GDO’lu dünya

Yiyeceklerin kontrolü topraktan başlıyordu. Toprağa ekilen tohum tek elde tutulursa kontrol daha kolay sağlanacaktı. Bunun için “küresel firavunlar” Norveç Svalbard takımadaları içinde bulunan Spitsbergen adasına, kaya içerisine 2008 yılında bir “tohum ambarı” inşâ ederek 775 bin çeşit tohumu yerleştirdiler. Amaç elbette bu organik tohumları muhafaza etmekti ama kimler için ve ne için?

10 ARALIK 1974… ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger başkanlığında toplanan ABD Ulusal Güvenlik Kurulu, “Dünya Nüfus Artışının ABD’nin Güvenliği ve Denizaşırı Çıkarlarına Etkisi” başlıklı sonuç raporunu hazırladı. Kissinger, 123 sayfalık raporu Başkan G. Ford’a sundu ve yılların getirdiği tecrübesi ile şu sihirli sözü söyledi: “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.”[i]

Kissinger de diğer muadilleri gibi ABD diplomasinin ölünce emekli olacak olan siyasetçilerinden olarak, yaşadığı zaman diliminde ve bugün, ABD dışişlerinin belirleyicilerinden biri olmuştu. Aslında Kissinger’in Başkan’a bu tavsiyesi, yüzyıllar önce dünyayı dizayn etmek için hayata geçirilmiş bir plânın devamı niteliğini taşımaktaydı.

Demokratik seçimler sonucu iktidara 4 yıllığına gelen bir başkan, uzun vadeli plânlamalar yapamazdı. Ancak bu plânlamanın kendi döneminde uygulayıcısı olmak zorundaydı. Büyük devlet olmanın gereği de buydu. Dünya hegemonyası ABD başkanlarının inisiyatifine bırakılacak kadar basit ve kısa vadeli bir iş değildi.

Yerel firavunluktan küreselliğe

Endülüs’ün yıkılışı ve Amerika kıtasının keşfi (1492) milât olmuş, coğrafî keşiflerden sonra Batılıların karşılaştıkları kıtalar ve ülkelerin doğal kaynakları, bölgesel firavunların iştahını kabartmıştı. Keşfedilen coğrafyalardaki halkların teknik açıdan Batı’dan daha geri olmaları, onların sömürülerini daha da kolaylaştırıyordu. Bunun için 200 milyon Afrikalı Siyahî, köleleştirilmek için çıkartıldıkları yollarda ölecek, 140 milyon Kızılderili katledilecek, Avustralya kıtası, Hindistan ve dahi Çin’in doğal kaynakları hesapsızca sömürülecekti. Tarih boyunca savaş, yıkım, katliam, sömürü yaşanmıştı bu dünyada, ancak bunlar o kadar küresel ölçekte ve sistematik değildi.

Dini Vatikan’a hapsederek Hıristiyanlığın tanrısını öldürenler, sanki köklerine geri dönmüştü. İnsanlığa ateş vermeyen Tanrı Zeus ve ona kızan oğlu Prometeus gibi Olimpos dağından ateş çalarak akılları sıra insanlığı ısıtacaklardı. Nietzche tanrıyı öldürmüş, Darwin türlerin kökenine ulaşmış, Marx sosyal adaletin nasıl sağlanacağını izah etmiş, Adam Smith, Weber, Spencer, Malthus ve Keynes gibiler iktisadî sorunları çözmüş, Freud insan psikolojisine vâkıf olmuştu. Aslında bütün materyalist idolojiler, “cahiliye aklı”nın küresel versiyonunu oluşturmak için sistematize edilecek yapıya sahipti. Bu şekilde tanrının işlerine “karışmadığı” bir dünya oluşturabilir ya da kendi tanrılarını yaratabilirlerdi.


David Rockefeller

Artık tanrının gömüldüğü dünyada üstün ırklar, aşağı ırkları yok etmeliydi. Çünkü Darwin’e göre güçlü olan kazanırdı, Hobbes’e göre insan insanın kurduydu. Yeni ideolojilerin kurucuları, Helenistik döneme ait mitolojilerindeki nesnel putları kaldırmış, sistematize ettikleri yeni putları zihinlere inşâ etmişlerdi. Yeni bir dünya düzeni kurulmalıydı. Bunu da dünyanın sınırlı kaynaklarını sınırsızca tüketme arzusunda olan “küresel firavunlar” yapacaktı.

