MİLLETLER tarihi incelendiğinde, ilk insandan
günümüze değin tüm toplumların ortak kültür inşâ süreçleri yaşadıkları
izlenmiştir. Ancak her kültür havzasının bir medeniyet sistematiğine sahip
olduğunu söylemek mümkün değildir. Kültür ve medeniyet inşâsı, insanın bekâ
kaygısının bir sonucudur. Her medeniyet, insan doğasının karmaşık yapısından
sosyal düzene geçiş arayışının tezahürüdür.
Kültür; öz, yerel, millî olanla alâkalı iken, medeniyetse
farklı kültürlerin birikimidir. Ziya Gökalp ve şair O. Seyfi Orhon, kültürü
(hars) millî, medeniyeti ise beynelmilel (uluslararası) bir olgu olarak
görmüşlerdir. Sezar’ın “Çizmemden bir çivi eksik olsa Roma medeniyetinden şüphe
ederim” sözü, medeniyetin bileşen/birikim boyutunu ifade bakımından oldukça
manidardır. Sosyolog ve felsefeci İ. Arslanoğlu’na göre Fransızlar için kültür,
bizdeki manevî kültür olarak ifadesini bulan “irfan” kavramının eşdeğeri iken,
Amerikalılar içinse “medeniyet” kavramıyla eşanlamlıdır.
Kültür ve medeniyetin birbirine karıştırılmasının
sonucunu Batı taklitçiliği olarak gören fikir adamı N. Topçu, kültürü, “bir
toplumun kendi içinde meydana getirdiği değer hükümleri bütünü” olarak görmüş,
medeniyeti ise “insanlığın çalışarak ortaya koyduğu eserlerin bütünü” olarak
ifade etmiştir. Sezai Karakoç, bir inanç, düşünce ve dünya görüşünün kitlelere
mâl olduktan sonra uzun süreli yaşam bulması için medeniyet oluşturması ya da
başka bir medeniyetle kaynaşması gerektiğinin altını çizerek, “devlet-i ebed
müddet” fikrinin medeniyet fikrine çıkacağını belirtmiştir. Bu sebeple Üstad,
medeniyet kurmayı zorunlu görür.
Her kültürün bir medeniyeti yoktur ama her medeniyetin
bir kültürü vardır. Medeniyet bir bina ise, kültür onun temelidir. Yerli
olmadan evrensel olmak mümkün değildir. Kültür bütünün parçası iken, medeniyet
bütünün kendisidir. Batı medeniyetinin parçaları İngiliz, Alman, Fransız
kültürüdür. İslâm medeniyetinin parçaları ise Arap, Türk, Acem, Kürt
kültürüdür. Medeniyet, ortak kültürün ete kemiğe büründürülmüş hâlidir.
Medeniyetin ilk durağı şehir
Her medeniyetin sırtını yasladığı bir inanç ve ahlâk öğretisi
vardır. Çin medeniyeti, varlığını Budizm ve Konfüçyanizmde bulur. Hint
medeniyetinin ahlâkî temeli Hinduizm ve Brahmanizmdir. Batı medeniyeti ilhamını,
içine az miktarda hümanizm (insancıllık) sosu karıştırılmış pozitivist akıl,
liberalizm ve bireycilikten alır. İslâm medeniyeti ise Kur’ân ve Sünnetten...
Doğu medeniyetleri ile Batı medeniyetleri arasındaki
farkın ana esasını akıl ile kalp ayrışması oluşturmaktadır. Doğu medeniyetleri
aklın yanına mutlaka kalbi de koyarken, Batı medeniyeti akıl ile kalbi
birbirinden kopartmıştır.
Medeniyet; aileden şehre, şehirden devlete, devletten
dünya düzenine yönelik arayışın sonucudur. İslâm medeniyetine giden yolun ilk
otağı Medine’dir. “Medeniyet” sözcüğü de “şehir” anlamına gelen “Medine”den
türemiştir.
