Galiplerin aklıyla medeniyet üretilemez

Batı, aklın galibiyetini her şeyin üstünde tutmuştur. Oluşturduğu kapitalist sistem toplumsal dayanışmayı yıkmış, insanı bireyselleştirmiştir. İnsanı ayakta tutan yine bir insandır. İnsanı insanın kurdu kılan bir toplum, mutluluk değil, cefa üretir. “Batı’nın en ileri medeniyeti” denilen ABD’nin şehirleri karton ve çadır kentler ile doludur. Yardımlaşma ve dayanışmanın olmadığı, insanı ezen bir sistem, tüm dış cilasına rağmen içten dökülmektedir.

MİLLETLER tarihi incelendiğinde, ilk insandan günümüze değin tüm toplumların ortak kültür inşâ süreçleri yaşadıkları izlenmiştir. Ancak her kültür havzasının bir medeniyet sistematiğine sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. Kültür ve medeniyet inşâsı, insanın bekâ kaygısının bir sonucudur. Her medeniyet, insan doğasının karmaşık yapısından sosyal düzene geçiş arayışının tezahürüdür.

Kültür; öz, yerel, millî olanla alâkalı iken, medeniyetse farklı kültürlerin birikimidir. Ziya Gökalp ve şair O. Seyfi Orhon, kültürü (hars) millî, medeniyeti ise beynelmilel (uluslararası) bir olgu olarak görmüşlerdir. Sezar’ın “Çizmemden bir çivi eksik olsa Roma medeniyetinden şüphe ederim” sözü, medeniyetin bileşen/birikim boyutunu ifade bakımından oldukça manidardır. Sosyolog ve felsefeci İ. Arslanoğlu’na göre Fransızlar için kültür, bizdeki manevî kültür olarak ifadesini bulan “irfan” kavramının eşdeğeri iken, Amerikalılar içinse “medeniyet” kavramıyla eşanlamlıdır.

Kültür ve medeniyetin birbirine karıştırılmasının sonucunu Batı taklitçiliği olarak gören fikir adamı N. Topçu, kültürü, “bir toplumun kendi içinde meydana getirdiği değer hükümleri bütünü” olarak görmüş, medeniyeti ise “insanlığın çalışarak ortaya koyduğu eserlerin bütünü” olarak ifade etmiştir. Sezai Karakoç, bir inanç, düşünce ve dünya görüşünün kitlelere mâl olduktan sonra uzun süreli yaşam bulması için medeniyet oluşturması ya da başka bir medeniyetle kaynaşması gerektiğinin altını çizerek, “devlet-i ebed müddet” fikrinin medeniyet fikrine çıkacağını belirtmiştir. Bu sebeple Üstad, medeniyet kurmayı zorunlu görür.

Her kültürün bir medeniyeti yoktur ama her medeniyetin bir kültürü vardır. Medeniyet bir bina ise, kültür onun temelidir. Yerli olmadan evrensel olmak mümkün değildir. Kültür bütünün parçası iken, medeniyet bütünün kendisidir. Batı medeniyetinin parçaları İngiliz, Alman, Fransız kültürüdür. İslâm medeniyetinin parçaları ise Arap, Türk, Acem, Kürt kültürüdür. Medeniyet, ortak kültürün ete kemiğe büründürülmüş hâlidir.

Medeniyetin ilk durağı şehir

Her medeniyetin sırtını yasladığı bir inanç ve ahlâk öğretisi vardır. Çin medeniyeti, varlığını Budizm ve Konfüçyanizmde bulur. Hint medeniyetinin ahlâkî temeli Hinduizm ve Brahmanizmdir. Batı medeniyeti ilhamını, içine az miktarda hümanizm (insancıllık) sosu karıştırılmış pozitivist akıl, liberalizm ve bireycilikten alır. İslâm medeniyeti ise Kur’ân ve Sünnetten...