Firavunluğun tarihi Mısır firavunlarından binlerce yıl öncesine dayanmaktadır. Bu uzun soluklu süreci anlatmayacağız elbette, ancak firavun zihnini anlayabilmek için zaman zaman tarihsel örneklere atıflarda bulunacağımız da olacak. Firavun zihninin en belirgin tarafı, toplumlara yön verebilmek için Tanrı’dan rol çalmaya çalışmasıdır. Elbette akıllı insanları yönetmesi mümkün olmadığı için önce onları/kitleleri nesneleştirmek, tek tipleştirmek gerekmektedir. Çünkü her ne kadar tanrılığa soyunsalar da onlar da eksikliklerinin farkındadırlar.

Dünyanın büyük çoğunluğunun ulaşılabilir olması, sanayi üretimi için de sömürülebilir olmasını kaçınılmaz kılıyordu. Avın avcıya karşı kendisini savunacak gücü kalmamış, avcıların paylaşım mücadelesine tanık olduğumuz bir zaman dilimine gelinmişti. Üzerinde güneş batmayan imparatorluk Büyük Britanya, 19’uncu yüzyılın en çok toprağa sahip hanedanlığınındı. Bu toprakları elde etmek için diğer rakipleri ile uzun mücadeleler yaşamıştı. Bu mücadeleyi yaptığı topraklardan biri de farklı renkler ülkesi Hindistan’dı.

İngilizler önce 17’nci yüzyıl başlarında Portekizlilerin ticarî etkinliğini yavaş yavaş azaltmış, ardından Fransız sömürgenleri ile mücadele etmişlerdi. 17’nci yüzyıl sonlarında onları da çıkarmış, zaten zayıf düşen Babürlülerle hemen hemen hiç uğraşmamışlardı. 18’inci yüzyılda ise Hindistan’ın en büyük gücü olmuş ve küresel emelleri için halkı kullanmanın önünde hiçbir engel kalmamıştı. 

Dünyanın her yerinde üretim ve pazar sahibi olan, ekonomi politikalarını plânlarken diğer sömürgeleri ve pazarları da hesaba katmak zorunda olan İngilizler, Hindistanlı köylülerin geleneksel olarak ihtiyacı kadar üretim, takas ve paylaşımını ortadan kaldırmalılardı. Küresel çarka entegre olmadan köylüler ucuz iş gücüne dönüşüp köleleştirilemez, vergiye tâbi olamaz, sömürülemezlerdi. Nitekim öyle de yapıldı.

Kraliçe Victoria (1819-1901) döneminde Britanya’nın küresel çıkarları için tarım uygulamaları değiştirilen Hint köylülerinin yeni düzene ayak uydurabilmesi tabiî ki zaman alacaktı. Geçiş dönemleri sancılı olacaktı.

 

Tabloda, bu sancılı geçişin bilançosu aktarılmaktadır. Bu tabloda sadece Hindistan’ın durumunu görmekteyiz. Diğer sömürgelerde ise durum pek de farklı değildir. Şimdi gelelim bu kıtlığın kısaca sebeplerine…

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, köylülerin üretim ve tüketim alışkanlıkları, ihtiyacı kadar ya da fazlasının takas edildiği/satıldığı minimal ölçekli bir şekilde sürerken, dünyanın yeni firavunlarının küresel çıkarlarının gerektirdiği şekle dönüştürülmesi, kıtlıkların ana sebebini oluşturmaktadır. Mike Davis’in “Üzerinde Güneş Batmayan Katliam” adlı çalışmasında detaylı ve dehşetli bir şekilde ayrıntılarıyla anlatılan bu kıtlık, iklimsel olarak da incelenmiş, sebeplerden birinin de o yıllardaki kuraklık olduğu tespit edilmiştir. Ancak son kertede kıtlığın diğer sömürgelerde de olduğu gibi küresel ölçekli ekonomi politikalarının gereği ucuz işgücünden maksimum fayda sağlama gayreti olduğu vurgulanmaktadır.

