
ÇOCUKLARIN paramparça edildiği, göz merceğini yakan feryat sahnelerinde elsiz, pasif, yetkisiz ve ehliyetsiz gözlerce izlendiği, daha bir kahkahanın mektebinden mezun olmadan en yüksek desibelli çığlıklarda ihtisas yapmaya mecbur bırakıldığı ve en canhıraş haykırışlarını bile frekanslar boyu aşan korkulara ve bedenî sızılara mahkûm kaldığı bir dünyadan kaçış var mı?
Zamanın zorbaca tükettiği sevginin ve mütebessim masumiyetin yokluğunda, çocukların sessiz matemleri atmosfere karıştı, nefretin ve zulmün zehri soluduğumuz havayla bütünleşti. Her solukta ciğerleri yakan bir mahkûmiyetle vicdanlar, kat kat kilitlere vurulmuş zindanlara atıldı.
Kaçış var mı bu zemheriden? Nereye kadar gidersek Gazze’nin çocukları matemden düşer? Ne kadar bağırırsak zalimin sesi kısılır? Ve ne kadar uzun susarsak zulüm saltanatı yerle bir olur?
İhtimâl o ki, bağırmak ya da susmak, toprağın bağrından koparılan bir ağacın kökünü yuvasına kavuşturmayacak. Ne var ki bağırmamak, vicdanın hacmini vasıfsız bir kofluğa duçar edecek.
Yaşamak için değilse de ölmemek için Gazze’nin çocuklarının kalp sızısında zamanı içmek gerek. Kâinatın bize ayrılmış bir köşesinde, uzakların sesini kısmaya kabiliyetli bir vurdumduymazlıkta, safi zâtını memnun etmeye odaklanmış bir esnaf gayretinde yaşayıp gitmelerin kanlı hududunu aşmış bulunuyoruz. Bu hudut, Gazzeli masumların kanıyla çepeçevre sardı metruk hayatlarımızı.
Yolun bundan sonrasında herhangi bir cihete feda edilen ayak izlerimiz altında kanın kan üşüten rengiyle boyuyoruz zemini. Bu ahval, artık yok sayılamayacak kadar bizden. Bütün ıssız çığlıklar, kulak zarlarının duyuş yetisinden azade, sesin boşlukta yayılma hızından süratli ve uzay boşluğunu boşluksuz bırakacak raddede hacimli.
Zamanın bundan sonrası, Gazze’nin gazâsına temas etmeyen bir gönül yorgunluğuna müsait değil. Asırlık acılara ve zalimlerin yıktığı gönüllerin gürültüsüne direnen duyu organlarımız, Filistin’den yankılanan iman, sabır, acı ve hüznün taşkın tasvirini ne yapsa reddedemez, göz ardı edemez ve bundan önceki hiçbir hissedişi aynıyla kabul edemez. Bundan sonra zamanın birazı saadetli kıpırdanmalara icazet verecek olsa dahi zamanı bölen tiktakların büyük bir kısmı Gazzeli çocukların anne özlemiyle işgal edilmiştir. Ve hayatı perdahlayan bütün gayretler, Gazzeli çocukların yetimliğinden koparılmış bir hürriyette eyleme dökülemez.
Toplu mezarlarda annesinin saç telini aradıysa bir çocuk, babasının parçasını çuvallara topladıysa bir masumca el, kardeşinin kefenine sarılıp da bütün rutinleri yerle bir ettiyse bir küçük yürek, hiçbir şey vicdan için durağan kabul edilemez, mukaddem bir ömür parçasıyla aynı vasıfta kabul göremez. O masum yavruların acısına çağca, gönülce, göz ve kulak azalarıyla denk düştük madem, ömür tarikinin bundan sonrası nasırlı ayaklarla çakıllı patikalara basmaktan evlâ olamaz.
Sancısız ve suskun nefislerle, acıyı ilikleri içine dokuyan ve hem Rabbine yakarışla hem zulmü bağırışla sızıları sese transfer eden bir var oluş öyküsü elbette müsavi değil.
Kim bunca gönül düşüşüne şahit olduktan sonra ömrü aynı kıvamda demliyorsa, vicdanı besleyen kılcal damarların çürük kokusunu bertaraf edecek bir kaçış bulsun kendine. Zira bunca acıyı balçıkla sıvayıp üzerine manzara resimleri çizebilen ellerin, içlerinden sızan küf kokusunu yok edebilecek bir melekeye de sahip olmaları lâzım gelecek. Hem nasıl aklı rafine etmek, vicdanı ıssız bir sadelikte bütün bu gözyaşlarının çağlayanından ayrıştırmak mümkün olabilir ki? Filistin’de beşiklerden bile küçük mezarlar ve toplu mezarlardan derin acılar var.
Tabiî umut, imanın meyvesidir. Ve Allah-u Teala’nın vaadi, bütün acıların bitiş müjdesidir. Ama yine de bu acıyı tarihe not düşecek bir kaleme, sese, nefese ve kalbe ihtiyacımız var.
***
Beşikten küçük kabir
Kündekâri beşikte incittiler ilk yaşı
Salıncaktan uykumu korkularla bozdular
Demirden bir tokmakla bir köhne dibek taşı
Gönlümün mektebini içerinden ezdiler.
Nakışlı yüreklere ne hevesler ekledim
Yusufçuğun zikrinde anne saçı kokladım
O da gitmişti gerçi, gelir diye bekledim
İlk heceme yas düştü, ta derinden üzdüler.
Cam buğusu bir yaza emeklemeden daha
Bir ağıt ki, yetişir tınısı feriştaha
Can evimi vurdular koyup bir nişangâha
Makberimi beşikten bile küçük kazdılar.
Önce annem mi sustu evin ıssızlığında
Babam mıydı şehadet getiren kucağında?
Dil dönse, bağırsaydım acımın sıcağında
Öksüzüm diyemezdim, onlar da öksüzdüler.
*