Doğu medeniyetleri ile Batı medeniyetleri arasındaki farkın ana esasını akıl ile kalp ayrışması oluşturmaktadır. Doğu medeniyetleri aklın yanına mutlaka kalbi de koyarken, Batı medeniyeti akıl ile kalbi birbirinden kopartmıştır.

Medeniyet; aileden şehre, şehirden devlete, devletten dünya düzenine yönelik arayışın sonucudur. İslâm medeniyetine giden yolun ilk otağı Medine’dir. “Medeniyet” sözcüğü de “şehir” anlamına gelen “Medine”den türemiştir.

Medeniyet kurmuş milletlere ait şehirlerin bir ruhu vardır. Şehirlere ruh veren ne ise, kültürü ve medeniyeti şekillendiren de odur. İslâm medeniyetine ruh üfleyen temel esas inançtır. İslâm medeniyetinin esaslı şehirleri, bu ruhun ve inancın sembolleriyle doludur. İslâm şehirlerine ihtişam kazandıran kapılar, manevî derinlik yükleyen mabetler, varlığa anlam katan mezar taşları, insanı nakış nakış işleyen medreseler, meydanlar, saraylar, kervansaraylar, su kemerleri ve çeşmeler bunlardan bazılarıdır.

Kapılar hâkimiyeti, mabetler Yaratan’a bağlılığı, mezar taşları hesap gününe olan inancı, medreseler varlığın ve eşyanın sırrına vukûfiyeti, meydanlar münasebeti, saraylar norm ve kuralları, kervansaraylar paylaşma ve sahip çıkılmayı, su kemerleri ve çeşmeler yaşamın idamesini simgelerler. Bu simgelerin her biri şehre, yaşama, dolayısıyla insana kimlik kazandırır.

İslâm şehirlerinin çekirdeği camilerdir. Toplumsallaşmanın başladığı, paylaşmanın, yardımlaşmanın doruk noktaya taşındığı, fikirlerin yarıştığı, duâların semâya ulaştığı, namazın sokağı, çarşıyı, pazarı billurlaştırdığı, tartıyı düzelttiği mekânlardır camiler. İslâm medeniyetinde cami o kadar önemlidir ki bugün bile yaşlı insanlarımız, emeklilerimiz bir sonraki vakti beklerken zamanlarını cami bahçelerindeki asırlık çınarların gölgelerinde hoş sohbet geçirmeyi tercih ederler. Belki de eli bastonlu, beli bükülmüş ak saçlılarımız, caminin medeniyetimiz için değerini simgeleyen son varlıklardır. Çünkü camilerimiz eski dinamizmini kaybetmiş, beş vakitte sadece ezana endeksli ziyaretgâhlar hâlini almışlardır.

İslâm medeniyetine kimlik kazandıran önemli havzalar, şehirler vardır. Mekke, Medine, Kudüs, Buhara, Horasan, Tebriz, İsfahan, Semerkant, Bağdat, Şam, Halep, Kahire, Kurtuba, Gırnata, Saraybosna, Diyarbakır, Şanlıurfa, Konya, Bursa ve İstanbul bunlardan sadece birkaçıdır. İnsan şehirlere kimlik, şehirler insana kişilik kazandırır. Her insanın olduğu gibi her şehrin bir hikâyesi vardır. Bir şehrin ihtişamlı hikâyeleri ve büyüsü, o şehrin sakinlerinin sahip olduğu kültürel birikim ve medeniyetin merak uyandırıcı anlatısıdır.

Coğrafya kazâ mıdır, kader mi?

Bir milletin davranış kalıplarına, karakterine yani kültürüne kimlik kazandıran, kendini keşfettiği coğrafî iklim, kuşatıldığı çevredir. İnsan kendini çevresinden ziyade göremez, varlığını/benliğini ancak çevresiyle keşfeder/tanımlar.

Din psikolojisi alanında çalışan Doç. Dr. A. Albayrak, “İnsan kendi içine kıvrılabildiği ölçüde medeniyetin kurucu unsuru olmaya adaydır. İnsan medeniyeti doğurur ve geliştirir. Aynı zamanda bir medeniyet havzası da kendi insan prototipini oluşturur” tespitinde bulunur.

