
“MÜSLÜMANLARLA Yahudiler harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (galip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da taş veya ağaç, ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir, hemen gel de öldür onu’ diye haber verecektir. Sadece garkad ağacı müstesna. Çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.” (Hadis-i Şerif)
Ben size kanla sulanmış kutsal toprakları, yeryüzünün nazlı al gelini, toprağı mübârek, ismi kutlu Kudüs’ü, Filistin’i, Gazze’yi anlatmayacağım. Ben size dünyanın gözü önünde acımasızca, fütursuzca, ihtiras ve kinle yaşatılan soykırımı da anlatmayacağım. Bombalanan ambulanslar, okullar, yoğun bakım üniteleri değil size anlatacaklarım. Ben size öldükçe dirilen, yok edilmeye çalışıldıkça var olan bir milletten bahsedeceğim…
Şerrin, zulmün, acımasızlığın, vahşetin ve kötülüğün her türlüsünün sahnelendiği bu dönemde imanın, ahlâkın, vakarın, tevekkül ve teslimiyetin cisimleşmiş hâline şahitlik ediyoruz hep birlikte. Şahitlik ettiğimiz bu devri tarihçiler kaleme alırlarken, cesaret ve imanın tarihini yazıyor olacaklar.
Ölüm bu kadar mı bereketli olur, var eder erdemleri, insanlığı ve imanı?
Tüm dünya şahitlik ediyor Rabbimin ihsanından bahşettiği bu güzelliklere. Dudakları uçukluyor imandan yoksun kalplerin sahibi insansı varlıkların. Dış âlemde parçalanan her bir beden o zalimlerin kalplerine birer evham ve korku kurşunu gibi saplanıyor cehennemlerini şimdiden yaşatmak için onlara.
Dünya dev bir sinema salonu, seyircileri ise tüm dünyanın insanları ve perdedeki filmde bir avuç mübârek toprağı kanlarıyla, imanlarıyla ve cesaretleriyle savunan destansı kahraman... İzleyiciler ise şaşkın, alık, suskun! Onlarca, yüzlerce, binlerce… Devletler, rütbeler, komutanlar bir dolu dünyalık unvan… Ve o unvanların ardında koskoca bir hiçlik ile aciz ve suskun insanlık...
Onlar ölürken bir bir, düştükleri toprak yeni meyveler veriyor. O kal gelmiş ülkelerde yeni canlar doğuyor haykıran, fark eden, kalbi ve vicdanı olan yeni canlar… Azlık bazen çokluktur. Öyle bir şey işte. Bir avuç insanın destansı hikâyesi, yeni hikâyelere tohum olup saçılıyor dünyanın dört bir yanına. Anneler kanayan kalpleri ve o şefkat kokan elleri ile toprağa verirken taze fidanlarını, yer onları sararken kapkara bağrına, bir başka coğrafyada yeni sürgünler baş veriyor zulme karşı. Kutlu bir isyanla başkaldırıyor o filizler karanlığa.
Tarih yazıyor bir avuç iman zırhını kendine kalkan yapmış mücahitler ordusunu. Onların silahı cesaret, kalkanı iman oluyor. Sağ kalırsa zulmün elini kıracak, kökünü kurutacak; şehit olursa yeni filizler verecek kanıyla düştüğü topraklara. Kana susamış zalimin iğrenç yüzüne bakıp korkusuzca, “Susmayacak ve durmayacağız! Beni yılgın ve kırgın göremeyeceksin. Ey kendini ilâh zanneden teneke adam! Öldürdüğün evladım, eşim kolumu kanadımı kırmıyor, bilakis daha da güçlendiriyor. Yıktığın yuvam beni yıldırmıyor, daha da azimli kılıyor” diye dünyaya haykırıyor.
Çocuklar görüyorsunuz o cehennem ateşinin ortasında. Titreyerek anacığını arayan, korkudan donmuş hâlde oturup kalan, yaralanan… Ölen, uzuvları kopmuş, bedenleri parçalanmış, her biri bir avuç can iken koca bir dev dalga olup yağıyorlar insanlığın üzerine. “Uyanın uykudan, varın künhüne gerçeğin!” diye tesbih ede ede.
Anneler silah seslerini bastıran ninniler söylüyorlar sağ kalan kuzularının yüreklerine cesaret ve iman dolu sesleriyle. Babalar eve ekmek getirecek elleriyle ceset topluyorlar yıkılan, yok olan hayatlarının molozlar arasında. Sonra bükülen bellerini doğrultup sabır ve tevekküllerini kuşanarak olmayan evlerine, yarım kalan hayatlarına dönüp, “Ölünceye kadar ayaktayız. Birimiz ölürsek binimiz doğarız. Vatanımızı, namusumuzu, kutsalımızı bırakmayız küffarın eline” diye fısıldıyorlar eşlerinin bombadan, çığlıktan sönmüş yüreklerine.
Bir düşünsenize, her müminin varmak istediği son menzildir şehadet. Dünyanın yarısı Müslüman ama sahne yalnız Filistin’in, Gazze’nin, Gazzelilerin. Ve oraya dışarıdan girmek yasak, kapılar zinhar kapalı. Şehadet şerbetini bir kâfir kurşunu içiriyor o kutlu mümine tüm dünyanın şahitliğinde ve o kâfir, o kurşunla cehennem biletini kesiyor kendisinin. Bu ne müthiş bir ironi! Rabbimin “El-Kahhar” İsminin nasıl da tezahürü, ne güzel bir intikam.
“Ben de şehit olmak istiyorum” diyen ama oynanan sahneye dışarıdan müdâhil olamayan koca bir İslâm topluluğu, kâh acıyarak, kâh kahrolarak, kâh çaresizliğine yanarak seyrediyor uzaktan. Düşünüp akledene ne zor bir imtihan. Ve melekleri yazıyor Rabbimin bir bir olanları, yaşananları, gördüklerimizi, görmediklerimizi, bildiklerimizi, bilmediklerimizi, anladıklarımızı, hiç anlamadıklarımızı, fark ettiklerimizi ve asla fark edemeyeceklerimizi.
Tüm insanlık, bu zamanda yaşayan herkes, bu insanlık dramından payına düşeni alacak Rabbimin katında. Seyircisi olduğumuz bu hikâye elbette burada bitmeyecek ve bu kadarla kalmayacak. Rabbimin bize gösterdiği kadarıyla yetineceğiz şimdilik. Ama dünya bir daha eskisi gibi olmayacak asla!
On yıllardır dünyaya arkasını dönüp bu zulmü seyreden Hanzala’ya selâm olsun!