

Harezmî, bunu şöyle anlatır: “Sekiz, diğer sekizden çıkınca, geriye bir şey kalmaz. Bu takdirde hânenin (basamak) boş kalmaması için bir dairecik koy! Dairecik, boş hânenin yerine geçmek zorundadır. Eğer bu hâne boş kalırsa, diğer hâneler de tahdit edilmiş olurlar.”

Harezmî, cebir ilminin başlangıcı olan “Cebir” kitabında, aynı zamanda birinci ve ikinci dereceden denklemleri “grafik metodu” ile incelemiş ve bu denklemleri geniş bir şekilde irdelemiştir.

Batı’nın bu İslâm rakamlarından çok geç haberi oldu. Daha doğrusu, Batı, bu sistemi çok geç kavrayabildi. Pisalı Leonardo’nun, babası vâsıtasıyla Müslümanlarla ticârî temâsı ve bir Müslüman öğretmenden ders alması, sayı sistemini ve işlemlerini öğrenip Batı’ya götürmesini temin etti. Bu ise 13’üncü yüzyılda mümkün olabilmiştir. Philip Hitti, bir eserinde, “İslâm rakamlarının gayr-i Müslim Avrupa’ya yayılması, her şeye rağmen inanılmayacak kadar ağır oldu. Şimâl-i Afrika’da seyahat etmiş ve bir Müslüman mualliminden ders almış olan Pisalı ‘Leonardo Fibonacci’, 1202 tarihinde, en mühim hususiyeti, İslâm rakamlarının kullanmasından ibâret bir eser neşretti. Avrupa matematiğinin başlangıcı, işte bu eser oldu! Eski rakam sistemiyle (Romen rakamları) bazı sahalarda hiçbir riyâzî tekâmüle imkân yoktur. Çünkü bizim bugün bildiğimiz hesap ilminin temel taşları sıfırla İslâm rakamlarıdır” der.

Avrupa’daki Rönesansçılar sayısal çokluklarla geometrik çoklukların birlikte kullanılmasına dair kesin fikre Müslüman bilim adamlarının eserlerini inceleyerek ulaşmışlardır. Çünkü ilk defa cebri geometriye uygulayanlar da Müslüman bilim insanlarıdır. Ayrıca bütün milletlere yayılan “sinüs” kelimesi, Müslümanların “kavisli bir kavram” için kullandıkları “ceyp” kelimesinin Lâtince tercümesidir. Kosinüs, sinüs ve tanjantın fonksiyonlarını izah eden bir astronomi bilgini olan Battanî, sinüs ve tanjant cetvellerini tanzim etmiştir. Ayrıca Ebu’l-Vefa, sinüs cetvellerinin yeni hesaplama metotlarını bulur. Nasîreddin et-Tusî, bu metotları geliştirir.

Huff, modern bilimin gelişmesine öncülük eden felsefecilere örnek olarak Kindî, Farâbî, Râzî, İbni Sinâ, Beyrunî (Birunî) ve İbni Rüşd’ü saymaktadır. Bunlar arasında kelâmcıların hedefi hâline gelen felsefecilerin, toplum içindeki etkilerini tamamen kaybettiklerini belirtmektedir.

Küresel düşünmenin koordinatı olan küresel koordinatların da Müslüman bilim insanlarınca kullanıldığını bilmemiz gerekir. Çünkü matematiğin önemli bir dalını teşkil eden “analitik geometri”, “düzlem ve küresel trigonometri”nin kurucuları Müslümanlardır. O hâlde İslâm matematikçilerinin, aynı zamanda küresel astronominin de kurucuları olduklarını kaydetmek yerinde olur. Tüm matematikçileri hayran bırakan Birunî’nin trigonometrik açılımını ise bilmemek olmaz sanırım. Nasîreddin et-Tusî’nin küresel geometriye katkılarıysa efsane teoremler arasında yerini almıştır.

Gerçek şu ki, çağımız modern matematiğinin geliştiricisi ve sistemcileri olan Batılı ve Alman matematikçiler, İslâm Medeniyeti’nin açmış olduğu geniş ufuklardan ve hazırlamış olduğu temel teoremlerden yararlanarak matematikte bugünkü gelişmeyi sağlamışlardır.