Ali Şeriati doğayı (coğrafya) insanın dört zindanından biri olarak görür. Öyleyse coğrafya kazâ mıdır, kader mi? İnsan doğduğu yeri seçemeyeceğine göre, coğrafya kazâdır. Lâkin o coğrafyayı değiştirme, mamur etme gücüne sahip olduğuna göre de coğrafya aynı zamanda kaderdir.

Bir toplumun kaderini belirleyen, o toplumu oluşturan birey ve gruplardır. Bireylerin tutum ve davranışları grubun, grubun tutum ve davranışları da ait olunan topluluğun geleceğini şekillendirir. Şûrâ Sûresi’nde, “Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir” buyurulur. İnsan, aklı kullanarak geleceği şekillendirir, kaderini tayin eder. Allah ise ezelî ve ebedî bilgisi ile bu kaderin nasıl şekilleneceğini bilir. Oysa bizim tarihimizde yanlış bir kader anlayışı ile insan, kendisine verili rolü oynayan edilgen bir konuma indirgenmiştir. Bu yanlış inanış, insanı pasifize eden, gelişmeyi engelleyen bir durumdur. Oysa Yaratan, İsrâ Sûresi’nde, “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık” buyurulmaktadır.

Medeniyetin akıl ve kalple ilişkisi

Medeniyet, az bir topluluğun çok daha büyük topluluklara sunduğu emeğin ürünüdür. Pulitzer Ödüllü felsefeci Durant’a göre, medeniyeti yaratan az sayıda insandır, diğerleri ise o nimetten sadece yararlanırlar. Her büyük medeniyetin oluşumunda simge eserler kadar, simge isimlerin, simge liderlerin ve en önemli simge eğitim kurumlarının imzaları vardır. İslâm medeniyetinin yükselişinde Beytü’l-Hikme, Dârü’l-Ulûm, Nizamiye Medreseleri ve Enderun Mektebi’nde yetişen sanat, düşünce, bilim ve siyaset adamlarının etkisini göz ardı etmek mümkün değildir.

Her medeniyet bir değerler sistematiğidir. İnsanların ve toplumların kıymeti, sahip oldukları değerler ile ölçülür. Değerler yitirildiği anda, medeniyet için de çöküş süreci başlar. Medeniyet dinamizmini kaybeden toplumlar ve o medeniyetin ürünü devletler büyük bir çözülme, kargaşa ve çöküş süreci yaşarlar. Nihayetinde bireyler inançlarını, şehirler sembollerini, toplumlar medeniyetlerini yitirirler. Maalesef İslâm medeniyetinin kaderi de böyle tecelli etmiştir.

Aynı kaynaktan su içen İslâm ümmetinin bir kolu İspanya’da Endülüs İslâm medeniyetini kurarken, diğer bir kolu Anadolu İslâm medeniyetini kurmuştur. Aynı kaynağın farklı kolları, farklı coğrafyalarda dünyaya iz bırakan medeniyet oluşumlarına imza atmayı başarmışlardır. Bu, membaın zenginliğinin en büyük ispatı ve kaynağın sahibinin rahmetidir. Öyle ise sorun nerededir?

Her nesil, bir önceki neslin mirasını koruyabildiği sürece kendi oluşturduğu mirasa değer kazandırır. İslâm medeniyeti, asırlarca yeryüzüne nizam sunmasına rağmen, ahlâkî normların kaybedilmesi, toplum ve devlet hayatını düzenleyen kurallarının tavsaması, aklın ve gelişmenin önüne engeller konulması ve tarih bilincinden kopulması gibi sebeplerle dinamizmini yitirmiştir.

Zihinsel olarak çökmüş medeniyetin ayakta kalması mümkün değildir. Aklın işlemediği yerde inanç, bir sürü kuru safsatadan ibaret hâle gelir. İnancın olmadığı yerde ne insana, ne eşyaya, ne de coğrafyaya kimlik kazandırılabilir. Aklı yitiren, aklı özgürleştiremeyen, kalp ile aklı birleştiremeyen her toplum, er ya da geç kaçınılmazı yaşamaya mahkûmdur.

