BAĞDATLI Mehmet Fuzûlî
(1483-1556), 16. yüzyıl Türk edebiyatının ve edebiyat tarihimizin en büyük
şairlerinden biridir. İlim ve sanatı bir potada eriten nadir bir bilgin ve
ender bir sanatçı olan Fuzûlî’nin edebî eserleri, engin ilmî tecessüsünün ve
geniş sanat ufkunun birbirinde kaynaşmasıyla ortaya çıkmış tanıklarıdır. Bu
itibarla onun şiirlerini çözümlerken şiir metnine pek çok bilginin ışığı
altında bakmak gerekir.
Fuzûlî,
klasik medrese tahsilini, eskilerin elsine-yi selâse dedikleri, İslam
medeniyetinin üç büyük dili olan Arapça, Farsça ve Türkçeyi yetkin manada
öğrenerek tamamlar. Bu üç dili de edebî düzeyi yüksek eserler verecek kadar iyi
bilmektedir.
Meşhur
“Leyla vü Mecnûn” adlı mesnevisinde Türkçenin kabiliyeti döneminin en beliğ
düzeyine çıkarılırken, “Rind ü Zâhid” adlı Farsça mesnevisinde medeniyetimizin
en derin fikir buhranlarından biri olarak yaşamaya eden madde-mana,
medrese-tekke, akıl-gönül, ilim- irfan ikilikleri üzerinde tartışarak onları
tevhide götürür.
Fuzûlî’nin
Arapça mensur bir risale olarak kaleme aldığı “Matlau’l- İtikâd” adlı eseri,
kelamın varoluş ve âkıbet konuları üzerinde kafa yorar. Şahsında hem ilmi, hem
de irfanı yoğurmuş bir edip olan Fuzûlî’nin fikirleri, hem medreseyi, hem de
tekkeyi tatmış bir zekâ ve gönlün ürünleri olduğu için kendi içinde bütünlük
arz eden fikirlerdir.
Fuzûlî’nin
bir düşünür ve edip olarak fikirlerini ele almak bu yazının hacminin
kaldıramayacağı bir mesele olduğu için, bu kadarlık izahı kâfi görerek asıl
maksadımıza gelelim.
“Âh”ın
mana boyutu
Onun
“Beni candan usandırdı, cefâdan yar usanmaz mı?/ Felekler yandı âhımdan,
murâdım şem’i yanmaz mı?” (Beni candan
usandıran sevgili, cefa etmekten usanmaz mı? Onun cefasıyla çektiğim ahlardan
felekler yandığı halde, muradımın mumu niye yanmaz?) matlaıyla başlayan
meşhur gazelini okurken, dikkatimi “âh” kelimesine yüklenen -tabiri caizse-
boyundan büyük anlam çekti.
Bir
edebî metinde herhangi bir kelime, boyundan büyük bir anlam dünyası ile
ilişkiye girerse orada durmalı ve o kelime üzerine binen anlamın mahiyetini
anlamaya çalışmalıdır. Ancak böyle yapıldığı takdirde bir edebî metnin dokularına
sirayet etmek mümkündür. Aslında edebî bir metnin herhangi bir yönü üzerinde
duran her dikkat, metne o yönle ilgili soru soran birinden başka bir şey
değildir. Edebî metinleri en iyi anlayan kişilerin, bu metinlere en farklı
açılardan bakarak en farklı soruları soran kişiler olduğunu ileri sürebiliriz.
Elbette
edebî esere bu tip nitelikli sorular soran bir okuyucu da sıradan bir okuyucu
değildir. Yüksek nitelikli edebî metinler, donanımlı bir okuyucu ile
karşılaşmadıkça yüzlerindeki duvağı pek kaldırmazlar, ancak böyle mesut bir ana
şahit olunca da mana güzelinin cemal seyrine doyum olmaz. Edebiyatımızdaki şerh
geleneği ile haşır neşir olmuş okuyucular, o şerhlerde cetlerimizin, nice mana
dilberinin yüzündeki nice duvağı özenle açtıklarını ve mana dilberinin cemal
nurunu cömertlikle ortaya saçtıklarını büyük bir zevkle gözlemlemişlerdir.
Sözü
tekrar Fuzûlî’nin yukarıda metnini verdiğimiz beytine getirelim ve bu beyti
şerh etmeye çalışarak dikkatimizi çeken bu âhı anlamaya ve anlatmaya çalışalım
ve beytin incelikleri üzerine eğilmeden önce kaba anlamı üzerinde duralım.
Bu
beyitte şair, sevgilinin bıkıp usanmadan ettiği cefaların kendisini canından
bezdirdiğini, bu bezginlik ve usançla çektiği âhların felekleri yakacak
kuvvette olduğu halde muradının mumunu yakamadığını söylemektedir.