Müslüman bilginlerin fizik-kimya sahasında da birçok prensip ve teori sahibi olmaları pek tabiîdir. Zira tamamen gözlem ve deneye dayanarak yaptıkları ilmî çalışmalar ve fizikî olaylar için temel bir metot olmuştur. İbn Haysem (Heysem), optik konusunda çok ileri çalışmalarının yanında ışığın kırılması, ayın hareketi, teorik fizik kuramları üzerindeki çalışmaları ile Orta Çağ Avrupa’sındaki çalışmalardan çok ileri düzeydeydi. Astro-fizik çalışmalarının temeli de İbn Haysem’in bu çalışmalarına dayanır.

Müslüman bilim adamlarının çalışmaları dikkatlice tahkik edildiğinde görülecektir ki, deneysel araştırmanın mucitleri ne Roger Bacon, ne Baco von Verulam, ne de Leonardo veya Galileo’dur. Heysemler, Râzîler, Battanîlerdir. Yani Müslümanlardır!

Meselâ matematikçi ve fizikçi olan el-Kindî, açıların pergelle ölçülmesini geometriye getirdiği gibi, sıvıların izâfî ağırlıklarını hesaplar; “çekim” ve “düşme” kanunlarını deneyle ispatlar. Bu arada Ali Bin Süleyman, on asır önce, çağımızın “atom çağı” olduğunu haber verircesine “atom teorisini” ortaya atar ve şöyle der: “Cisimlerin parçalanması imkânı henüz tamamlanmamıştır; eğer hâlen daha fazla parçalanamıyorsa, bu, bir şeyler yapmaya muvaffak olunamamasındandır.” Böylece İslâm fizikçilerinin âdeta “modern fizikçiler” olduğunu ilân eder Bin Süleyman. 

Müslümanlar, ilk tıbbî ve kimyevî maddeleri ortaya koymak ve geliştirmek suretiyle, sistematize ettikleri ilimlerle Batı ve sonuçta çağımızın bilimine inkâr edilmez bir şekilde tesir etmişlerdir. Bizzat Batılı bilginlerin itiraf etmeye mecbur kaldıkları bu tarihî gerçek, her geçen gün biraz daha parlamaktadır. Ayrıca İslâm dünyasının yetiştirdiği ünlü kimyager Ebu Musa Cabir ve İbni Hayyan’ı da unutmamak gerekir. Ebu Musa Cabir, sonraları Lâtinceye çevrilen pek çok kitap yazmıştır.

İslâm ve bilim tartışmaları

İslâm Medeniyeti’nin bilime katkısı 7’nci yüzyıldan günümüze kadar gerek Müslüman, gerekse diğer yazarlar tarafından tartışılan bir konudur. Müslümanların bu tartışmalarda genellikle gözlenen çelişik durumları, onların, insanlık tarihinin belli bir döneminden sonra bilim alanında ve buna bağlı olarak hayatın diğer alanlarındaki etkinliklerini giderek kaybetmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

9’uncu yüzyıldan günümüze “İslâm ve bilim” tartışmalarına göz attığımızda, genel olarak birkaç değişik yaklaşım görüyoruz. Bunlardan birincisi, geçen yüzyılda başlayıp yakın zamanlara kadar devam eden dönemde Avrupa bilim ve felsefe tarihçilerinin, Müslümanların Klâsik Yunan eserlerinin yorumlayıcısı olmanın ötesinde bilim ve felsefe alanında uygarlığa kayda değer bir katkıları olmadığı yönündeki yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımı Russell gibi önde gelen Batılı felsefecilerin eserlerinde bile görmekteyiz.

İkinci yaklaşım, Avrupalı bilim ve felsefe tarihçilerinin karşısında İslâm uygarlığını savunma ihtiyacında olan bazı Müslümanların geliştirdiği bir yaklaşımdır. Buna göre bilim ve felsefe zaten insan hayatı ve mutluluğu için gerekli olmayan, onu güçleştiren, hattâ ona zarar veren olgulardır. Bu yaklaşıma göre Müslümanların bilim ve teknoloji alanında geri kalmış olmaları üzüntü duyulacak bir durum da değildir.