Peki, İngiltere bu olaylardan ders çıkarmış, ilerleyen yıllarda bunun önüne geçmek için sözüm ona çok değer verdikleri ekonomi kuramcılarının çözümlemelerini devreye sokup ölümlerin önüne geçmiş midir? Bunu anlayabilmek için, yaklaşık 20-22 yıl sonrasına gidelim…

The Lancet’in 1901 araştırmasına göre, Hindistan’da 1890-1900 döneminde gerçekleşen normal dışı ölüm sayısı, iyimser bir tahminle 19 milyon civarındaydı (1901 nüfus sayımı verilerine göre veba kaynaklı ölümler düşüldükten sonra). William Digby’nin o dönemde İngiliz okurlara anımsattığı üzere, dünyanın bir numaralı tıp dergisi sayılan bu yayın tarafından açıklanan rakamlar, Birleşik Krallık’ta yaşayanların yarısı kadar büyük bir nüfusun “buhar olması” anlamına gelmektedir.”[ii]

Kıtlık kaynaklı bu ölümler 1902 yılına kadar devam ederken, Britanya’da muhtemelen Hindistan’dan gelen buğday ve pamuk gibi hasadın miktarı üzerinde kafa yorulmakta, gelir gider dengesindeki farklar ve verim hesaplanamamaktaydı. Peki, tüm bu felâketlerden Britanyalıların çıkardığı ders ne oldu?

En kapsamlı resmî araştırma olarak gösterilebilecek Mumbai Başkanlık Bölgesi Kıtlık Raporu, 1899-1902 normal dışı ölümlerin büyük bölümünün en baştan itibaren yaygın ve karşılıksız yardım yapılmasıyla önlenebileceğini kabul etmekte, ancak bu durumda ortaya çıkabilecek maliyetin hiçbir ülkenin altından kalkamayacağı ve hiçbir ülkeden istenemeyecek kadar büyük olacağı ısrarla belirtilmektedir (oysa 18’inci yüzyılda Moğollar ve Mançu Hanedanı bu tip yardımlar yürütmüşlerdir).[iii]

Türklerin Lozan’dan tanıdığı, zamanın Hindistan Genel Valisi George N. Curzon, şu açıklamayı yapmaktadır: “Genel ölüm rakamlarının bu kadar düşük kaldığı, sıkıntının bu kadar yeterli düzeyde, bu kadar hafif yaşandığı bir kıtlık görülmemiştir.”

Curzon bu kelimeleri mevcut durum ve şartları normal göstermek için mi söylemektedir, yoksa inandığı bir tür anlayış mı vardı? Bu mesele, yazımızda materyalist ruhsuz anlayışın insanlığı getirip götüreceği yerin tespitinde bir girizgâh niteliğini taşımaktadır.

Malthus’un ekonomiden anladığı

18’inci yüzyıl İngiliz ekonomi teorisyeni Thomas R. Malthus, nüfus ve yiyecek konusunda şöyle bir kuram ortaya atmıştı: Ona göre dünya nüfusu geometrik olarak artarken, yiyecekler aritmetik olarak artmaktadır. Yani nüfus yiyeceklerden daha hızlı arttığı için, fakirler sistemli bir şekilde daha da fakirleştirilmelidir ki “ölümler” çoğalsın ve nüfus artışının önüne geçilebilsin.

Malthus bu yüzden fakirlere yardım etmeye şiddetle karşı çıkmış, ölmelerinin doğal yaşamın gereği olduğunu iddia etmiştir. Üniversitelerimizde hâlâ ekonomide öncü isimlerden olduğu iddiası ile öğretileri kitaplarda okutulan bu zat, acaba kimin çanağından beslenmiş ki bu görüşlere sahip olmuştur?

Hindistan’da sömürgeciliğin ilk yıllarında Kraliçe tarafından kurulan East India Company, 250 yıla yakın Hindistan’ın insan ve doğa kaynaklarını sömürdü. İşte Malthus da bu şirketin finanse ederek kurduğu Halebury Koleji’nde fikirlerini yeşertmiş ve profesörlük unvanını burada almıştı.

Bu meseleyi dönemin İngiliz milliyetçisi, sendikacı, siyasetçi ve yazar olan H.M. Hyndman’ın sözleriyle noktalayalım: “Hindistan’da alçakça bir ekonomik felâket hazırladığımızdan eminim. Öyle ki, 1847’nin Büyük İrlanda Kıtlığı, bunun yanında çocuk oyuncağı gibi kalacak.”

