OTOBÜSÜN camından dışarıyı seyretti yol boyu. Arada bir, bir anda oturduğu
yerden irkiliyor, arkasına dönüp bakınıyordu önünden geçtikleri yerlere. Sanki
arayıp da bulamadığı bir şeyler var gibiydi. İçten içe biliyordu ne aradığını
da soruyordu bir yandan “Ne arıyorum ben?” diye.
Korktuğu her hâlinden belliydi. Gözlerindeki endişe ve kararsızlık,
ağır bir parfüm kokusu gibi çökmüştü üzerine. Nereye giderse gitsin,
beraberinde götürüyordu onları da. Ama hiç bomboş kalmaya görsün, hemen
toplaşırdı düşünceler aklına. Bazen tıpkı içinde yol aldığı şu otobüsün
kalabalığı gibi bir kalabalık var sanırdı zihninin derinliklerinde. Tıklım
tıklımdı her yer.
Bu otobüse, kendi gibi, neredeyse aynı insanlar biniyordu her
gün. Kafasının içindekiler de farksızdı bundan. Her gün aynı şeyleri
karşılıyordu kapısından. Bir türlü öğrenememişti kapının tıklatılma sesini duymazlıktan
gelmeyi. Aslında denemişti de yapamamıştı. Zili duymadan, gelenlerin ayak
seslerini işitmişti; söndürmüştü evindeki tüm mumları. Israrla kapıyı
yumruklamış, gitmek bilmemişlerdi.
Kalabalıklardı. Çıkardıkları seslerden anlaşılıyordu. Bunlar kısık
ama yoğun seslerdi. O kapıyı açmadığı müddetçe sesler yükselmeye, daha da
kalınlaşmaya başladı. Tok sesler geliyordu koyu kahve ahşabın ötesinden. En
nihayetinde açmak zorunda kaldı. Kapı açılınca sesler yine eski kısıklıklarına
dönmüşlerdi. Fısır fısır... “S”ler öyle keskindi ki… Kendini salondaki berjerin
önüne zor atmıştı. Saçları dağılmıştı. Üzerine üzerine geliyorlardı. Karınca
sürüsü misâli... Her biri bir yere dağılıyordu. Her biri bir başka yere...
Tırmandılar, tırmandılar... Odanın duvarlarını neredeyse tamamen kapladılar.
Olduğu yere sinmişti endişeyle. Kapının hâlâ açık olduğunu görünce içinde bir
tedirginlik hissetti. Diğerlerinin de toplaşıp gelebilmeleri için mi
kapatmamışlardı kapıyı yoksa? Bu ev daha ne kadar dolabilirdi?
Düşünceler arasında dudaklarından birkaç sözcük damladı. Ölüm ânında
kurumuş dudaklara serpilmiş birkaç damla sudan arta kalan gibiydi bu: “Daha ne
kadar?”
İnlemeye yakın bir sesti…
Yaslandığı koltuğun hemen köşesinde kıvrıldı. Seslerden kaçış yok
gibiydi. Hızla ayağa dikildi. Ne yapabileceğini düşünmeye çalıştı. Fakat bu
kadar çok düşünce içerisinde ona yarayacak olanı bulmak zor gibiydi.
Terlemişti. Penyesi sırtına, omuzlarına değin uzanan saçları alnına yapışmıştı.
Aceleyle etrafa bakınmaya başladı. Kalabalıkta karşısına çıkan her
şeye şöyle bir bakıyor, onları aceleyle kavramaya çalışıyordu. Eğer bu
düşünceler bir insan sûretinde olsalardı, dışarıdan o insanların omuzlarından
tutup onları hışımla silkeliyor gibi görünürdü. Ve bu sahneyi izleyen biri, bu
insanların yüzlerindeki ifade değişimini çok çabuk ayırt edebilirdi.
Hep onlar ısrarcıydı. Fakat bu sefer genç kız, onların üzerine
yürümeye başlamıştı. Az önceki kaçan kız gitmiş, onun yerine bambaşka biri
gelivermişti. Bunu görenler şaşkınlıkla kalakalıyordu. Fakat kız bir omzu
bıraktı mı hemen bir diğerine koşuyor, ardına bile bakmıyordu. Adım attığı
yerde çevresindekilerin alayı yok oluyordu.
En sonunda yalnız kaldı. Üzerindeki ağır parfüm, yerini cesaretin
güvenli kokusuna bırakmıştı. Kendini hiç olmadığı kadar iyi hissediyordu.
Karmaşayla dolu düşüncelerinin üzerine gitmek iyi gelmişti.
Şöyle bir baktı etrafına. Bomboştu. Geriye yalnız eşyalar kalmıştı.
O sıra içeriden birkaç patırtı işitti. Seslerin sahiplerini, ancak odanın
eşiğine geldiklerinde görebildi. Arta kalan yalnız, varsa yoksa altı kişi
kadardı. Onları bulmuştu. Aslında yine onlar kendisine ulaşmayı başarmışlardı.
Diğer hepsinden kurtulmuştu. Usulca bakıştılar. Gözleri yaşlarla doluydu her
birinin. Kızın dudaklarında buruk bir gülümseme görüldü.
İzleyen, birbirlerine nasıl da hızla sarıldıklarını görebilirdi.