Gazze bize ne söylüyor?

Meftun olduğumuz ideallerimiz için daima bir niyet ve istikamet üzere olmalıyız. Bu çerçevede çalışarak gayret göstermeliyiz. Rabbimizin niyetimiz kadarını nasip edeceğini aklımızdan çıkarmayarak dualarımızı hiçbir zaman eksik etmemeliyiz.

FİLİSTİN, tarih boyunca kan ve gözyaşının durmadığı toprak. Peygamber emaneti Mescid-i Aksâ’nın ve Kudüs gibi mübârek bir beldenin bekçileri yıllar içerisinde her gün tek tek şehit düşerken, bugün karşımızda soykırım ve toplu katliamların yaşandığı bir Gazze var.

Siyonist zihniyetin yıllardır süren zulmünün devamı olarak 7 Ekim 2023’ten sonra daha da şiddetlenen soykırıma tüm dünya gibi biz de kanımız donmuş bir hâlde şahitlik ediyoruz. Tarihin sayfalarına kazınacak olan bu katliam, masum çocukların kanlarıyla kötülüğün göğsünden günah emen kansızlar tarafından yazılıyor. Ne insan hakları, ne savaş hukuku tanıyan bu zihniyetin uyguladığı mezalim, arşı titretecek boyutlara ulaştı. Bütün bu yaşananlar karşısında gönül istiyor ki dünya dursun, dağlar devrilsin, denizler taşsın ve Allah’ın “El-Kahhar” İsmi tecelli etsin.

Yerle yeksan olmuş Gazze şehrinin mazlum halkı haklı dâvâsında Hakk’ın gücüne güvenerek bütün dünyaya inat, geleceğe ait umutlarını ve hayâllerini diri tutmaktadır. İman gücünün kuvvetini herkese gösterirken şehadete aşkla koşmaktadır. Katliamın başladığı ilk günden beri, rahmetli Aliye İzzetbegoviç’in, “Batı hiçbir zaman medenî olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur” sözü kulaklarımda çınlıyor.

Yakın tarihe baktığımızda, ülkesinde yaşananlar noktasında Batı’yı Aliya’dan daha iyi tahlil edecek kimse yoktur. Dünyayı ve bazı gençlerimizi kendine hayran bırakırken gözlerde büyütülen Batı ise zulme verdiği destekle yine bizleri hiç şaşırtmadı. Dünya liderleri kınamaktan öte kıllarını kıpırdatmazlarken, zalimin zulmü karşısında adeta gözler kör, kulaklar sağır ve diller lâl olmuş durumda. Herkes seyretmekle yetiniyor. Bütün bunlara rağmen Gazze’de yaşananlar nedeniyle gayrimüslim gençlerin İslâmiyet’i seçmelerini görünen şerrin içindeki görünmeyen hayır olarak nitelendirebiliriz.

İsrail’in “Arz-ı Mevud” olarak nitelendirdiği Nil ve Fırat nehirleri arasındaki bölgeye bizim ülkemizin topraklarının bir kısmının da girdiğini biliyoruz. Bu nedenle, yaşananları bir gün bizim de yaşayamayacağımızın hiçbir garantisi yok. Bu direnişin gaflet uykusundan toplumsal bir uyanış ve dirilişe vesile olması duamız. Haktan yana tavır alırken ilim, bilim ve teknolojiyi kuşanıp maddî ve manevî anlamda güçlenirsek, ancak o zaman hakkın onurunu muhafaza edebiliriz. Sadece boykotlarla yetinmeyip, dualarımızın yanına fiilî eylemlerimizi de katmamız gerektiğinin bilincine ulaşmamızın zamanı geldi de geçiyor.

Tam da bu noktada “Ne yapmalı?” sorusu zihnimizi zorlarken, tarihe yaptığımız kısa bir yolculukla bu sorunun cevabını kolayca bulabileceğimiz kanaatindeyim. Bu hikâyeyi Mescid-i Aksâ ziyaretinde rehberden dinlemiştim…

Kudüs’ün Haçlı işgali altında olduğu yıllarda Bağdat’ta bir marangoz, sanatının bütün incelik ve ihtişamını ortaya koyduğu bir minber yapar. Hiç çivi kullanılmayan, oyma ve kakma taşlarla süslü minber görenleri kendine hayran bırakır. Her gören bu minberi satın almak için yüksek miktarda paralar teklif etmesine rağmen, usta, minberi satamayacağını, onu Mescid-i Aksâ için yaptığını söyler. Bu duruma şaşıran kişiler, “Fakat Kudüs Haçlı işgali altında” derler. Marangoz ise her seferinde şu niyetini dile getirir: “Benim elimden gelen bu. Ben zanaatkârım, minber yontarım. Bir babayiğit de çıksın, Kudüs’ü alsın, bu minberi yerine koysun.”

Bu hikâye o yıllarda, daha yedi sekiz yaşlarında bir çocuk olan Selahaddin-i Eyyubî’nin de kulağına kadar ulaşır. Kırk yıl sonra Kudüs’ün fethi kendisine nasip olan Selahaddin-i Eyyubî, ilk iş olarak Bağdat’tan bu minberi getirtip yerine koydurtur.

Geçen yıllar içerisinde işgalin, yağmanın ve yangının eksik olmadığı bu kutsal mabetteki minber Siyonistler tarafından çıkarılan yangınlar neticesinde yanmış. Uzun yıllar sonra orijinaline uygun bir minber yaptırılıp yerine konulmuş. Elbette maksadımız hikâye anlatmak değil, bu hikâyede anlatılan olay üzerinden kendimize bir şuur ve bilinç inşâsı yapmak ve dünya döndükçe bitmeyecek olan hak ile bâtıl, zalim ile mazlum savaşında kendimize bir konum ve istikamet belirlemektir. Hikâyeden de anlayacağımız üzere, herkesin sorumluluğu kendi kapasitesince olacaktır. Rabbimiz hayatın içinde bizleri farklı yeteneklerle farklı alanlarda konumlandırmıştır. Statümüz ve konumumuz ne olursa olsun, buralarda yapacaklarımızın en iyisini ve en güzelini yapmaya çalışmak şiarımız olmalıdır. Biz üzerimize düşeni yaptıktan sonra, sonucu Cenab-ı Hakk’ın takdirine bırakacak bir teslimiyete ulaşmak gerektir.

Necip Fazıl merhumun da dediği gibi, “Tohum saç, bitmezse toprak utansın/ Hedefe varmayan mızrak utansın”. Bizler de Kudüs’ün Fethi gibi, meftun olduğumuz ideallerimiz için daima bir niyet ve istikamet üzere olmalıyız. Bu çerçevede çalışarak gayret göstermeliyiz. Rabbimizin niyetimiz kadarını nasip edeceğini aklımızdan çıkarmayarak dualarımızı hiçbir zaman eksik etmemeliyiz.

Son tahlilde niyazımız, Filistin halkı ve Mescid-i Aksâ’nın, İslâm’ın her dönemde sağladığı barış ve huzura bir an kavuşmasıdır.