Beytin
dokularına inerken…
İlk
dizedeki “cefâ” kelimesi, “eziyet, cevr, sitem ve zulüm” anlamlarına
gelmektedir. Sevgilinin, âşığın vuslat talebine olumlu cevap vermemesi, onun
aşk ve sevgisine itibar etmemesi ya da başka âşıklara iltifat ederek şaire
iltifat etmeyip onu kıskançlık ateşiyle yakması “cefâ” kelimesiyle ifade
edilmiştir. Ancak kelimenin bu anlamı, onun gerçek anlamı olmayıp mecazî bir
mana taşımaktadır. Şu halde bu mecazın niteliğini kavramak için “cefâ”
kelimesinin gerçek anlamını bilmek gerekmektedir ki söyleyelim:
“Cefâ”,
bir madencilik terimidir. Madendeki cevherin elde edilmesi için yüksek ısıda
eritildiği potaya cefâ denir. Sözgelimi, altın elde etmek istiyoruz. Bu durumda
ne yapılır? Altın madeni ocaktan kazılır, işletmeye getirilir ve potalara
doldurularak yüksek ısıda eritilir. Madenin bu potada, yani cefâda
eritilmesinden sonra cüruf bir yana ayrılır, cevher bir yana ve sonuçta da cüruftan
ayrılmış olan halis altına ulaşılır. Ancak bu ısıtma işlemi esnasında cefâdaki
madenin erimeye başlamasıyla çıkardığı sesler, zaman içinde âşığın yardan
ayrıyken çektiği âha benzetilmiş ve cefanın asıl anlamı geri planda kalarak
bildiğimiz mecazî anlamı ön plana geçmiş, “cefa” kelimesi de bu mecazda
yaşamaya başlamıştır.
Ahmet
Hamdi Tanpınar, Divan şiirinin nazım birimi olan beyti değerlendirirken ilk
dizeyi sanat, ikinci dizeyi ise zenaat olarak niteler. Fuzûlî’nin yukarıda
metnini verdiğimiz matlaı, Tanpınar’ın hükmünün hilafına, şiir kuyumculuğunun
nadide bir dizesi olarak parlamaktadır: “Felekler
yandı âhımdan, murâdım şem’i yanmaz mı?”
Bu
dizenin zevkine varmak için, “felekler” ibaresi üzerinde durmamız gerekmektedir.
Burada sözü edilen “felekler” ibaresi, hem Batlamyus’un felekler teorisine, hem
de Kur’an’ın felekler hitabına işaret etmektedir. Batlamyus, İslam dünyasında “el-Mecistî”
adıyla bilinen meşhur kitabında kâinatı küresel olarak niteler ve yerküreyi de
bu kâinatın merkezi olarak kabul eder. Yerkürenin etrafını bir soğan kabuğu
gibi saran felekler, sırasıyla Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn
felekleridir. Bu feleklerin üstünde de
sabit yıldızlar burcu vardır ve söz konusu felekler, yerküre çevresinde dairevî
hareketlerle dönerler.
Fuzûlî
de “felekler” derken işte bu yedi feleği kasteder. Şair Batlamyus’un astronomi ile astrolojiyi içe içe
işleyen bu eserine atıf yaptığına göre, beytin de kozmik bir açıklama alanı
üzerinde durduğuna kuşku yoktur.
Felekleri
bu şekilde açıklayınca, onları bir kandil gibi tutuşturan âhın ne olduğu
üzerinde ayrıntılı olarak durmak gerekmektedir. Bu beytin felekleri tutuşturan
bir şey veya inancın silik izlerini taşıdığı aşikâr olmasına aşikârdır da nedir
bu silik izleri bize yadigâr kalmış şey veya inanç?
Sadece
bir mübalağa mı?
İşte
bu noktada dizedeki “âh”ın kullanılış biçimine dikkat edilmelidir. “Âh”, bir
ses ve feryattır. Bir acı ve yanış alameti olarak çekilir. Ancak kişinin
çektiği ahın sonuçta bir sınırı vardır ve “ah” denilen şey, insan sesinin
kudreti miktarınca yayılan ve sönen bir şeydir. Hâlbuki şair, burada bütün
feleklere ulaşan bir ah ateşinden bahsetmektedir. Bu duruma, “Şair bu dizede
iğrak derecesinde bir mübalağa yapmış” deyip geçmek ne derece izah edici olabilir
ki? Ayrıca kaydetmek lazım ki, mübalağa sanatı laf olsun diye yapılmaz. Şair
mübalağayı, elindeki dil malzemesinin dar ufkuyla asla ifade edemeyeceği bir
dil ve hayal gücünün peşine düştüğü zaman kullanır.