Medeniyet kurmuş milletlere ait şehirlerin bir ruhu
vardır. Şehirlere ruh veren ne ise, kültürü ve medeniyeti şekillendiren de
odur. İslâm medeniyetine ruh üfleyen temel esas inançtır. İslâm medeniyetinin
esaslı şehirleri, bu ruhun ve inancın sembolleriyle doludur. İslâm şehirlerine ihtişam
kazandıran kapılar, manevî derinlik yükleyen mabetler, varlığa anlam katan
mezar taşları, insanı nakış nakış işleyen medreseler, meydanlar, saraylar,
kervansaraylar, su kemerleri ve çeşmeler bunlardan bazılarıdır.
Kapılar hâkimiyeti, mabetler Yaratan’a bağlılığı,
mezar taşları hesap gününe olan inancı, medreseler varlığın ve eşyanın sırrına
vukûfiyeti, meydanlar münasebeti, saraylar norm ve kuralları, kervansaraylar
paylaşma ve sahip çıkılmayı, su kemerleri ve çeşmeler yaşamın idamesini
simgelerler. Bu simgelerin her biri şehre, yaşama, dolayısıyla insana kimlik
kazandırır.
İslâm şehirlerinin çekirdeği camilerdir.
Toplumsallaşmanın başladığı, paylaşmanın, yardımlaşmanın doruk noktaya taşındığı,
fikirlerin yarıştığı, duâların semâya ulaştığı, namazın sokağı, çarşıyı, pazarı
billurlaştırdığı, tartıyı düzelttiği mekânlardır camiler. İslâm medeniyetinde
cami o kadar önemlidir ki bugün bile yaşlı insanlarımız, emeklilerimiz bir
sonraki vakti beklerken zamanlarını cami bahçelerindeki asırlık çınarların
gölgelerinde hoş sohbet geçirmeyi tercih ederler. Belki de eli bastonlu, beli
bükülmüş ak saçlılarımız, caminin medeniyetimiz için değerini simgeleyen son
varlıklardır. Çünkü camilerimiz eski dinamizmini kaybetmiş, beş vakitte sadece
ezana endeksli ziyaretgâhlar hâlini almışlardır.
İslâm medeniyetine kimlik kazandıran önemli havzalar,
şehirler vardır. Mekke, Medine, Kudüs, Buhara, Horasan, Tebriz, İsfahan,
Semerkant, Bağdat, Şam, Halep, Kahire, Kurtuba, Gırnata, Saraybosna, Diyarbakır,
Şanlıurfa, Konya, Bursa ve İstanbul bunlardan sadece birkaçıdır. İnsan
şehirlere kimlik, şehirler insana kişilik kazandırır. Her insanın olduğu gibi
her şehrin bir hikâyesi vardır. Bir şehrin ihtişamlı hikâyeleri ve büyüsü, o
şehrin sakinlerinin sahip olduğu kültürel birikim ve medeniyetin merak
uyandırıcı anlatısıdır.
Coğrafya kazâ mıdır, kader mi?
Bir milletin davranış kalıplarına, karakterine yani
kültürüne kimlik kazandıran, kendini keşfettiği coğrafî iklim, kuşatıldığı
çevredir. İnsan kendini çevresinden ziyade göremez, varlığını/benliğini ancak
çevresiyle keşfeder/tanımlar.
Din psikolojisi alanında çalışan Doç. Dr. A. Albayrak,
“İnsan kendi içine kıvrılabildiği ölçüde medeniyetin kurucu unsuru olmaya
adaydır. İnsan medeniyeti doğurur ve geliştirir. Aynı zamanda bir medeniyet
havzası da kendi insan prototipini oluşturur” tespitinde bulunur.
Ali Şeriati doğayı (coğrafya) insanın dört zindanından
biri olarak görür. Öyleyse coğrafya kazâ mıdır, kader mi? İnsan doğduğu yeri
seçemeyeceğine göre, coğrafya kazâdır. Lâkin o coğrafyayı değiştirme, mamur
etme gücüne sahip olduğuna göre de coğrafya aynı zamanda kaderdir.
