Gayb

Bir insanın, onun bulunmadığı yerde gıybetini yapmak, onu zan altında bırakmaktır. Kötü olarak bahsettiğimiz bir durum, belki de bizim gördüğümüz ve duyduğumuzdan farklıdır. Bir insanın bir yanlışından haberdar olabiliriz, ancak tövbesinden haberdar olamayız.

“EY iman edenler! Zannın çoğundan sakının, çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Tabiî ki bundan tiksinir. Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah tövbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.” (Hucûrat, 12)

“Gıybet” kelimesinin kökenine bakıldığında, “gayb” (الغيب) kelimesi karşımıza çıkar. “Akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanı” olan gaybı yalnızca Allah bilir. “Bir insanın gıyabında yani kendisi yokken, bulunmadığı bir yerde onun hakkında konuşmak” olarak atfedilen gıybet kelimesi de aynı kökten gelir.

Gıyabın anlamı ise “kaybolma, hazır olmama ve yokluk”tur. Peki, neden gıybet etmek dinen yasaklanmıştır?

Her insanın kendini ifade etme ve savunma hakkı vardır. Bir insanın, kendini savunma hakkı olmadan, onun duyamayacağı ve kendini ifade edemeyeceği bir alanda onun hakkında konuşmak, onun dinî haklarının yanında kişilik haklarının da ihlâli sayılabilir.

Genellikle birine sinirlendiğimizde yahut kırıldığımızda gıybet etmeye daha meyilli oluruz. Ardından konuşmak bizi rahatlatıyor gibi görünse de aslında muhatabıyla konuşulsa hemen çözülecek bir mesele, büyüyerek çığ şeklinde ilerler ve en sonunda o çığın altında kalabiliriz. Muhatabıyla konuşmak yerine başkalarıyla konuşulan konuda olmamış, yaşanmamış noktalar da konuya dâhil edilebilir. Bu noktalar birleşir ve muhatabıyla bizim aramızda aşılamaz yollar hâline dönüşebilir. Bazen yollar yürümekle de aşılmaz. Araya olmayacak engeller girince insan bitap düşer. Hâlbuki birbiriyle kelimelerle konuşabilen tek canlı insandır. Konuşma meziyeti bizlere, karşılıklı olarak anlaşabilelim diye verilmiştir.

Hitabımızı muhataba kullanmadığımız için söz sarfında lisanımız israf oluyor. İsraf ise dinen haram olan bir husustur. Eğer inanıyorsak, dinin gerekliliklerini yerine getirmeli, sakındırdıklarından sakınmalıyız.

Bir insanın, onun bulunmadığı yerde gıybetini yapmak, onu zan altında bırakmaktır. Kötü olarak bahsettiğimiz bir durum, belki de bizim gördüğümüz ve duyduğumuzdan farklıdır. Bir insanın bir yanlışından haberdar olabiliriz, ancak tövbesinden haberdar olamayız. Bizler çoğu kez yargıç edasında hüküm verirken, bir şeyi gözden kaçırıyoruz; bizler de, gıyabında konuştuğumuz insan yahut insanlar da imtihandayız. Yani hepimiz zanlı konumundayız. Mahkememiz aslolan dünyada, Mahkeme-i Kübra’da görülecek. Hani Halid Bin Velid’e “Falanca adam senin hakkında şöyle konuştu” dediklerinde, “Kendi defteridir, istediğini yazar” diye yanıt vermiş ya, mühim olan, bize ait olana ne yazdıracağımız yahut yazdırmayacağımızdır. Çünkü defterimizde güzel şeylerin yazılmasını isteyeceğimiz gibi, güzel olmayan kötü şeylerin yazılmasını da istemeyiz.

Amel defteri, bir karalama defteri değildir. Başkalarının ayıp ve kusurlarıyla ilgilenmek yerine her insan kendini düzeltmeye gayret gösterirse imtihan güzel şekilde verilmiş olur. İnsanların hakkında, onların bulunmadığı yerde konuşmak ve zan altında bırakmak, hem gıyabında konuşulan kişinin hakkına girmektir, hem de belki çok basit olan bir meseleyi büyüttüğü için kendi hakkımıza girmektir.

Kul hakkı, sadece başkalarının hakkına girmekle ilişkilendirilemez, insan lüzumsuz şeylerle vaktini heba ederse kendi hakkına da girmiş olur. Başkalarını incitmemek mühimdir ama incinmemek de mühimdir. Ziya Paşa’nın deyimiyle, “İncinmemek istersen eğer mülk-i fenâda/ Bir kimseyi incitmemeğe hasr-ı merâm et”. (Bu fâni dünyada incinmek istemiyorsan kimseyi incitmemeye gayret et.)

İnsan başkalarını incitmemeye özenin yanında aynı özeni kendi şahsına da göstermeli. Filhakika, elimize verilen defterimizi en güzel şekilde doldurmak gayretinde olmalıyız, sayfaları karalamak derdinde değil. Bize verilen defteri kendimize ait olanla doldurmakla mükellefiz.