Mübalağa
sanatı, Fuzûlî ayarındaki büyük şairler için rasyonel âlemden irrasyonel âleme
geçişin en kestirme biçimidir. Büyük sanatkârların büyük eserleri, daima
irrasyonel dünyayla temas ederek oluşturulur. Ayrıca şairin ele aldığı bir
konuda mübalağalı bir anlatımı tercih etmesi, mübalağanın kullanıldığı yerde
çözümü okuyucuya bırakılmış bir gönderi ve atfa işaret eder.
Şimdi
“âh”a geri dönelim. Bu beyitteki “âh” hangi alana ait bir unsur ile temas
ediyor? Kozmik alana ait bir unsurla… O halde “âh”ın bir yönünde kozmik alana
ait bir bağlantı vardır. Bu önermeyi elde tutarak soru sormaya devam edelim.
Peki, “âh” niye ateşle ilişkilidir? Bu soruyu daha açıklayıcı olsun diye şöyle
soralım: O hangi şeyden yükselen bir ateştir ki yalımlarıyla gökleri tutuşturup
yakar? -Üstelik bu ateş bir feryat ve ses eşliğinde göğe yükselmektedir.-
Soru sormayı bu mertebeye taşımışken devamını da getirelim. Demek ki bir şey hem feryat etmekte, hem de ateşler saçarak gökleri yandırmaktadır. Sanırım okuyucu, artık bu noktada cevabı buldu: Ağzından ateşler saçarak felekleri yakan şey “ejderha”dır. Evet, bu cevapla Fuzûlî’nin mitolojik bir varlık olan ejderhaya atıf yapmış olduğu hususunu çözdük. Hatta bu beyitte ejderha ile ilgili şöyle bir bilgi de gizlidir: “Ejderha, önce ‘âh’ tabir edilen bir nara atıyor, ardından da ağzından göklere yükselen devasa bir ateş çıkarıyor ve kanat açarak feleklere doğru uçup gidiyor.” (Buradaki âhın ejderha sesinin taklidi olduğunu düşünmek bile imkân dâhilindedir.)
Türkler, ejderha isminden bozma “acırga” da demekle birlikte, ona kendi telakkilerini en iyi yansıtan bir kelime olarak “evren” demişlerdir. Bizim kâinata “evren” dememiz, Türk mitolojisinde ejderhanın olumlu bir figür olması gerektiğini düşündürmektedir.
Ejderha
ve Türkler
Söz
bu noktaya gelince “ejderha” üzerinde durmak elzemdir. Mitsel düşünüş ve
algılayış döneminin kalıntısı olan ejderha, hem yer, hem de gökle ilişkili bir
mitsel figürdür. Özellikle Çin ve Uzakdoğu mitolojisinde daha yaygın bir figür
olan ejderha, bizim mitolojimize Orta Asya dönemimizde girmiş temel figürlerden
biridir.
Türkler,
ejderha isminden bozma “acırga” da demekle birlikte, ona kendi telakkilerini en
iyi yansıtan bir kelime olarak “evren” demişlerdir. Bizim kâinata “evren”
dememiz, Türk mitolojisinde ejderhanın olumlu bir figür olması gerektiğini
düşündürmektedir. Bu durumdan anlaşılır ki, yere mensup olarak bildiğimiz ejderha,
aynı zamanda kozmik bir unsurdur.
Gelelim
ejderhanın nasıl bir kozmik unsur olduğuna. Ejderha, eski Türkler tarafından “kök
luu” (mavi ejder) adıyla da ifade edilen bir takımyıldızdır. Kadim zamandan
beri bilinen bu takımyıldızın adlandırılmasında şüphesiz ki mitolojik bir hikâye
yatmaktadır. Aslında dilimize sonradan giren “ejder” yerine, Türkçede “evren”
kullanılır. Yılan ve özellikle büyük yılan anlamına gelen bu kelimenin kozmik
ve mitsel bir geçmişi vardır.
Türk
mitolojisinde, yeraltında ya da suda yaşayan evren ya da evrenler -genellikle
tek düşünülür-, baharda yeraltından ya da sudan çıkarak göğe yükselirler ve
felekleri harekete geçirirlerdi. Hatta kâinata evren denilmesinin temelinde de
evrilen bir karakteri olan kâinatın uçsuz bucaksız büyüklükte bir ejderha
olduğu inancı yatardı. Göğe yükselen bu ejderhalar, kanatlı ve zaman zaman da
boynuzlu olarak tasavvur olunurdu.