Bir toplumun kaderini belirleyen, o toplumu oluşturan
birey ve gruplardır. Bireylerin tutum ve davranışları grubun, grubun tutum ve
davranışları da ait olunan topluluğun geleceğini şekillendirir. Şûrâ
Sûresi’nde, “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir”
buyurulur. İnsan, aklı kullanarak geleceği şekillendirir, kaderini tayin eder.
Allah ise ezelî ve ebedî bilgisi ile bu kaderin nasıl şekilleneceğini bilir.
Oysa bizim tarihimizde yanlış bir kader anlayışı ile insan, kendisine verili
rolü oynayan edilgen bir konuma indirgenmiştir. Bu yanlış inanış, insanı
pasifize eden, gelişmeyi engelleyen bir durumdur. Oysa Yaratan, İsrâ Sûresi’nde,
“Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık” buyurulmaktadır.
Medeniyetin akıl ve kalple ilişkisi
Medeniyet, az bir topluluğun çok daha büyük
topluluklara sunduğu emeğin ürünüdür. Pulitzer Ödüllü felsefeci Durant’a göre,
medeniyeti yaratan az sayıda insandır, diğerleri ise o nimetten sadece
yararlanırlar. Her büyük medeniyetin oluşumunda simge eserler kadar, simge
isimlerin, simge liderlerin ve en önemli simge eğitim kurumlarının imzaları
vardır. İslâm medeniyetinin yükselişinde Beytü’l-Hikme, Dârü’l-Ulûm, Nizamiye
Medreseleri ve Enderun Mektebi’nde yetişen sanat, düşünce, bilim ve siyaset
adamlarının etkisini göz ardı etmek mümkün değildir.
Her medeniyet bir değerler sistematiğidir. İnsanların
ve toplumların kıymeti, sahip oldukları değerler ile ölçülür. Değerler
yitirildiği anda, medeniyet için de çöküş süreci başlar. Medeniyet dinamizmini
kaybeden toplumlar ve o medeniyetin ürünü devletler büyük bir çözülme, kargaşa
ve çöküş süreci yaşarlar. Nihayetinde bireyler inançlarını, şehirler
sembollerini, toplumlar medeniyetlerini yitirirler. Maalesef İslâm
medeniyetinin kaderi de böyle tecelli etmiştir.
Aynı kaynaktan su içen İslâm ümmetinin bir kolu
İspanya’da Endülüs İslâm medeniyetini kurarken, diğer bir kolu Anadolu İslâm
medeniyetini kurmuştur. Aynı kaynağın farklı kolları, farklı coğrafyalarda
dünyaya iz bırakan medeniyet oluşumlarına imza atmayı başarmışlardır. Bu,
membaın zenginliğinin en büyük ispatı ve kaynağın sahibinin rahmetidir. Öyle
ise sorun nerededir?
Her nesil, bir önceki neslin mirasını koruyabildiği
sürece kendi oluşturduğu mirasa değer kazandırır. İslâm medeniyeti, asırlarca
yeryüzüne nizam sunmasına rağmen, ahlâkî normların kaybedilmesi, toplum ve
devlet hayatını düzenleyen kurallarının tavsaması, aklın ve gelişmenin önüne
engeller konulması ve tarih bilincinden kopulması gibi sebeplerle dinamizmini yitirmiştir.
Zihinsel olarak çökmüş medeniyetin ayakta kalması
mümkün değildir. Aklın işlemediği yerde inanç, bir sürü kuru safsatadan ibaret
hâle gelir. İnancın olmadığı yerde ne insana, ne eşyaya, ne de coğrafyaya
kimlik kazandırılabilir. Aklı yitiren, aklı özgürleştiremeyen, kalp ile aklı
birleştiremeyen her toplum, er ya da geç kaçınılmazı yaşamaya mahkûmdur.
