“Garîb” bir sefer mi, garip bir hikâye mi?

Oysa göçebeyiz. Ve göçebenin garîbliği ezelî bir sermayedir. Ne ki o sermayeyle kurulacak göçebe çadırına ihtiyacımız var. Çadırı kurabilirsek, bizi yeniden hakikat penceresine bağlayacak. O vakit kurbiyyeti de yeniden kesp edebileceğiz. Bunda hiç şüphe yok.

SEFER… Bir hareket nişânesi... Bazen bir yerden bir yere göçmeyi... Bazen sadece aracı, bazen sadece amacı gösteriyor. Ancak görünse de, görünmese de bir “hakikati” söz konusu. Bilinen çoğu şeyi yeniden tanımlayan bir hakikat… Bu, öze dair bir seyir imkânı sağlıyor. Belki özden geleni diri tutuyor. Belki özü rencide olanı onarıyor. Belki özde olanı bir cihetten işliyor. Netice itibariyle hayatı hakikate bir pencereden bağlıyor.

Ne ki insan olarak bizim tarafımızda durum karışabiliyor. Zira pencereyi hep gözle arıyoruz. Bir seferde pencere kenarında diretmemiz de bunun göstergesi. Zira görmeden hareket edemiyoruz. Bilemiyoruz. Belki de gördüğümüzdeki aydınlık, göremediğimizi daha da karartıyor.

(Ne yapalım? Saklanıp kuru bir uzlette mi yaşayalım? Görünür pencereleri sıkı sıkıya kapayalım mı? Zihnin sisli koridorlarında güneşi mi arayalım? Sorularda kayboluyorsak doğru cevapta da kaybolabiliriz. Doğrusu, doğru cevabı iyice perdeleyebiliriz.)

Nerede sorgulayıp nerede cevapladığımız elbette önemli. Diğer ifadeyle, nerede başlayıp nerede bittiği de öyle.

Hikâyemiz nerede başlıyor?

Hatırladığımız kadarıyla dünyaya gelince başlıyor hikâyemiz. Ancak bunu birkaç sene sonra hatırlayabiliyoruz. O hâlde hatırlamadığımız kısmı yok mu sayacağız? Bu, geşt ü güzâr etmediğimiz mekânı inkârla eşdeğer. Geçelim. Bazen en şaşaalı yıllarımızı anımsama güçlüğü...

Evet, hiç yaşanmamış gibi dediğimiz... Evet, yaşanıp yaşanmadığına bile hükmetme gayretimiz… Diğer yanda ise en önemli ayrıntıları kaçırma... Alışılageldik anlamıyla oldukça “garip” değil mi?

İnsanın dünyaya gelişi, evet, bir seferle başlıyor. Irak yollar, uzun yıllar, ne desek tanımlayamayız. Beşer olarak algılamak, ifade etmek zor. Ancak neresinden bakarsak bakalım, bir hicabın sonucu. Bu geliş, insana dair bir mahcubiyetin neticesi.

Burası, dünya, aslında insana ait değil. İnsanın geçici süre bulunduğu bir mecra. İnsan, buraya bir seferle geldi. Yine bir seferle gidecek. Zihni, geçmişi kurcalayışlarımızın da hepsi bir sefer. Dünyaya geliş ve gidiş arasında nice seferler…

Bunların bir kısmı insanın kendine görünecek. İnsanın yaptığı ve yapamadığı birçok sefer görünmeyecek. Görünenlerin bir kısmı sefer sayılacak. Belki görünmeyenlerin aslı sefer sayılacak. Ve dahi bir kısmımız idrak edecek. Bir kısmımız her yandan vehmedecek. Bir kısmımız odaktan uzaklaşmadan devam edecek. Netice, bunların bir kısmı seferine devam edecek. Bir kısmı seyrüseferle iştigal üzere kalacak. Bir kısmı garip bir ahvalde kalacak. Bir kısmı garîbliğini muhafaza edecek. Burada, özden uzaklaştıran bir sorun bizi yakalayabiliyor.

Hangi garîblik? Hangisi garîblik?

Gariplik insanın farklı mecralara taşıdığı bir konu. Asıl vatanından, sılasından ayrılan kişinin yaşadığı ahval… Bu, yanlış değil. Ancak şüphesiz meselenin özü de değil. Bilinen anlamıyla doğru. Ancak insan, bunun ötesinde bir yerden “garîb”dir. Geldiği vatandan “garîb”dir. Vatan kabul ettiği yerden değil!