Üçüncü yaklaşım, yine bazı Müslüman tarihçiler tarafından geliştirilen ve Müslümanların klâsik dönemde bilim alanında öncü sayılabilecek çalışmalar yaptıklarını, ancak daha sonraki yüzyıllarda Haçlı Seferleri ve Moğol İstilâları gibi yıkıcı dış etkenlerle bilim alanında geri kaldıklarını öne süren yaklaşımdır.

Dördüncü yaklaşım, 20’nci yüzyılda Sarton ve Huff gibi bazı Batılı bilim tarihçilerinin, Müslümanların Orta Çağ’da bilime önemli katkılar yaptığını kabul eden ve daha sonraki yüzyıllarda bu alandaki gerilemeleri sosyal, kültürel, iktisadî ve hukukî nedenlerle açıklamaya çalışan yaklaşımdır.

Beşinci yaklaşım, Müslümanların bilime katkılarının İslâm’la ilgisi olmadığını ve Müslüman bilim adamlarının 8 ilâ 15’inci yüzyıllarda yapmış oldukları başarılı çalışmaları İslâm dışı, lâik bir anlayış içinde gerçekleştirmiş olduklarını ve dolayısıyla gelecekte de bilim alanında ancak bu şekilde başarılı olabileceklerini öne süren yaklaşımdır. Bu yaklaşımı savunanlar ayrıca, Batı’da, özellikle Rönesans ve sonrasında ortaya çıkan din ve bilim ayırımını ve bu zorunlu ayrım ile birlikte ortaya çıkan tartışmaları gerçekliğin dini olan İslâm dini üzerine yansıtarak geçersiz bir İslâm ve bilim ayrımı yapmak eğilimindedirler.


Farâbî

Bizim yaklaşımımız ise bu beş sınıfta toplanan yaklaşımlardan bazılarıyla ortak noktalar taşımakla beraber, temelden farklı ve konuya yeni bir çözümleme getiren bir yaklaşım olacaktır. Bunu aşağıda ayrıntılı bir şekilde açıklamaya çalışacağız, fakat önce yukarıda özetle sıraladığımız yaklaşımları biraz daha yakından incelemekte fayda var diye düşünmekteyim…

Birinci yaklaşımdaki görüşler, bugün bilim tarihiyle biraz uğraşmış olan insanlar arasında geçerliliğini kaybetmiş görüşlerdir. Ancak hâlâ kesin taraflı ve gerçekleri görmek istemeyen kişilerce savunulmaktadır. İkinci yaklaşım ise, belki iyi niyetli fakat zararlı bir saflıkla, bazı Müslüman yazarlar tarafından hâlâ savunulmaktadır ki bunlar, savundukları şeyin İslâm’da bilgi kavramı ile çeliştiğinin farkında olmayan kişilerdir. Üçüncü yaklaşım, bilimsel motivasyonla sosyal, hukukî, siyâsî ve iktisadî şartlar arasındaki bağları yanlış değerlendirmekten kaynaklanan sistematik bir hatâyı içermektedir. Biz burada kısaca dördüncü yaklaşımın eksik bıraktığı noktadan hareketle meselenin temeline yani İslâm tarihinin klâsik dönemi sayılan 7 ilâ 15’inci yüzyıllarda öğrenme, araştırma ve sonunda bir bilimsel araştırma geleneği oluşturma döneminden sonra neler olduğuna eğilmeliyiz. Ama bundan önce beşinci yaklaşımın neden yanlış bir başlangıçtan kaynaklandığını da kısaca vurgulamakta fayda var.

Klâsik dönemde Müslümanların bilime katkısında İslâm’ın rolü olmadığı, bunun lâik bir anlayış içinde ortaya çıktığı iddiasının gerçekleri ne derece yansıttığını incelerken şu hususları göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Orta Çağ Avrupa’sının, Kilise’nin dünya ve gerçeklik hakkındaki görüşlerinden uzaklaştıkları oranda bilimsel araştırmaya yöneldikleri bilinmektedir. Hâlbuki İslâm’dan önce bilimle hemen hemen hiç alâkası olmayan Arap ve Türk topluluklarının bilim ve felsefe alanındaki çalışmalarının İslâm’ı kabul ettikten sonra ortaya çıktığını biliyoruz. O hâlde bu dönemde Müslümanların bilim ve felsefe alanında böyle bir atılımı İslâm’ın getirdiği bir düşünce yapısı içinde gerçekleştirmiş olabileceklerini düşünmemiz neden yerinde olmasın? Ve bu kimi, neden rahatsız etmektedir ki?