Millet olarak Orta Asya steplerinden başlayıp Viyana
kapılarına kadar ulaşan hikâyemiz, Anadolu topraklarında kuru yere yakılan bir
ocakla başlamıştır. Selçuklu’dan Anadolu beyliklerine, oradan Osmanlı
Devleti’ne giden süreç kolay olmamıştır. Anadolu kaotik düzeninde farklı
kültürlerin insanlarını tek bir ideal etrafında birleştirip, bir arada tutmayı
başarıp, bunu da dünyaya nizam verecek bir medeniyet birikimine dönüştürmek hiç
mi hiç basit değildir. Lâkin inançla çakılan o kıvılcım, inançla tutuşan o ateş,
çok farklı dinî ve etnik kimlikteki insanın etrafında toplandıkları,
kendilerini güvende hissettikleri, aynı türküyü seslendirdikleri, aynı ekmeği
bölüştükleri ortak bir hikâyeye dönüştürmüştür.
Anadolu İslâm medeniyetinin ürünü olan Osmanlı Devleti,
sağlam medeniyet temelleri sayesinde yedi asır ayakta kalmayı başarmıştır.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde zirve noktasına ulaşan imparatorluğun içeriden
ve dışarıdan gerçekleşen tüm saldırı ve sarsıntılara rağmen yıkılması dahi
ancak üç asırlık bir süreçte gerçekleşmiştir. Yetmemiş, bu büyük mirasın sahibi
olan milletimiz, o büyük medeniyetin suyunun suyundan Cumhuriyet projesini ortaya
çıkarmayı başararak, ateşi yeniden tutuşturacak çıngıyı küllerin altında da
olsa korumayı başarmıştır. Bugün o küllerin içinden atan çıngı yedi iklim, dört
bucağın ateşin etrafında toplanacağı, aynı türkülerin dillendirileceği, yeni ve
ortak bir hikâyenin yazılacağı günlerin özlemini çekmektedir. Lâkin o çıngının
yakacağı ateşin yeniden eski ihtişamlı günlerine kavuşması, karanlığı
aydınlatması için geçmişten ders almak, hatalarla yüzleşmek gerekmektedir.
Batı medeniyeti şizofren insan tipolojisi üretiyor
Şu bir gerçek ki, dört asrı aşkın bir süredir galip
aklın merkezi Batı’dır. Lâkin Batı, aklı özgürleştirirken kalbi yitirmiştir.
Batı aklında kalp yoktur. Kalbin olmadığı yerde akıl vicdanî melekelerden uzaklaşır,
insan robotlaşır ve mutsuz olur. Bilim ve teknikte ne kadar ileri seviyeye
ulaşılırsa ulaşılsın bu insana mutluluk getirmediği için, oluşturulan birikim,
aslında toplumsal çöküşün dinamiği hâline gelir. Bilge Kral Aliya’nın dikkat
çektiği gibi, “insanın iç rönesansını sağlayamayan” hiçbir medeniyet projesi
topluma mutluluk sunamaz.
Toplumun da, medeniyetin de temelini oluşturan en
önemli birlik, ailedir. Ailenin çöktüğü toplumlarda insan bireyselleşir.
Allanıp pullanıp “en ileri” diye bize sunulan Batı medeniyeti, insanı tek başına
bırakmıştır. Toplumun olmadığı yerde medeniyet olur mu? Batı, aklın
galibiyetini her şeyin üstünde tutmuştur. Oluşturduğu kapitalist sistem
toplumsal dayanışmayı yıkmış, insanı bireyselleştirmiştir. İnsanı ayakta tutan
yine bir insandır. İnsanı insanın kurdu kılan bir toplum, mutluluk değil, cefa
üretir. 2015 yılı verilerine göre ABD’nin New York kentinde 22 bini çocuk olmak
üzere toplamda 67 bin insan sokaklarda yaşamaktadır. “Batı’nın en ileri
medeniyeti” denilen ABD’nin şehirleri karton ve çadır kentler ile doludur. Yardımlaşma
ve dayanışmanın olmadığı, insanı ezen bir sistem, tüm dış cilasına rağmen içten
dökülmektedir.