Millet olarak Orta Asya steplerinden başlayıp Viyana kapılarına kadar ulaşan hikâyemiz, Anadolu topraklarında kuru yere yakılan bir ocakla başlamıştır. Selçuklu’dan Anadolu beyliklerine, oradan Osmanlı Devleti’ne giden süreç kolay olmamıştır. Anadolu kaotik düzeninde farklı kültürlerin insanlarını tek bir ideal etrafında birleştirip, bir arada tutmayı başarıp, bunu da dünyaya nizam verecek bir medeniyet birikimine dönüştürmek hiç mi hiç basit değildir. Lâkin inançla çakılan o kıvılcım, inançla tutuşan o ateş, çok farklı dinî ve etnik kimlikteki insanın etrafında toplandıkları, kendilerini güvende hissettikleri, aynı türküyü seslendirdikleri, aynı ekmeği bölüştükleri ortak bir hikâyeye dönüştürmüştür.

Anadolu İslâm medeniyetinin ürünü olan Osmanlı Devleti, sağlam medeniyet temelleri sayesinde yedi asır ayakta kalmayı başarmıştır. Kanunî Sultan Süleyman döneminde zirve noktasına ulaşan imparatorluğun içeriden ve dışarıdan gerçekleşen tüm saldırı ve sarsıntılara rağmen yıkılması dahi ancak üç asırlık bir süreçte gerçekleşmiştir. Yetmemiş, bu büyük mirasın sahibi olan milletimiz, o büyük medeniyetin suyunun suyundan Cumhuriyet projesini ortaya çıkarmayı başararak, ateşi yeniden tutuşturacak çıngıyı küllerin altında da olsa korumayı başarmıştır. Bugün o küllerin içinden atan çıngı yedi iklim, dört bucağın ateşin etrafında toplanacağı, aynı türkülerin dillendirileceği, yeni ve ortak bir hikâyenin yazılacağı günlerin özlemini çekmektedir. Lâkin o çıngının yakacağı ateşin yeniden eski ihtişamlı günlerine kavuşması, karanlığı aydınlatması için geçmişten ders almak, hatalarla yüzleşmek gerekmektedir.

Batı medeniyeti şizofren insan tipolojisi üretiyor

Şu bir gerçek ki, dört asrı aşkın bir süredir galip aklın merkezi Batı’dır. Lâkin Batı, aklı özgürleştirirken kalbi yitirmiştir. Batı aklında kalp yoktur. Kalbin olmadığı yerde akıl vicdanî melekelerden uzaklaşır, insan robotlaşır ve mutsuz olur. Bilim ve teknikte ne kadar ileri seviyeye ulaşılırsa ulaşılsın bu insana mutluluk getirmediği için, oluşturulan birikim, aslında toplumsal çöküşün dinamiği hâline gelir. Bilge Kral Aliya’nın dikkat çektiği gibi, “insanın iç rönesansını sağlayamayan” hiçbir medeniyet projesi topluma mutluluk sunamaz.

Toplumun da, medeniyetin de temelini oluşturan en önemli birlik, ailedir. Ailenin çöktüğü toplumlarda insan bireyselleşir. Allanıp pullanıp “en ileri” diye bize sunulan Batı medeniyeti, insanı tek başına bırakmıştır. Toplumun olmadığı yerde medeniyet olur mu? Batı, aklın galibiyetini her şeyin üstünde tutmuştur. Oluşturduğu kapitalist sistem toplumsal dayanışmayı yıkmış, insanı bireyselleştirmiştir. İnsanı ayakta tutan yine bir insandır. İnsanı insanın kurdu kılan bir toplum, mutluluk değil, cefa üretir. 2015 yılı verilerine göre ABD’nin New York kentinde 22 bini çocuk olmak üzere toplamda 67 bin insan sokaklarda yaşamaktadır. “Batı’nın en ileri medeniyeti” denilen ABD’nin şehirleri karton ve çadır kentler ile doludur. Yardımlaşma ve dayanışmanın olmadığı, insanı ezen bir sistem, tüm dış cilasına rağmen içten dökülmektedir.

