Gazze’de soykırımın katmanları

Esirlere zulmetmenin, onları aç susuz bırakmanın ve daha da kötüsü onları taciz etmenin bile normal karşılanması gerektiğini savunan bu lânetli kavim, korkarım vicdanları da ölü birer hücresel atığa çevirdi. Yoksa böylesi bir vahşetin faillerini durdurmak ve cezalandırmak için her devletin tüm imkânlarını ortaya koyması gerekirdi. Ki ne BM, ne Arap Birliği, ne de İİT buna yakın bir öfke tesis edebildi.

İSRAİL’in 1948’den bu yana her dönem şiddetini artırdığı terör eylemleri ve 7 Ekim 2023’ten bu yana Gazze Şeridi’nde gerçekleştirdiği soykırım hem Filistin’deki sair şehirlere, hem de bölgedeki ülkelere hızla yayılıyor.

Kana doymayan bu cani kavmin gerçekleştirdiği her saldırı eyleminden sonra piyasaya arz ettiği “Orada HAMAS militanı vardı, HAMAS orayı bir askerî üs olarak kullanıyordu” gibi sahte savunma argümanları hâlâ revaçta. Bu cari bir enstrüman değil ama ne de olsa “İsrail’in beyanı esastır” mealli orman kanunları BM’de ve bilhassa İsrail’in ekürisi ABD’de son derece makbul. Yaza yaza bitmeyecek acılar, insanlık dışı yaşam öyküleri ve derinlerde, aklın ve vicdanın sınırlarını zorlayacak gün ışığı görmemiş sızılar var. Zâhirdeki yıkımın bir de bâtındaki tezâhürüne bakmalı.

İsrail’in tam olarak arzuladığı şey, insan kanı içmek. Elbette 1948’den beri işgal ettikleri, zorbaca ele geçirdikleri her bir metrekarenin altın suyunu da mideye indirdiklerini biliyoruz. Her toprağın, her zeminin nimetlerini yiyerek semiren bu terör oluşumu, Müslüman öldürmekten duyduğu hazla ve Orta Doğu’nun tüm coğrafî getirilerinden ve yeraltındaki hammaddelerden gelir elde etmeye kanalize ettiği beslenme güdüsüyle yol alıyor. Bu bileşikten kaynak alan ve gitgide azgınlaşan yeni hedefler de ortaya koyuyor. 

Dinî sloganlarla ve Arz-ı Mevud histerisiyle şeddelenmiş bu yeni hedef tahtası, Orta Doğu’yu istikrarsızlaştırma, soykırım suçlarını kamufle etme ve belirsiz sınırlarını Anadolu’ya kadar genişletme rüyasını sembolize ediyor.

Ya şimdi insanlık yürüyen bir cesetten heterojen bir varlık olarak aslî kimliğine ve fıtratına rücû eder ya da bu gitgide yayılan yokluk bizi moleküllerimize ayırır. Bu vaziyetimiz, tam da bir sonu başlatmak üzere olan insanlığın fetret devriyle izah edilebilir. Bu ya irtifanın ilk basamağı ya da mahvımızın mührü olacaktır.

Batılı akademisyenlerin Gazze’de yaşanan dramı izah ederken seçtikleri tamlamalar da dikkate değer. Bu barbar saldırılar dünya kamuoyunda sadece soykırım olarak ifade edilmiyor. Buna eğitim soykırımı, ekolojik soykırım, kültürel soykırım gibi çeşitli nitelemeler geliştirmeye başladılar. Aslında bir bakıma Gazze’de olup bitenleri tek kelime ve ezber edilmiş basit hecelerle tasvir etmek çok da mümkün değil. Zira burada var ettikleri yokluk; bir kent yıkımı, soykırım, vahşet, katliam ve benzeri tanımlamaların hepsinden ötelerde bir vaziyete işaret ediyor.