İnsan, toplumun çekirdeğidir. Çekirdek içeriden
çürürse toplum çürür.
Yalnız insan korkular üretir. Batı toplumu, şizofren
insan tipolojilerinden oluşan, korkularıyla yaşayan bir toplumdur. Bu durum bir
kültürel şizofreninin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Batı toplumu bugün
yaşadığı korkuların eseri olarak dünyaya sadece kan ve gözyaşı sunmaktadır. Merhum
M. Âkif, Batı medeniyetinin ruhsal bozukluk hâlini “tek dişi kalmış canavar” olarak
nitelendirmiştir. Batılı siyasetçiler bireyselleşmenin yarattığı krizleri aşmak
için arayış içerisindedirler. En son İngiltere, bireyselleşmenin ortaya
çıkarttığı sorunlara çözüm aramak için “Yalnızlık Bakanlığı” kurmuştur.
Batı medeniyet aklı, doğa ve insanı varlığın iki ayrı
kutbu olarak görmektedir. Dolayısıyla kapitalist süreç ile insan-doğa ilişkisi,
bir egemenlik ilişkisi hâlini almıştır. Böyle bir egemenlik ilişkisi ise
emperyalist sömürü düzeninin ortaya çıkmasının temel sebebidir. Bugün bize en ileri
medeniyet projesi, “tarihin sonu” olarak sunulan işte bu liberal, emperyalist düzendir.
Batı’nın ailesi köle, İslâm’ın ailesi dayanaktır
Batı, “insan hakları” gibi bir kavramı dahi sömürünün
aracı hâline getirmiştir. Batı medeniyeti insanın yaratılış tabiatından
uzaklaştığı, çılgınlaşma hâlinin tezahürüdür. Batı, insanın mutluluğunu değil,
üstlerin mutluluğunu esas alır. Aristokrat kesimin mutluluğu, diğer toplum
kesimlerinin mutluluğunun üzerindedir. Batı’nın aile düzeni dahi bir kölelik
düzenidir. Lâtince “famulus”, “evcil köle” anlamına gelir. “Familia” ise “tek
efendiye bağlı olan köleler bütünü”dür.
Bizim toplumumuzun ve kültürümüzün temelini aile,
medeniyetimizin dinamiğini insanın mutluluğu oluşturur. Medeniyetimizin temeli
olan “aile”nin Arapça kökeni, “destek ve dayanak” anlamı taşıyan “ayl”dir.
Anadolu toplumunda ve dahi Mezopotamya ve Asya toplumlarında ailenin anlamı,
“bakmakla yükümlü olunan kişiler”dir.
Yani bir yanda “köleleştirme ve sömürme”, diğer yanda “ayakta
tutma, sahip çıkma, destek ve dayanak olma” vardır. Batı medeniyeti ile İslâm
medeniyetleri arasındaki devasa fark budur. Anadolu İslâm medeniyetinin
temelinde insan ile eşya arasındaki dengenin, insanın mutluluğuna yönelen derin
irfan anlayışı bulunur. Anadolu merkezli medeniyet anlayışının köklerinde Şeyh
Edebali vardır. Yûnus Emre vardır. Şeyh Edebali, devletin yaşamasının şartını insanın
yaşamasına bağlamıştır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyerek bir medeniyet
tezi ortaya koymuştur. Yine aynı şekilde Yûnus Emre, “yaratılanı Yaratandan
ötürü hoş görerek” bugün neoliberalizmin bize insan hak ve özgürlükleri diye
sundukları tezlerin en üst mottosunu yazmıştır.