İnsan, toplumun çekirdeğidir. Çekirdek içeriden çürürse toplum çürür.

Yalnız insan korkular üretir. Batı toplumu, şizofren insan tipolojilerinden oluşan, korkularıyla yaşayan bir toplumdur. Bu durum bir kültürel şizofreninin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Batı toplumu bugün yaşadığı korkuların eseri olarak dünyaya sadece kan ve gözyaşı sunmaktadır. Merhum M. Âkif, Batı medeniyetinin ruhsal bozukluk hâlini “tek dişi kalmış canavar” olarak nitelendirmiştir. Batılı siyasetçiler bireyselleşmenin yarattığı krizleri aşmak için arayış içerisindedirler. En son İngiltere, bireyselleşmenin ortaya çıkarttığı sorunlara çözüm aramak için “Yalnızlık Bakanlığı” kurmuştur.

Batı medeniyet aklı, doğa ve insanı varlığın iki ayrı kutbu olarak görmektedir. Dolayısıyla kapitalist süreç ile insan-doğa ilişkisi, bir egemenlik ilişkisi hâlini almıştır. Böyle bir egemenlik ilişkisi ise emperyalist sömürü düzeninin ortaya çıkmasının temel sebebidir. Bugün bize en ileri medeniyet projesi, “tarihin sonu” olarak sunulan işte bu liberal, emperyalist düzendir.

Batı’nın ailesi köle, İslâm’ın ailesi dayanaktır

Batı, “insan hakları” gibi bir kavramı dahi sömürünün aracı hâline getirmiştir. Batı medeniyeti insanın yaratılış tabiatından uzaklaştığı, çılgınlaşma hâlinin tezahürüdür. Batı, insanın mutluluğunu değil, üstlerin mutluluğunu esas alır. Aristokrat kesimin mutluluğu, diğer toplum kesimlerinin mutluluğunun üzerindedir. Batı’nın aile düzeni dahi bir kölelik düzenidir. Lâtince “famulus”, “evcil köle” anlamına gelir. “Familia” ise “tek efendiye bağlı olan köleler bütünü”dür.

Bizim toplumumuzun ve kültürümüzün temelini aile, medeniyetimizin dinamiğini insanın mutluluğu oluşturur. Medeniyetimizin temeli olan “aile”nin Arapça kökeni, “destek ve dayanak” anlamı taşıyan “ayl”dir. Anadolu toplumunda ve dahi Mezopotamya ve Asya toplumlarında ailenin anlamı, “bakmakla yükümlü olunan kişiler”dir.

Yani bir yanda “köleleştirme ve sömürme”, diğer yanda “ayakta tutma, sahip çıkma, destek ve dayanak olma” vardır. Batı medeniyeti ile İslâm medeniyetleri arasındaki devasa fark budur. Anadolu İslâm medeniyetinin temelinde insan ile eşya arasındaki dengenin, insanın mutluluğuna yönelen derin irfan anlayışı bulunur. Anadolu merkezli medeniyet anlayışının köklerinde Şeyh Edebali vardır. Yûnus Emre vardır. Şeyh Edebali, devletin yaşamasının şartını insanın yaşamasına bağlamıştır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyerek bir medeniyet tezi ortaya koymuştur. Yine aynı şekilde Yûnus Emre, “yaratılanı Yaratandan ötürü hoş görerek” bugün neoliberalizmin bize insan hak ve özgürlükleri diye sundukları tezlerin en üst mottosunu yazmıştır.