Batı merkezci bakışı resmetmeye çalıştığımız bu örnekle Batı’nın az da olsa üretmiş olduğu değerleri yok saymayı amaçlamıyoruz. Temel çıkış noktalarındaki maddeci bakışın insanlığı getirdiği ve götüreceği noktayı anlayabilmek ve anlatabilmek için çaba sarf ediyoruz.

Zihniyet aynı, yöntemler değişti

Örümcek ağı gibi tüm dünyayı saran “küresel firavunlar” soykırıma, sömürüye doymuyorlardı. Bunu daha hızlı bir şekilde yapabilmeleri için önlerindeki en büyük engeli kaldırmalıydılar. Zaten siyaseten ve iktisaden zayıflattıkları bu engel elbette tarih boyunca Batı’ya insanlığı öğretmeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu idi. Yüzlerce yıl doyumsuzluklarının önüne set olan Türkleri Birinci Paylaşım Savaşı’nda Anadolu’ya hapsedenlerin önünde artık bir engel kalmamıştı.

İkinci Paylaşım Savaşı’yla milyonların yok oluşunu duygusuzca seyreden sömürgenlerin tek amacı, insanlığı kontrol altında tutmaktı. Çünkü tanrılar (!) yönettiklerini kontrol etmeliydiler. Ulaşım ve iletişim yolları hızlanıp dünya küresel bir köy olma yolunda ilerlerken, değişen bilimsel ilerlemeler ile “küresel firavunların” yöntemleri de paralel olarak değişiyordu. Malthus’un fakirlere yardım edilmeme düşüncesinin çoktan önüne geçilmiş, sistematik olarak fakirliğin ve ölümlerin kontrolünün elde tutulması hedeflenmişti. Yani artık kimin fakir olacağına, kimlerin açlık çekeceğine ve kimlerin öleceğine onlar karar vermek istiyorlardı.


Bill Gates

Kissenger’in Başkan’a “İnsanları yönetmek için yiyeceği kontrol etmelisin” tavsiyesi, bu uzun vadeli plânlamanın o yıllarda nasıl uygulanacağını tayin etmenin ötesinde, asıl patronun kim olduğunu da hatırlatması anlamına geliyordu. Çünkü o tarihlere gelindiğinde dünya daha da küçülmüş, insanlık coğrafî, ekonomik, kültürel ve demografik olarak rakamlara indirgenerek hesaplanabilir argümanlar hâline dönüştürülmüştü. Yedikleri, içtikleri, giydikleri, okudukları, seyrettikleri, kısacası alışkanlıkları tespit edilip bu alışkanlıkları yavaş yavaş değiştirilerek, ihtiyaçları küresel sermaye tarafından belirlenen nesneler hâline dönüştürülüyordu insanlar. Başta ABD vatandaşları olmak üzere insanların zihinlerini ve bedenlerini kontrol edebilmek için siyâsî ve ticari entrikalarla, olmadı askerî güçle onlara kendi ürettiklerini dayatıyorlardı.

Yiyeceklerin kontrolü topraktan başlıyordu. Toprağa ekilen tohum tek elde tutulursa kontrol daha kolay sağlanacaktı. Bunun için “küresel firavunlar” Norveç Svalbard takımadaları içinde bulunan Spitsbergen adasına, kaya içerisine 2008 yılında bir “tohum ambarı” inşâ ederek 775 bin çeşit tohumu yerleştirdiler. Amaç elbette bu organik tohumları muhafaza etmekti ama kimler için ve ne için?