Bu dönemdeki Müslümanlara bilim ve felsefe konusunda, kendi çağlarındaki diğer toplumlarla karşılaştırdıklarında böyle güçlü bir motivasyon kazandıran şeyin İslâm olduğunu söyleyebilmemiz için, İslâm dininin onlarda ne gibi bir kavramsal değişiklik meydana getirmiş olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu insanların İslâm’dan önce tabiat ve gerçeklik hakkındaki kavramları nelerdi ve bu kavramlar nasıl bir dönüşüme uğradı?

Benzer bir soruyu, Orta Çağ’ın Hıristiyan Avrupa’sı için de sorabiliriz. Avrupa’da Orta Çağ sonunda, özellikle 12’nci yüzyıldan sonra nasıl bir kavramsal dönüşüm meydana gelmiştir? 16’ncı yüzyıldan itibaren Avrupa’da göze çarpan bilimsel gelişmenin temelinde nasıl bir kavramsal dönüşüm yatmaktadır? Ve bu dönüşüm nasıl oluşmuştur?

Bazı Avrupalı medeniyet tarihçileri bu sorulara cevap vermeden, Batı’nın bilimsel düşünceyi Eski Yunanlardan aldığını tekrarlamış ve böylece İslâm’ın Avrupa’da Rönesans ve Reform ile bunları izleyen bilimsel atılım üzerindeki etkilerini unutturmaya çalışmışlardır. Bu dönemde Batı’nın bilimsel düşünce ve felsefe geleneğini Eski Yunanlardan aldığı iddiası karşısında şu sorunun sorulması gerekirdi: Eğer bu iddia doğru ise, Avrupalılar Eski Yunanların eserlerini bin yıldan fazla bir süre ellerinde tuttukları hâlde Rönesans’ı neden çok daha önce başlatamadılar? Neden Batı uygarlığı bilimsel gelişme için bin 200 yıl daha beklemek zorunda kaldı?

Bu soruların cevabı şu olabilir: Batılılar bu süre içinde ya Eski Yunan düşünürlerin eserlerini anlayamadılar ve bunları İbni Rüşd gibi Müslüman düşünürlerin eserlerini okuduktan sonra anlamaya başladılar veya bu eserler böyle bir bilimsel gelişmeyi başlatabilecek kavramsal yapıya sahip değillerdi!

Bu iki ihtimâlin de iyice araştırılmaya değer hususlar olduğunu söyleyebiliriz…

İslâm düşünce tarihi incelendiğinde, bilim ve felsefe alanında 14’üncü yüzyıla kadar Müslümanların, klâsik bilimlerin her alanında (matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve tıp) ve felsefede geniş çapta ve çok yönlü bir araştırma çabası içinde olduklarını görüyoruz. Müslümanlar bu süre içinde bir yandan Eski Yunan ve Hint düşünürlerin eserlerini dikkatle incelerken, diğer yandan da bunlardan tamamen farklı yaklaşım ve metotlar geliştirmişlerdir. Bu hususu aşağıda örneklerle açıklayacağız.

Bu farklı yaklaşım ve metotların geliştirilmesi belli bir zihinsel yaratıcılık yeteneğini gerektirmektedir. Bilimsel yaratıcılığın motivasyonla ve bunun da kavramsal yapı ile ilgisi, son yıllarda üzerinde çalıştığımız bir konudur. İslâm dininin klâsik devirde Müslümanlar üzerinde ne gibi bir kavramsal dönüşüm meydana getirmiş olabileceğini araştırmak üzere İslâm’da ve özellikle Kur’ân’daki bazı temel kavramlar ve bunların oluşturduğu kavramsal yapı, artık herkes tarafında iyi bilinmektedir.

Klâsik dönem İslâm uygarlığında “ilim” kavramının önemi konusunda meşhur Şarkiyatçı Franz Rosenthal, şunları söylemektedir: “Bilgi kavramının insan ve toplum hayatında klâsik devir İslâm uygarlığındaki kadar merkezî bir önem taşıdığı -şimdiki Batı uygarlığı da dâhil- başka bir uygarlık olmamıştır.”