Yitik, yitirildiği yerde aranır

Medeniyet hiçbir yere dışarıdan gelmez. Dışarıdan medeniyet diye sunulan her proje, sizi siz yapan değerleri yok etme, işgal ve sömürü projesidir. Karlofça ile başlayan gerileme sürecinin en vahim sonucu, devlet ve medeniyet kuran, dünyaya nizam veren millete zihinsel kölelik hâlinin yavaş yavaş kanıksatılması olmuştur. Kendi inancını, kültürünü, kök bağlarını merkez edinerek yenilenmesi gereken zinde akıl yitirilmiş ve karşıtının, galibinin aklında varlık arayan bir beden ortaya çıkartılmıştır. Tanzimat’la başlayan dayatmayı Cumhuriyet tecrübesi ile bir istibdat sistemine dönüştüren elit kadro, milletin akıl terazisini Batı’nın norm ve standartlarına teslim etmek istemiştir. Her ne kadar toplum buna karşı direnç göstermeye çalışmış olsa da özellikle tek parti iktidarı, toplumun bu direncine karşı halk kitlelerinin üzerinden bir silindir gibi geçmiştir.

İslâm merkezli medeniyet olgumuzun varoluşsal dinamiklerindeki sarsıntının açtığı zihinsel ve toplumsal krizin acılarını hâlen yaşamaya devam ediyoruz. Toplum olarak Doğu ile Batı arasında sıkışıp kaldık. Batı medeniyeti ile kök medeniyetimiz arasında gidip gelen bir savrulma hâli yaşamaktayız. Galiplerin aklına sığınma ideolojisi bu topraklarda köklerine düşman bir neslin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur.

Oysa çökmüş bir medeniyet, ancak kendi köklerine tutunarak ayakta kalabilirdi. Anadolu ve İslâm medeniyet dinamiği bizim yeniden ayağa kalkış noktamız olması gerekiyordu. Bugün toplum olarak varlık, insan ve adalet algısı üzerinden yeniden canlandırılması gereken toplumsal bir ruha ihtiyaç duyuyoruz.

Anadolu; Doğu ve Batı arasında bir köprü değil, dünyanın merkezi olan jeopolitik ve jeostratejik bir kara parçasıdır. Dolayısıyla burada yatan kültürel birikim de merkez, çekirdek ülke konumuna özgüdür. Oysa bu topluma sürekli olarak Türkiye Cumhuriyeti köprü ülke olarak sunulmuştur. Köprü üzerinde otağ kurulamaz; köprü, sadece gelip geçilen yerdir. Otağ kurulamayan yerde kültür üretilemez, şehir inşâ edilemez. Şehir kurulamayan yerde medeniyet inşâ edilemez.

Hantigton, “Soğuk Savaş sonrası dünyada, devletler gittikçe artan bir biçimde menfaatlerini medeniyet perspektifi açısından tanımlamaktadırlar” tespitinde bulunur. Yeni bir medeniyet üretmenin yolu, öncelikle bize dayatılan galip aklı reddetmekten geçmektedir. Öğrenilmiş çaresizliklerimizden, yenilmişlik sendromlarımızdan kurtulmanın devası, köklerimize tutunmaktır.

Batılı olmayan bir toplum, eğer yeniden bir medeniyet üretip insanlığa refah sunacak bir sistem kurmak istiyorsa, aklı Batı’dan değil, kendi köklerinden, özünden almak zorundadır. Bir millet, kim olduğunu ve kim olmadığını bildiği zaman keşfeder. “Biz kimiz?” sorusunun cevabı, kim olmadığımızda gizlidir. Biz, Batı ile Doğu arasında köprü değiliz. Biz, yedi iklim dört bucakta at koşturmuş bir medeniyetin vârisleriyiz.

Biz, yitik bir medeniyetin ve yitik bir ümmetin çocuklarıyız. Yitik, yitirildiği yerde aranır. Yeniden dünyaya nizam sunacak bir medeniyet üretmek istiyorsak, Batı’ya değil, özümüze yönelmeliyiz. Galiplerimizin aklına değil, kendi aklımıza, irfanımıza güvenerek, ilhamımızı Kur’ân ve Sünnetten alarak yola koyulmalıyız. Yitirdiğimiz medeniyeti yeniden inşâ etmek için merhum Âkif’in dediği gibi, “doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı”.