Döneceği yere dair de garîbdir insan. Ancak bu garîblik de gittiği yerden değil, yine ve yine ilk geldiği yerden. Elbette buna insanın götürebildiği kadar “garîblik” diyelim. Taşıyabildiği kadar… Sermayesini türlü desiselere kurban etmediği kadar… Garip ahvalimizi garîbliğimize kurban edemediğimiz vakit, evet, o vakit elimizde azalacak sermaye.

(Gel ki insan bunu çoğunlukla yaşayamadan göçer. Bu açıdan hakikî garîblik hayatın içinde zor. İnsan garîbliğini yaşamak için mi göçer? Evet, bu olması gerekendir. Ancak geldiği garîblikten de, bulduğu garîblikten de kurtulmaya çalışır. Sadece dünyadan değil! Dünyadan göçmeden de çokça göç yaşar. Zira insan günlük misalle dahi göç üzeredir. Belki sefer üzeredir. Sabah kalkar, giyinir, kuşanır, yola koyulur. Görünen binbir türlü kalabalıktan geçer. Binbir türlü işe koyulur. Aklen koyulur. Kalben koyulur. Farklı alışverişler yapar. Gün biter. Farklı yollardan eve döner. Ancak nasıl döndüğü burada önem kazanır. İster tek gün olsun, ister ömür olsun... Perdeler çekildiğinde “garîblik” hangi yanımızda? Onu muhafaza nerede? Sermaye nerede?)

Günümüzde güç ile sermaye birbirine yakın anılıyor. Belki güç kimdeyse sermayeyi de o yönlendiriyor. Belki sermaye kimdeyse gücü de o devşiriyor. Garîblik cephesinden sermayenin kaynağı bambaşka. O yüzden burada da bizimle tezatlık söz konusu. Orada popülariteye yer yok. Bir güzel türkü… Bir şarkının üstümüzde bıraktığı o hüznü aşalım. Bir diriliş marşı olacak ne varsa… Bunların hepsi sermayeden birer parça. Hepsi birer güzellik. Ancak aslı, esası değil. Bu, her şeye kendimizce uygun gömleği giydirmek. Basit tabirle “kendimizi kendimizce eğlemek”, sadece bu! Şairin “Bize bir zevk-i tahattur kaldı” dediği de bu. Bu dahi aslında insanın öteye geçemeyişinin bir göstergesi. Asıldan bize emanet nüveyi şu kadar paslandırdığımızın… En aşina görünen ahvalimiz için dahi “Bu dahi bize ait değil” cümlelerini artırmadığımız sürece asıl astarla yer değiştirebilecek. Niyet öyle olmasa da bu emanete hoyratlık olabilecek.

Garîblikten kurtulmak mı istiyoruz?

Garipliğin yaşandığı yere “gurbet” diyoruz. Ancak gurbete bir çivi çakamadan ayrılıyoruz. Başka ifadeyle söyleyelim, gurbete çıkmakla kendinden sıyrılmak arasındaki dağları unutuyoruz. Unutmak, elbette kasti olmak zorunda değil. Ne diyelim, rüzgâra kapılıyoruz. Elimizi kaptırıyoruz. Sonra? Seyrediyoruz. Bu bizi yaşadığımız çağa mahkûm ediyor. Yahut bu bizim için mazeret kapısı oluyor. Kendimizi ifade edemeyişimizin hazin gerçeği… “Hazin” derken bile hüzünden uzaklaştığımızı hissetmiyor muyuz? Bunu anlamadan, bunu yaşamadan mı göçeceğiz?

Hüznü kaybedip başka neşe aramak… Bu bizi garîblikten de, gurbetten de uzaklaştırdı, itidalden de uzak kuru bir anlayışa yaklaştırdı. Dünyanın üstümüze kırdığı dümenler karşısında sadece süslü cümleler... “Sefer”in yerini başka kelimeler aldığından beri böyle. Bu da bizi garîbten, gurbetten ve kurbiyyetten uzaklaştırdı. Göçebe ruhu kaybedince yerlilik, garîbliğimizi de aldı götürdü.

Oysa göçebeyiz. Ve göçebenin garîbliği ezelî bir sermayedir. Ne ki o sermayeyle kurulacak göçebe çadırına ihtiyacımız var. Çadırı kurabilirsek, bizi yeniden hakikat penceresine bağlayacak. O vakit kurbiyyeti de yeniden kesp edebileceğiz. Bunda hiç şüphe yok.