İslâm Medeniyeti’nde ortaya konulan yaklaşımlarla yöntem, konu ve yorum bakımından yönetim bilimlerine de çok önemli katkılarda bulunulmuştur. Ayrıca İslâm ilmi, iktisadî konu ve olgulara yaklaşımıyla, örneğin para, mal ve vergi hakkındaki görüşleriyle ekonomi bilimine önemli açılımlar kazandırmıştır.

Denilebilir ki, doğru düşünme; doğru bilgiler, doğru bir kavram sistemi ve doğru gözlem ve çıkarım metotları üzerine gelişir. Doğru düşünme, buluşlara, yeni ve güvenilir bilgilere ulaşmayı sağladığı için araştırmada motivasyonu olumlu yönde etkiler. Doğru bilgiler ise doğru bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bu nedenle bilginin gelişmesinde, bu sistemin üzerine kurulduğu kavramsal yapının etkisi büyüktür.

İslâm’ın doğuşu ile öğrenmeye yönelik davranışların gelişmesi, hattâ bunun bir araştırma ve öğrenme kampanyası hâline dönüşmesi, tarihte çok kısa sayılacak bir süre içinde bilim faaliyetlerinin gelişmesine yol açmıştır. Öğrenme kampanyası, daha Medîne döneminde bile, Müslümanların ele geçirdikleri savaş esirlerini kendi çocuklarına okuma yazma öğretmelerine karşılık serbest bırakma gibi, daha önceleri hayâl bile edilemeyecek boyutlara ulaşmıştı. Bu dönemde Müslümanlar öğrenmeyi, “ilm” sahibi olmayı başlıca insanlık görevi (yani “ibâdet”) olarak algılamaktaydılar.

Karşılaştırmalı bilim tarihinin önde gelen isimlerinden Huff, Müslümanların, Orta Çağ’da bilim alanında parlak bir başlangıç yaptıktan ve kısa zamanda bu alanda dünyada Çin, Hindistan ve Batı ile karşılaştırıldığında tartışmasız üstünlüğe ulaştıktan sonra 13’üncü yüzyıldan itibaren bilimde gerilemelerinin sebeplerini, birbirine bağlı birkaç açıdan incelemektedir. Bunlardan biri, bilim adamının toplumdaki rolü; ikincisi, bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları; üçüncüsü ise, bilimin gelişmesini sağlayacak sosyal ve hukukî kurumlaşmalardır.

Bilim adamının toplumdaki rolünü incelerken, Huff, Orta Çağ İslâm toplumunda etki sırasına göre aydınları üç grupta toplamaktadır: “Fukahâ, kelâmcılar ve felsefeciler”…

Huff, modern bilimin gelişmesine öncülük eden felsefecilere örnek olarak Kindî, Farâbî, Râzî, İbni Sinâ, Beyrunî (Birunî) ve İbni Rüşd’ü saymaktadır. Bunlar arasında kelâmcıların hedefi hâline gelen felsefecilerin, toplum içindeki etkilerini tamamen kaybettiklerini belirtmektedir. Bu dönemde kelâmcılar felsefecileri toplumdan tecrit etmede, Gazâlî ve İbni Teymiyye’nin felsefeciler hakkındaki görüşlerini kullanmışlardır. Huff, fukahânın da kelâmcıları zaman zaman çok sert eleştirilere tâbi tuttuklarını ifade etmektedir. Huff’a göre Orta Çağ İslâm toplumunda bilim faaliyetlerini sürdüren kişilerin bu çalışmalarını toplum içinde geçerli kılacak tanımlanmış, belli bir sosyal rolleri yoktu. Bilim ve felsefeyle uğraşan kişiler, çoğu zaman toplumda kabul edilmiş ek bir göreve sahiptiler. Meselâ İbni Rüşd bir hukukçu veya İbni Şatır bir muvakkit olarak görev yapmaktaydılar.