Sadece insan öldürmediler ve sadece evleri yıkmadılar; solunan havayı kimyasallarla kirlettiler, su kaynaklarını talan ettiler, bütün bir şehri yıkıntılarla doldurdular, eğitim kurumlarını yıktılar, eğitimcileri öldürdüler, hastaneleri bombaladılar, doktorları katlettiler, hayvanları, börtü böceği, ağaçları yaktılar, onların yaşayabileceği ekolojik dengeyi de altüst ettiler.

Esirlere zulmetmenin, onları aç susuz bırakmanın ve daha da kötüsü onları taciz etmenin bile normal karşılanması gerektiğini savunan bu lânetli kavim, korkarım vicdanları da ölü birer hücresel atığa çevirdi. Yoksa böylesi bir vahşetin faillerini durdurmak ve cezalandırmak için her devletin tüm imkânlarını ortaya koyması gerekirdi. Ki ne BM, ne Arap Birliği, ne de İİT buna yakın bir öfke tesis edebildi.

Bu cinayetleri en çetrefilli zihin kabiliyetleriyle bile aklamak, beyaza boyamak mümkün değilken, dünya bu aymazlığa “çıt” diyebilecek bir mukavemet dahi sergileyemiyor.

Gazze’de nüfus azalıyor, yoğunluk artıyor. Bu da yine IDF’nin kararlı projelerinden biri: “İnsanı öldür, yerinden et, hayatta kalanların ölüm vadisi dışına çıkmasına ya da parsellere bölünmüş yeni yaşam alanlarına sığınmalarına izin verme, tüm kalp atışlarını yekpare bir vücut gibi aynı ölüm hattına topla, sonra olabildiğince fazla insanı katlet!”

Şimdi tam olarak akledemediğimiz en belirgin irtifa kaybımız odur ki, insanlık zoraki elde ettiği asırlık ivmeyi zemin istikameti yönünde yitirmek üzere. Zaten İslâm’la tanışmamış toplumlarla İslâm adı altında âdet ve geleneklerle kimyası bozulmuş bir inanış ve yaşam formatlayanların “insanlık” ivme-zaman grafiği oldukça düşük bir performansa sahipti. Bu son düzlükte yükselen değerler bütünüyle alaşağı edildi.

Elbette toplumların Gazze hassasiyetini yadsımak da doğru olmaz. Fakat Gazze’ye uzanan bütün tali ve ana yolların girişlerinde Siyonist karakollar bulunduğundan, halkların acıya dokunuşu da şu ana kadar mümkün olamadı. Siyonizm’in devlet yönetimlerini elde tutamadığı nadir ülkeler de (Türkiye başta) içine bırakıldıkları yalnızlıkta bütün kabiliyetlerini sergileyemiyor. Zira milletler ve devletler Siyonizm kanserine yakalanmamış olsa da çeşitli organlar üzerinde bu habis hücrelerin varlığı bütün müspet eylemleri zora koşuyor.

Beklemekten fikrimiz nasır tuttu. İmanın kalbimize defaatle fısıldadığı “Allah’ın elbet bir plânı vardır” hakikati olmasa, acılar üzerine bir milisaniyelik zamanda perde çekmek mümkün olmayacak.

“Sus” pazarlayanlar var bir de. Etkisizlik sloganlarını devasa pankartlarla nöronlarımıza sızdırmaya çalışanlar var. Bütün bunlar, meydanda Gazzeli öldüren İsrail’in sözde, yazıda ve fikirlerde de aklanabilmesi için Siyonist akıllarca üretiliyor. Yazmanın, haykırmanın, paylaşmanın ve anlatmanın geçersiz olduğuna ikna ile “Sus” pazarlıyorlar.

Ama susmak, katiller üzerindeki en dirençli baskıyı da kırmak anlamına düşecek. Bu düşüş, Gazze’nin unutulmasını, soykırımcıların suçlarından sıyrılmasını ve bebek katliamlarını ıssızda gerçekleştirmesini temin etmekten başka bir akıbet doğurmaz. Elimiz Gazze’ye tam tekmil erişene kadar Gazze’yi gündemden ayrıştıramayız. Aksi hâlde yol alacak mukavemeti tesis ettiğimizde, varışı mümkün kılan yolların izi bile kalmayacak!