Yitik, yitirildiği yerde aranır
Medeniyet hiçbir yere dışarıdan gelmez. Dışarıdan
medeniyet diye sunulan her proje, sizi siz yapan değerleri yok etme, işgal ve
sömürü projesidir. Karlofça ile başlayan gerileme sürecinin en vahim sonucu,
devlet ve medeniyet kuran, dünyaya nizam veren millete zihinsel kölelik hâlinin
yavaş yavaş kanıksatılması olmuştur. Kendi inancını, kültürünü, kök bağlarını
merkez edinerek yenilenmesi gereken zinde akıl yitirilmiş ve karşıtının,
galibinin aklında varlık arayan bir beden ortaya çıkartılmıştır. Tanzimat’la
başlayan dayatmayı Cumhuriyet tecrübesi ile bir istibdat sistemine dönüştüren
elit kadro, milletin akıl terazisini Batı’nın norm ve standartlarına teslim etmek
istemiştir. Her ne kadar toplum buna karşı direnç göstermeye çalışmış olsa da
özellikle tek parti iktidarı, toplumun bu direncine karşı halk kitlelerinin
üzerinden bir silindir gibi geçmiştir.
İslâm merkezli medeniyet olgumuzun varoluşsal
dinamiklerindeki sarsıntının açtığı zihinsel ve toplumsal krizin acılarını hâlen
yaşamaya devam ediyoruz. Toplum olarak Doğu ile Batı arasında sıkışıp kaldık.
Batı medeniyeti ile kök medeniyetimiz arasında gidip gelen bir savrulma hâli
yaşamaktayız. Galiplerin aklına sığınma ideolojisi bu topraklarda köklerine
düşman bir neslin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur.
Oysa çökmüş bir medeniyet, ancak kendi köklerine
tutunarak ayakta kalabilirdi. Anadolu ve İslâm medeniyet dinamiği bizim yeniden
ayağa kalkış noktamız olması gerekiyordu. Bugün toplum olarak varlık, insan ve
adalet algısı üzerinden yeniden canlandırılması gereken toplumsal bir ruha
ihtiyaç duyuyoruz.
Anadolu; Doğu ve Batı arasında bir köprü değil,
dünyanın merkezi olan jeopolitik ve jeostratejik bir kara parçasıdır.
Dolayısıyla burada yatan kültürel birikim de merkez, çekirdek ülke konumuna
özgüdür. Oysa bu topluma sürekli olarak Türkiye Cumhuriyeti köprü ülke olarak
sunulmuştur. Köprü üzerinde otağ kurulamaz; köprü, sadece gelip geçilen yerdir.
Otağ kurulamayan yerde kültür üretilemez, şehir inşâ edilemez. Şehir kurulamayan
yerde medeniyet inşâ edilemez.
Hantigton, “Soğuk Savaş sonrası dünyada, devletler
gittikçe artan bir biçimde menfaatlerini medeniyet perspektifi açısından
tanımlamaktadırlar” tespitinde bulunur. Yeni bir medeniyet üretmenin yolu,
öncelikle bize dayatılan galip aklı reddetmekten geçmektedir. Öğrenilmiş çaresizliklerimizden,
yenilmişlik sendromlarımızdan kurtulmanın devası, köklerimize tutunmaktır.
Batılı olmayan bir toplum, eğer yeniden bir medeniyet
üretip insanlığa refah sunacak bir sistem kurmak istiyorsa, aklı Batı’dan değil,
kendi köklerinden, özünden almak zorundadır. Bir millet, kim olduğunu ve kim
olmadığını bildiği zaman keşfeder. “Biz kimiz?” sorusunun cevabı, kim
olmadığımızda gizlidir. Biz, Batı ile Doğu arasında köprü değiliz. Biz, yedi
iklim dört bucakta at koşturmuş bir medeniyetin vârisleriyiz.
Biz, yitik bir medeniyetin ve yitik bir ümmetin çocuklarıyız. Yitik, yitirildiği yerde aranır. Yeniden dünyaya nizam sunacak bir medeniyet üretmek istiyorsak, Batı’ya değil, özümüze yönelmeliyiz. Galiplerimizin aklına değil, kendi aklımıza, irfanımıza güvenerek, ilhamımızı Kur’ân ve Sünnetten alarak yola koyulmalıyız. Yitirdiğimiz medeniyeti yeniden inşâ etmek için merhum Âkif’in dediği gibi, “doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı”.