Yine Huff’a göre, Orta Çağ İslâm dünyasında bilim adamlarının faaliyetlerini destekleyecek sosyal ve hukukî kurumlar gelişmedi. Medreseler başlangıçta bazı bilim alanlarında (meselâ tıpta) faaliyet gösteriyorlardı, ancak daha sonra bunlarda fıkıh, tefsir, mantık ve kelâm gibi biçimsel bilimler dışında eğitim yapılamaz hâle geldi. Medreselerin eğitim sistemi de fakülte organizasyonundan çok, ferdî sisteme dayanıyordu. Avrupa’da 12’nci yüzyıldan sonra üniversitelerin kendi hukukunu yapıp kendi eğitim programlarını belirleme ve uygulayabilme özerkliğine karşılık, medreselerin eğitim programları genel olarak bunların bağlı olduğu vakıf tarafından belirleniyordu. Vakıflar da “İslâm dışı” sayılan bilimlere itibar etmediği için, bir müddet sonra bilim çalışmaları sosyal ve hukukî destekten mahrum, ferdî çalışmalara kaldı.

Görüldüğü gibi Huff, Müslümanların parlak bir başlangıçtan sonra bilimsel çalışmalarını devam ettirmemelerini, ağırlıklı olarak onların sosyal kurumlaşma ve hukukî özerklik alanındaki başarısızlıklarına dayandırmaktadır. Biz ise sosyal ve hukukî sebeplerin de gerisinde, 13’üncü yüzyılda Müslümanların temel kavram sisteminde meydana gelen bozulmaların bu gelişmeye engel olduğunu söylüyoruz. Biz, Müslümanların bilim konusundaki etkinliklerinin geleceğini ne Pervez Hoodbhoy’un, ne de onun eleştirdiği Müslüman yazarların önerdiği çözümlerde görüyoruz. Çünkü bunların hiçbiri problemin temelindeki kavramsal bozulmayı ve onun motivasyonu nasıl engellediğini görememişler ve çözümü ya yüzeysel etkenlerin değiştirilmesinde veya bozuk kavramsal yapıya yeni eklemelerin yapılmasında görmektedirler.

İnsanı öğrenmeye ve araştırmaya sevk eden şey, motivasyondur. Motivasyon ise ancak onu besleyen bir kavramsal yapı içinde artarak gelişir. Doğru bir kavramsal yapının beslediği motivasyonu, o kavram sistemini bozmak sûretiyle engellemek ve söndürmek mümkündür. Peki, bozulmuş bir kavram sistemini nasıl düzeltebiliriz? Bu işin kolay bir yolu var mıdır?

Ne yazık ki, bozuk bir kavram sistemini yenilemek kolay bir iş değildir; çünkü insanların kullandığı dil, onların gerçeklik anlayışı ve hayat tarzları tarafından şekillenmektedir.

Müslümanların böyle bir kavramsal yenilenmeyi gerçekleştirmeden İslâm uygarlığının geleceği konusunda ümit verici sürekli hiçbir gelişmeyi sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Ancak Müslümanlar, 13’üncü yüzyıldan itibaren terk etmeye başladıkları zengin kavram sistemine yeniden sahip çıkmadıkları ve onu geliştiremedikleri sürece bilim ve dolayısıyla uygarlığın herhangi bir alanında varlık gösteremeyeceklerdir. Buna bağlı olarak şunu da söyleyebiliriz: Eğer biz Müslümanlar, 13’üncü yüzyıldan itibaren terk etmiş olduğumuz kavram sistemlerine yeniden dönüşü yani “geleceğe dönüşü” gerçekleştirebilirsek, o zaman insanlık tarihi yeniden ve içinde bulunduğumuz bilim ve teknolojik gelişme şartları içinde bizim tarafımızdan gerçekleştirilecek şaşırtıcı bir bilimsel ve teknolojik gelişmeye sahne olacaktır.

