İNSAN farklılıklara
müptelâ bir canlıdır. Her zaman aynı şeyleri yemekten sıkıldığında farklı
lezzetler arar ve biraz uzaklara kaçmak ister. En lezzetli yiyecekleri de yese,
çobanın azığındaki soğandan aldığı lezzeti kimi zaman bulamayabilir.
İnsan,
maddî ve mânevî/sosyal açıdan çeşitliliğe ihtiyaç duyar. Tabiatı gereği her
sanat eserini takdir edecek donanımda olan insan, çeşitlilikleri
anlamlandırdığında sürdürülebilir bir yola girmiş olur ve bulanıklık ortadan
kalkar.
Çeşitliliğin
sayısı, eserlerin zenginliği ile ilişkili olduğu kadar insanın önündeki
fırsatlarında sayısıyla doğru orantılıdır. Fırsatları tepmenin anlamsızlığı, açık
kapıları kişinin kendisinin birer birer kapatması anlamına gelir. Bu nedenle konuya,
insanın cinsiyetine, milliyetine, sosyal statüsüne, dinine, diline, ırkına ve
rengini dikkat etmeden diğer insanlara faydalı olması ölçüsü oranında bakmak
yanlış olmayacaktır. Bu şekildeki bir bakış, bireyin yaşadığı toplumun coğrafî
sınırları içerisinde hapsolmadan evrensel düzleme taşınması anlamına gelir.
Bir insanın değer
ve üstünlüğünün kaynağı, insanları olduğu gibi kabul edip insanlar arasında ayrım
yapmamasıdır.
Adalet, bu işin taçlandırılmış şekli olarak tezahür eder. En temel bilimlerde
bile formülasyonun kaynağı, farklılıkların açık edilmesine dayanır.
Bir
olayı fiziksel olarak açıklayabilmek ve anlamlandırabilmek için iki durum
arasındaki fark, her iki durumun aynı anda bağlı olduğu parametredeki artışına
oranı olarak görülebilir. Diğer olaylara da bu pencereden bakılabilir.
İnsan
açısından hayatın en önemli mihenk taşlarından birinin bilmek, anlamak ve mânâ
vermek olduğunu biliyoruz. Bilgi üzerinde çalışılması ve yayılması, kişi ve
toplumlar için önemlidir. İnsan ve toplumun bilinç düzeyinin artması, anlama ve
anlamlandırma yeteneğindeki nüfuz derinliğini arttırır. Bu durum toplumların
ilerlemesinde önemli noktaya karşılık gelir.
Kuantum
mekaniğinin nesnelerin bireysel ve toplumsal yönlerine bakan yönü vardır.
Klasik mekanik ise daha çok maddelerin toplumsal yansıması çerçevesinde kalır.
Kuantum ve sosyoloji arasındaki analoji ise evrenin her alanına dair söylemlerinin
olmasını gerekli kılıyor. Ancak özellikle Batı’dan süt emen bazı çevreler,
sosyolojinin sadece modernizme karşı çıkışında kalmasına büyük çaba göstererek
statükonun devam etmesini istiyorlar.
Bu,
statükonun devam etmesini isteyenlerin insanı hiçleştiren ve azınlığın
çoğunluğa hükmetmesini arzu eden çevreler olduğunu gösteriyor. Bu tür fikir
sahiplerinin özgürlük, insan hakları ya da evrensel değerlere sahip çıkmasını
beklemek mantıklı durmuyor.
Yazılarımızda
sıklıkla yer verdiğimiz, kuantumun Batı tarafından bilimsel olarak ortaya
çıkartılmasının aksine Batı’nın klasik dünya görüşüne sarılması, hürriyet,
özgürlük, insan hakları ve kendi fikirlerine ne kadar güvendiklerini ortaya
koyması açısından önemli bir mihenk taşıdır.
Albert
Einstein’in kuantumun keşfine katkı sağlayıp klasik görüşe hizmet etmesi,
“Newtoncu görüşten dışarı çıkamayız” diyen Türkiye’deki bazı fizikçiler ve
sosyolojinin sadece klasik (toplum) çerçevesinde kalmasına gayret edenler hep
aynı değirmene su taşıyorlar. Doğu’ya inat!
Kuantumdan
klasik fiziğe geçiş, bireyden topluma geçiş olarak görülür. Bu hâl, Batı’nın
klasikte ısrar edenleri ve Doğu’da buna destek verenlerin bilime nasıl
baktıklarını ortaya koyuyor. Evet, her iki grup da bilime şemsiye olarak
bakıyor. İdeolojik saplantıları ve evrensel insan haklarından yoksun, dünya insanlığına tepeden, aşağılayıcı ve
ötekileştirici bakan tavırları ortaya çıkıyor.
Bu
bakışı aslında tanıyoruz. İngiliz kraliyet ailesinin Hıristiyanlık görüşünü
dünyaya yaymak için fizik bilimini bir koruma kalkanı gibi kullanan Newton’dan
tanıyoruz. Newton, bu görüşün hâkim olması için kraliyet ailesine ömrünün
sonuna kadar sadık kalmıştır. Batı’da şimdilerde de gelir geçer akçe budur.
Şimdilerde
Fransa’da yapılacak seçimlerde İslâm ve Müslüman düşmanlığının altında işte bu
görüş yapmaktadır! Zamanında yapılan küçük hataların ve anlamlandıramamanın
neticesinde bugünkü Avrupa ve Fransa, ırkçı bir kalıp içerisinde bir din
düşmanı hâline gelebilmiştir. Ancak Avrupa ve tüm Batı’da gerçekten özgürlükçü
ve insan haklarına saygılı büyük bir kitlenin varlığını da görmezden gelmemek
gerekir.
Her şeye rağmen
Fransa’da ve Avrupa’nın bazı devletlerinde ırkçılığın ve Müslüman düşmanlığının
altında yatan hiçbir bilimsel neden yoktur. Tamamen kin, nefret, korkaklık,
ırkçılık ve paranoyak anlayışın hüküm sürdüğü formel bir yapı vardır. Böyle bir yapının bütün dünyanın kabul
edebileceği bir medeniyet inşâ etmesi mümkün değildir.
Sadece
geçici bir ekonomik refah oluşturur bu. Nitekim Batı’nın yaşadığı bu aşamalar
onun sonbaharıdır. Türkiye ise zemheriyi atlatmış, bahara yelken açmıştır. Beklenmedik
bir soğuk olmaz ve yeşeren filizler iyi korunursa, baharın aşikâr olması an
meselesidir.