İlginçtir, kendilerinden korumak için bunu yapıyorlardı. Çünkü yüzyıllardır insanlığın doğadan tecrübeler edinerek yaptığı geleneksel tarımı bozdular. Çiftçiler her sene hasattan sonra tohumluk ayırır, bir dahaki seneye onunla ekim yaparlardı. Bunlarsa, başta mısır olmak üzere ziraî alanda insan neslinin devamı için olmazsa olmaz bulabildikleri tüm tohumları topladılar. Genetik bilimini insanlığın hayrına değil, şerri ve yok oluşu için kullanmaktalar. Allah’ın insan vücuduna en uygun şekilde yarattığı tohumların içeriği ile oynayarak, adını “tohum ıslahı”, “yeşil devrim” gibi kelimelerle süsleyip kısırlaştırılmış, hibrit, GDO’lu tohumları ülkemiz de dâhil tüm dünyaya bin bir entrikayla dayattılar. Tekellerine aldıkları bu tohumlarla üretilen yiyecekleri, başta kendi toplumları olmak üzere, yıllara yayılacak biçimde yavaş yavaş süsleyerek yaptılar. İnsanların alışkanlıklarını değiştirerek kendi istedikleri alışkanlıkları kazanmalarına sebep oldular.

Böylelikle Kissenger’in dediği gibi kimin aç kalacağına, kimin obez olacağına, kimlerin hasta olup hangi ilâçları kullanacağına onlar karar verecekti. Bütün bunlar sinsice yapıldı ve büyük ölçüde başarılı olundu. (Bu konu uzun soluklu bir kitabın konusu olduğu için ana hatlarıyla meseleyi bağlamaya gayret edeceğiz.)

Yüzyıllarca insanlığın zihnini karıştırarak hakikatten uzaklaştıran insî ve cinnî şeytanlar, bilgi paylaşımının en üst düzeye çıktığı insan tekâmülünün son aşamasında, artık insanın bedeni ile alâkalı değişimlere de el atmış, buna tohumlardan başlamıştır. Küresel firavunların bu çabalarının sonucu ise, dünyada açlıktan ölenlerin sayısının azalmış olması, obeziteden ölenlerin sayılarının artmasıdır. İstatistikler göstermektedir ki, dünyada “açlık” çeken her kişi başına iki “obezite” düşmektedir.

Bunun yanında hastalıkların çok az bir kısmı azalırken, tarihte hiç duyulmadık hastalıklar ortaya çıkmış ve nedense bunların tedavileri de hep “küresel firvunların” çok uluslu şirketlerinde bulunmaktadır.

Artık kamuoyunda sıklıkla isimlerinden bahsedilen sayılı aile şirketleri bu işlerde başrol oynamaktadır. Norveç’teki “tohum ambarı” yapımını Bill Gates ve Rockefeller Vakfı desteklemektedir. Bilgiyi elinde bulunduranlar, insanlığa yön verebilecek güce de sahip olmaktadırlar. Onlar, plânlamalarını insanî tekâmüle paralel olarak yapmaktadırlar. Bugünse, hayvan genleriyle oynayanlar, artık insan genetiğiyle de oynamaya başlamış, Çin’de bunun ilk örnekleri yaşanır olmuştur.

Türkiye toplumu olarak bu gelişmelerin gerisinde kalmamalıyız. Millî birlik ve dinî yaşamın teminatı ancak böyle sağlanabilir. Toplumumuzun gereksinimleri minimal düzeyde olduğu için bu gibi geniş çaplı ve organize plânlamaları bilmemesi ve kendi günlük sıkıntılarının peşinden gitmesi normaldir. Yine de Türk toplumu, dünya meselelerine karşı en duyarlı toplumdur.

“İslâm dünyası” dediğimiz dünyanın büyük çoğunluğu bu gelişmelerden habersiz bir şekilde maalesef yaşamını sürdürmektedir. Böyle giderse “İslâm ülkesi” dediğimiz ülkelerden sadece birkaçı bunun farkına varacak ve yeni dünyaya entegre olacaktır. Diğerleri ise çok uluslu şirketlerin bilgisizce köleleri olmaya devam edecektir.

Bir “farkındalık” yaratmaya çalıştık. Eksiklerimiz ve hatâlarımız olmuş olabilir. Mesele uzun araştırmaların ve somut verilerin ışığında incelenmesi gereken bir konu olduğu için burada noktalamayı uygun görüyoruz.



[i] Saklı Seçilmişler 2017, Kırmızı Kedi Yay. S. Yalçın s. 40.

[ii] Üzerinde Güneş Batmayan Katliam, Mıke Davis, 2001, Yordam Kitap, S. 205’ten iktibasla, Digby “Prosperou” British Indıa S. 137-9.

[iii] A.g.e s. 207 ve dipnotu.