Türk
mitolojisinde bunlara atfedilen renkler, aynı zamanda yönlerle alakalıdır. Mavi
ejder doğuyu, beyaz ejder batıyı, kızıl ejder güneyi ve kara ejder de kuzeyi
temsil eder. Türklerde merkezin rengi sarı olduğu için, muhtemelen sarı ejder
de güç ve kudretin, yani kağanlığın sembolüdür. Türklerin yönlere verdiği renk
isimlerine bakarak biri merkezde tek -muhtemelen bu tek sarı ejder “güneş”tir-
olmak üzere dört yönde dört ejderha takımyıldızından bahsetmemiz bile
mümkündür.
Bu
ejderhalar hem gök, hem de yerle ilişkili kabul edildikleri için, mitsel algı
döneminden gelen inanç kalıntılarına göre bunların baharda kükreyerek sulardan
ve yeraltından çıkıp ağızlarından ateşler saçarak bir kara duman gibi evrile
evrile göğe yükseldiklerine inanılırdı. Bu inancın temelinde gök gürültüsü ve
şimşek gibi tabiat olaylarının izah edilme endişesinin yattığı düşünülebilir. Özellikle
ejderlerin “âh” tabir edilen kükremelerinin feleği döndürecek kuvvette bir
fırtına oluşturduğuna dair bir inancı ise Fuzûlî şu beytinde bir hüsn-i talil
ile dile getirir. Şair, feleğin dönme olgusunu, ahının rüzgârıyla dönme hayali
sebebine bağlıyor ki bu bağıntının altında yatan şeyin de bahsini ettiğimiz
mitsel ejderha telakkisiyle ilintisi açıktır: “Beni kararım ile koymaz oldun ey gerdûn,/ Yeridir âhım ile versem
inkılâb sana…” (Ey felek! Beni bir kararda durdurmaz olduğun için ah çekerek
seni evirip çevirsem yeridir.)
Divan
şiirinde ejderhalarla ilgili inanışların sadece Türk mitolojisinden geldiğini
söylemek fazla iddialı bir tez olur, ancak Divan şiirindeki ejderha
telakkisinin temelde Türk mitolojisine dayandığını ve üzerine Hindo-İran ve
Hami-Sami kültüründen gelen ejderha inanışlarının yığıldığını ileri sürmek daha
isabetlidir.
Yansımalar
Ejderhalar
Türk mitolojisinde genellikle iyi ve kötü olarak ikiye ayrılırken, Türk
düşüncesine sonradan giren diğer kültür çevrelerine dair ejderhalar kötücül
karakterlidir. Mesela Altay Türklerinde “Sangal” adlı iyi ejder, sürekli “Bükrek”
adlı kötü ejder ile savaşır. Modern anlayışta ejderha, bir arketipin
yansımasıdır. Arketiplerin milletlerin ortak hafızasıyla ilişkisi bulunduğu
tezinden kalkacak olursak, bir milletin sanatçılarının eserlerinden yansıyan
şeyin de o millete özgü olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bu durumda onların
metinlerini, yansıtılan arketipin niteliğini çözmede belge olarak ele
alabiliriz.
Fuzûlî’nin
şu beytinde, muharip bir millet olan Türklerin ok atmakla ilgili eylemlerinin
mitsel bir figür olan ejderha ile alakası şaşırtıcıdır:
“Büküldü kadim
âhım, yetti hurşîde sakın ey meh!/ Ki mihnet okunu peykânladım, gam yayını
kurdum…” (Ey dolunaya benzeyen sevgili! Aşk hasretinle belim büküldü ve
hasretle çektiğim ahlar da güneşe ulaştı. Gam yayını kurarak attığım mihnet
okunun ucuna sineler delen delici başlığı taktım; benim ah okumdan kendini
koru!)
Şair
bu beyitte “ay”ı sevgili, “güneş”i de onun vefasızlığının şikâyet edildiği bir
makam olarak yine mitsel bir düzlemde aktarır ki, bu da yine kadim ay ve güneş
tanrılar ile alakalı inanışların bakiyesini taşır.
Bu
beyitte şair, ok atma temelinde ejderhanın göğe yükseliş sahnesini tasvir
ediyor ki çok dikkat çekicidir. Bu sahneye göre ejder, önce toparlanıyor, yay
gibi gerilip kükrüyor ve ağzından ateş saçarak göğe doğru ağıp gözden
kayboluyor. Yani her şey, tıpkı bir okçunun yayını gerip bir nara ile hedefe
atması gibi… (Hatta bu beyte bakarak, atılan bu okun ucunda ateş saçan bir
nesne bulunduğunu dahi söyleyebiliriz.)