Ve gelinen nokta

Sonuç olarak, Batı medeniyeti ve bugünkü modern bilim ve teknoloji, temellerinin gelişimini, İslâm bilim ve medeniyetine borçludur. Batı’nın bunu örtme ve bilimini Eski Yunan’a indirgeme çabaları, İslâm’a karşı Batı’nın tarihsel bilinçaltı düşmanlığının bir yansımasıdır. Bugün bu örtme ve saptırma çabaları ortaya çıkmış ve de güneş balçıkla sıvanamaz olmuştur. Bunda, bir yıl önce kaybettiğimiz merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin’in olağanüstü gayretlerinin yanında, Batılı birçok kadirşinas bilim adamının çabaları da önemli rol oynamıştır. Ancak kendi tarihinden, dininden ve milliyetinden habersiz bazı gençlerimiz, maalesef içeriden ve dışarıdan yapılan yanıltıcı ve yönlendirici propagandalarla boşluğa yuvarlanmakta, erdemlilik dışı cazibelere kapılarak âdeta kaybolmaktalar.

Kendi mîrasına sahip çıkarak geliştiremeyen, onu yeni nesillere aktaramayan İslâm referanslı topluluklar, bu hatalârının bedellerini ağır bir şekilde ödemişlerdir, ödemeye devam edeceklerdir!

Gerçekten de Müslümanlar, bilim ve teknoloji alanında çok hizmet, buluş, keşif ve yenilikler yapmışlardır. Bu mânâda tarihte, İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren insanlığa çeşitli bilgiler, fikirler, bilim dalları, eğitim kurumları, medrese veya üniversiteler, hastaneler, sağlık üniversiteleri, kütüphaneler, bilim merkezleri, rasathaneler ve nice kurum kazandırmışlardır.

Müslümanlar, metodolojiden bilim kurmaya kadar çeşitli düzeylerde bilime hizmet ve katkılarda bulunan aydın ve düşünürler, bilime hizmet ve katkılarını pedagojik, bilgi üretme, bilim kurma, bilgi ve bilimi aktarma, bilgi ve bilimin gereğini yerine getirme, bilimi insanî ve toplumsal faydaya dönüştürme çapında birden fazla boyutta yapmışlardır.

Müslüman bilim insanlarının sosyal bilimlerde de çok büyük katkıları vardır. Örneğin İbni Haldûn, bu bilim insanlarından sadece biridir. İslâm toplum bilimcileri, tarihte, felsefede, tasavvufta, kelâmda, siyâsette, ekonomide, eğitimde önemli görüşler ortaya koymanın yanında, özellikle tarihe yeni bir bakış açısı ve yöntem getirmişlerdir. İslâm Medeniyeti’nde ortaya konulan yaklaşımlarla yöntem, konu ve yorum bakımından yönetim bilimlerine de çok önemli katkılarda bulunulmuştur. Ayrıca İslâm ilmi, iktisadî konu ve olgulara yaklaşımıyla, örneğin para, mal ve vergi hakkındaki görüşleriyle ekonomi bilimine önemli açılımlar kazandırmıştır. İnsanın yapısı ve kültür hakkındaki yaklaşımlarla antropoloji ve kültür felsefesine önemli katkılar getirilmiştir.

İslâm bilim insanları, bilgi hakkındaki görüşler ve tartışmalarla epistemoloji alanına da katkılarda bulunmuşlardır. Bireyin tutum ve davranışları hakkındaki görüşler psikoloji alanına çok önemli katkı sağlamış, o çağlardaki eğitim hakkında sunulan yaklaşımlar eğitim bilimine tartışılmaz olumlu kazanımlara neden olmuştur. Müslüman hayatın her kademesindeki ahenk ise, adâlet ve hukuka dair yaklaşımlar ve hukuk ilmine verilen özel önemle sağlanmıştır.

Ahlâkın toplumsal boyutları, ekonomik düzey ve ahlâk ilişkisi, ayrıca örfün ahlâk üzerindeki etkileri hakkındaki görüşlerle ahlâk ilmine önemli katkılar da getirilmiştir. İslâm ilmi kapsamında ele alınan konularla köy, kent, şehir, kültür ve medeniyet konusunda günümüze ışık tutacak bilgi ve yaklaşımlar ortaya konulmuştur.

Her şekilde olumlu katkısı olanları rahmet ve şükranla anıyoruz. Gelecekteki gücümüz, geçmişimizin izindeki ilhamlardan ışıyacaktır. Çünkü onlarda deney ve gözlem, akıl yürütme ve yönlendirme, rasyonel sezgi ve inanç çok güçlüydü. Bu ilkelerin ışığında nice bilimsel ve toplumsal başarılara…