Geç gelen bahar

“Donacak hayvan!” diye telaşla çekti sürgüyü, araladı kardan tıkanan kapıyı hafifçe. Eşikte bir karaltı duruyordu, korktu. Kedi değildi besbelli. Ayağının ucu ile iteledi. Bir “viyaklama” cevap verdi.

BABASIZ kaldığında, Sabriye, daha adı konulmamış bir sabiymiş. Öyle anlatırdı anam tülbendinin kenarlarını göz pınarlarına bastırarak: “Sen daha üç günlüktün. Ağabeyin Yaşar beş, ablan Raziye üç yaşında idi…”

Korucu imiş benim babam. “Bir babayiğit, çevreye nam salmış bir civan” derdi annem. Belki öyle olduğundan, kim bilir, belki de erkenden öldüğünden gözünde büyütürdü.

Ağabeyim Yaşar eli silah tutacak yaşa geldiğinde anamın içine kor ateşler düştü. “Oğlan yetişti. Ya babasının intikamı için kendini dağlara, o kör olası, kahrolası kanlı dağlara vurursa?” diye diye evham yapardı. Dağlara çıkmamıştı biricik oğlu ama askerlik celbi geliverince Peygamber ocağına gönderirken yiğidini, ellerini ve kara saçlarının bir perçemini kınalamıştı. Düğün kurar gibi tavuk kesmişti, suyuna bulgur aşı salmıştı. Birkaç hatırlı komşuyu davet edip helâlliklerini almış ve anacağımın kahırlı ömrünün ilk göz aydınlığı yaşanmıştı. Annemin aslan parçası, civanı dualarla uğurlanmıştı evden.

O gidince eve çöken sadece sessizlik değildi. Yoksulluk girdi onun çıktığı kapıdan sinsice. Evin eliydi, tek ekmek tutanıydı o. İlk zamanlar biz hissetmedik. Anacığımın kötü günler için sakladığı erzaklar tükeninceye kadar… Çileli ömrüne ve gece boyu akan gözyaşına inat, tüm gün ağzından şükür, yüzünden tebessüm eksik olmayan anacığımın önce yüzünün rengi soldu, sonra tebessümü söndü. Ocağımızda aş kaynamıyor, daha doğrusu ocağımız yanmıyordu. Biz üç can, evde birbirimize sığırcık kuşları gibi sokulup yün yorganın altına girerek ısınırken, anacağım bize, içimizi ısıtan masallar ve eski günlere ait anılar anlatırdı.

Ben on beşinde, Raziye on sekizinde, kanı deli akan gençlerdik. Soğuk, anam kadar dokunmazdı bize. Bazen ikimiz aramıza alır, genç kanımızın deli coşkusu ile ısıtırdık onun yorgun bedenini hissettirmeden. Geceleri yün yatağımıza girince biterdi o günün tüm zorluğu. Anam yün döşeği yere sererken her gece babamı, kaynatasını rahmetle anar, dualı ağzıyla Fatihalar okurdu kışın ortasında sahip olduğu bu nimet için. Sonra, şimdilerde boş, evin sol yamacındaki damda bir zamanlar bizim olan beş koyuna methiyeler düzer, teşekkürler ederdi. Onları otlatmaya götüren kaynanası akşamları süt biriktirmiş olarak getirirdi koyunları meradan. Bir elinde onları güttüğü sopa, diğer elinde hiç düşürmediği tespihi ile zikirler eşliğinde sokardı yaşlı kadın koyunları dama. Vakit ezana varmadan gelir, yeldirmesini çıkarıp gelininden iki kova getirmesini ister gelinden. Kaynanası, ayağına tez, iyi huylu gelininden razıydı. Önce içi süt dolu her biri tahannebi üzümü gibi dolgunlaşmış memelerini yıkardı koyunların. Her birinin adı vardı. Onlarla konuşur, onlardan helâllik alır, besmele ile kalaylı bakır helkeye sağardı sütleri. Anam o günleri anlatırken solgun yüzü güler, gözleri ışıl ışıl yanardı. Ve biz her gün bu hikâyeleri dinlemekten bıkmazdık. İçimiz ısınırdı. O mübâreklerin yazın kırkılan yününden yapılmıştı uyuduğumuz yataklar.

Zaman geçip devran dönmüş, eri dağlarda kalmış, kaynatası ve kaynanası oğullarının ardından çok yaşamadan peş peşe gidivermişlerdi asıl yurtlarına. “Bakın ki güzel Allah’ın hikmetli işlerine, onlar öldü, evin bereketi gitti” derdi anacağım. Erine ayrı, onlara ayrı yanardı. Eri gözünün, gönlünün ışığıydı ama her gece yatmadan ruhlarına Fatiha okuduktan sonra “Onlar da bu evin bereketiydi” derdi.

Görücüsü vardı ablamın. Ağabeyim, evimizin erkeği başımızda yokken veremezdi onu anam. Ama gel gör ki, açlık ve soğuk bozuyordu nizamı. Hâlimizi bilen köyümüzün Rıza Babası, her sıkıntımız gibi bunda da imdadına yetişti küçük hanemizin. Aracı oldu, ahlâkına temiz, imanına kavi bir delikanlı ile nikâhladılar tek yoldaşım Raziye’yi.

