Gece yürüyüşü

Gece yürüyüşlerimin hediyesiydi hissettiklerim. Bir Miraç arzusuydu tespih edişim. Her nefesimde teslimiyeti ve her şeye rıza çerçevesinde bakabilmeyi diledim…

GECE karanlığını bozan tek şey sokak lâmbaları. Yine de başımı kaldırıp yıldızlara bakmak geçiyor içimden. Semaya yaklaşmak için yürüdükçe yürümek istiyorum. Caddeler boş, arabalar yolların kenarlarına park edilmiş... Sanki onlar da birbirlerine yaslanmışlar, kendi aralarında öbek öbek kümelenmişler. Bazı binaların dış kapıları açık kalmasına rağmen tek tük pencerelerde ışık var. Yanan ışıklarsa loş ve karartılmış.

Gece yürüyüşüm gayr-i ihtiyarî bir tempoyla akıp gidiyordu. Adım attıkça kalbim küt küt çarpıyor, yol beni ileriye doğru çekiyordu sanki. Bildiğim caddeler bitmişti. Bir evin bahçe duvarına yaklaşmıştım. Kapısının açık olduğunu gördüm ve durdum.

Gecenin alacakaranlığı gün doğumunun habercisiydi. Ruhumdaki filizlenme, güneşi arayan gece kelebeği gibiydi. Renkli kanatları olan kelebeğin gündüz vakti de uçtuğunu, çiçeklere konduğunu gördüm ama geceleyin bir başka dönüyordu bu pervane. Bahçede boyunlarını hafifçe büken güllerin arasından süzülüverdi, etrafı bir rayiha sardı.

Epey yorulmuştum. Misk-i amber kokularına gark olmuştum. Sırtımı dayadım ve Yunus’un söylediği “Bir ben vardır bende benden içeri” sözleriyle bir bedenim, bir de ruhum aynı yerde buluşmuş gibi duvar dibinde huzuru, sessizliği dinliyordum.

“Hû” diye mırıldanırken ben, bir bülbül ötmeye başladı. Bu nasıl sesti böyle, aman Ya Rabbi! Bu nasıl bir nağmeydi? Pervanenin sessizliği bülbüle dokunmuş olmalıydı. Bu ötme şekli sanki akan şelâlelerin ferahlığı gibi gönlümü serinletmişti. Bülbülün sesi giderek yükseliyor, aynı şelâlenin yanına adım adım yaklaşırkenki gibi beni kuşatıyordu.

Şelâlelerin uğultusu derindendir, bülbülün sesi de inceden niyazlı ve derindi. Ağaran gökyüzünü ve uyanacak olan börtü böceği ılık esen rüzgâr uyandırıyordu. Bu nağmeler sanki büyülü bir ahengin yavaş yavaş yayılması gibiydi. Uyandım uzun süren uykumdan. İniltim kapanmayan göz kapaklarımdan değil, dirilişin sancısıydı. Hayy’dan Hû’ya uyanış her yeri kaplamış hâlde yayılıyordu.

Gönlüm aradığı bülbülünü bulmuş, saadet ve feyze doyamamıştım. Bülbül öttükçe gözlerim sabit bir güle takılmış hâlde sessizce bakıyordum. Gönül kapımı aralayan sesiyle bülbül, gözlerimin önündeyken birden kayboldu. Nereye uçtu gitti, göremedim. Bende kalan gönül saadetinden başka neydi? Feyzin beni daha önce bu denli sardığını hiç hissetmemiştim. “Huzur” dedim kendi kendime, güvendi hissettiğim ve o his, tutunulacak bir dalın bulunduğu her yerdeydi…

Yüksek bir tepenin yamacından şöyle bir seyr-i sefaya daldığımızda, her şey yerli yerindedir. İlâhî düzenin kaideleri konuşur sanki. Aradığımız huzuru bazen bir köy evinde, bazen de ninelerimizin dizlerinin dibinde bulmaz mıyız? Büyüklerin yumuşak ve tatlı sesleri, dua eden dilleri yüreğimize dokunmaz mı? Bugün bahçedeki bülbülün seher vakti dile gelmesi de böyleydi. Bazen de teslim olduğumuz en kaotik ortamın tam da zemininde ayaklarımızın yere bir başka sağlam bastığını hissederiz. Bu aslında bir lütfa mazhar olma hâlidir. Dayandığımız güven, Külli İradeye teslimiyetin bir hâlidir. İlâhî düzenin elbet tecelli edeceğine inanmamızdandır. Bizi diri tutan zaman dilimlerindeki farkındalığımız kadardır güven hissimizin kuvveti.  

Öte yandan pişmanlıklarımız, hakkını veremediğimiz vakitlerin kaybıdır. Serzenişlerimiz ise beklediğimiz etkiyi göremeyişimizdendir. Böyle bir ruh hâli ile kendimi kaybede bula evime varmak için geldiğim yolu yeniden yürümeye koyuldum. Hissetmenin hazzını şimdi tek tek duyumsayarak adımlıyordum geçtiğim sokakları. Bu hissiyatın yoğunluğu, ahengi ve tadı her zaman böyle olmazdı. Hayâlî’nin mısraları tam da kör hissedişlere bir cevaptır: “Cihân ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler/ Mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler/ Harâbât ehline dûzah azâbın sorma ey zâhid/ Ki bunlar ibn-i vakt oldu, gam-ı ferdâyı bilmezler/ Şafak gûn kan içinde dâğını seyreyler âşıklar/ Güneşte zerre görmezler, felekte ayı bilmezler/ Hamide kadlerine rişte-i eşki takup bunlar/ Atarlar tir-i maksudu, nedendir yayı bilmezler/ Hayâlî fâkr şalına çekenler cism-i uryânı/ Anınla fahrederler, atlas ü dîbâyı bilmezler.”

Evime vardım. “Böylesi bir güzelliği ancak kelâmın en güzeli olan Kur’ân-ı Kerim’de bulurum” niyetiyle yüce ve mübârek kitabımızı açtım. Yüzümü sürdüm. Sayfalarını kokladım. Öpüp alnıma koydum. Semaya açarak ellerimi, “Ya Rabbi, aklımı ve davranışlarımı iman ettiğim kitap üzerine daimî eyle!” diye niyazda bulundum.

Mübârek ezan ne de güzel okunuyordu. Bu ses, aşkın kanatları gibi gönül kapısını aralayan her eve girip gönül tahtını bezemekteydi. Bugünün nuru gece ile başlayıp sabah namazının kameti ile devam etti. Bir sağıma ve sağımda saf tutanlara, bir soluma ve solumda saf tutanlara zahiren selâm verdim. Tevekkül ve teslimiyetin kapısını aralayan avuçlarımı yüzüme sürdüm…

Gece yürüyüşlerimin hediyesiydi hissettiklerim. Bir Miraç arzusuydu tespih edişim. Her nefesimde teslimiyeti ve her şeye rıza çerçevesinde bakabilmeyi diledim…