Eniştem kimsesiz bir gençti. Ana baba olmayınca gurbetin yolunu tutmuş, yemeyip, içmeyip, çalışıp biriktirmiş, helâlinden bir yuva kurmak için bildiği yere, köyüne dönmüştü. Biraz parası da vardı. Anam, “Oğlum asker, düğün kurmak bana yakışmaz” dedi. Kasabanın belediyesinde nikâhları kıyıldı. Ardından evimizde bir tavuk daha kesildi. Kardaş kadar yakın birkaç komşu ile düğün aşı yapıldı.

İmamın duaları ile dünya evine girdi ablam. Önce anamın o anlattığı mübârek koyunlara dam olan oda bu sıra boyandı; bir demir karyola, bir iki kilim ve halı, anamdan ablama kalan çeyiz sandığı ve bir komşunun dantel gelinliğinden bozma perdeler takıldı küçük camına.

Askerliğini yeni bitirmiş eniştem, eli iş tutan, çalışkan, iyi birisiydi. Anama hürmette hiç kusur etmedi. Biz de ona yaban gözüyle bakmadık. Evimizin ikinci eri oldu. “Ağabeyin gelene kadar” diyordu anam. “Yaşar’ım gelince ister burada otururlar, ister kendilerine, avlunun diğer ucunda kuytuda bir tandırlık var, oraya, iki erkek bir olur, bir dam yaparlar tek göz… Kim bilir, belki Yaşar’ımı everirim de gelinim dolanır önümde, ben de kıvanırım” derdi.

O gün hiç gelmedi. Bir gün kapımızı jandarma çalıncaya kadar, azıcık aşımızla yetiniyor, ağabeyimizden başka hiçbir şeyin yoksunluğunu çekmiyorduk. Ah! O zamanlar meğer ömrümüzün çiçek açan son ilk baharıymış. Jandarmanın gelişiyle bir devir daha kapandı hayatımızda. O açılan kapıdan elimize verilen kâğıt, anamın sonu oldu. İman ve sevgi ile ayakta duran o beden, boş bir çuval gibi yığıldı yere ve bir daha kalkmadı. Anam felç geçirmişti. Ağır bir felç… Bir daha ne konuştu, ne yürüdü. Ben onun eli ayağı, dili dişi oldum on bir yıl. Dönmeyen dilinde hep oğluna kavuşma duası vardı, biliyorum.

Ağabeyimin ölümü ile eniştem, ablamı alıp yaban ellere, önceden çalıştığı, elinin iş tuttuğu yerlere götürdü. Üç çocukları oldu. Anam için senede bir iki yahut bayram ziyaretine gelirlerdi aksatmadan. Anama benzeyen ablamın da gül yüzü günden güne soluyordu. Onun da tıpkı anam gibi hasret ateşi içini yakarken, “Oraların havası yaramadı bir türlü” diyordu. Ve her gelişinde bizim geçimimizi usulca anamın yastığının altına koyuyordu.

Anamın ölümü, benim de ölümümdü. Bunu kimse bilmiyordu. Onu yıkarken, sanki birlikte çıkacağımız bir yolculuk hazırlığıydı bizimkisi. Ufacık kalmış bedenini kefenlerken teslim edeceğimiz toprağın emaneti olduğunun farkındaydı aklım. Ama son ana kadar direndi yüreğim inandığı yalana. Bedenimi değil ama yüreğimi toprağa verdim ben de anamla. Ondan sonra kaç yaz, kaç kış, kaç mevsim geçti, bilmiyorum. Gecenin gündüzden, kışın yazdan farkı yoktu nasılsa. Bedenim, yaşamak için yaptıklarının dışında her şeye kilitlemişti kendini.

***

Bir soğuk kış gecesi, boranın deli estiği, karları yerden yere vurduğu, kurdun kuşun ürküp kuytulara sığındığı bir sabah namazı vakti, yeni bir kader yazıldı benim haneme. Ben; gün görmemiş, baba bilmemiş, yoksul hanesinde kendi hâlinde yaşayan, yaşı otuza yakın, yüreği anasının acısına mezar bu dağ başında bir başına, Sabriye… Rabbi, kulunu unutmamıştı.

İşte o Sabriye, bir tıkırtı duydu damın tahta kapısında. Avluya çıktı, donayazdı soğuktan. Döndü, omuzlarına aldığı yün yorgana sarıldı iyice. Kar dizini geçmişti. Yağıyordu üç gündür mübârek ığıl ığıl, ince ince. Her yer bembeyazdı. Ne güzeldi kar kokusu. İçine çekti, yüreği kabardı birden. Elinde gaz lâmbasıyla hızla vardı avlunun dış kapısına. Seslendi, kimse ses vermedi. Bir daha seslendi…

Kapının arkasındaki kalın sopayı kavradı boşta kalan eliyle, tek silahı buydu. Buralarda güven olmazdı geceye. İnce bir sızlanma duydu. Sanki kedi “miyavlıyor” gibi… “Donacak hayvan!” diye telaşla çekti sürgüyü, araladı kardan tıkanan kapıyı hafifçe. Eşikte bir karaltı duruyordu, korktu. Kedi değildi besbelli. Ayağının ucu ile iteledi. Bir “viyaklama” cevap verdi.

Gerisini hatırlamıyordu aklı. Yüreği kucaklamıştı yeni gelen canı can-ı yürekten. Kışa inat evine giren bahar, gönlünde filiz verecekti besbelli. Kanı bir ılık aktı içinden, “Bahar’ım!” dedi…