HER varlık gibi insanoğlu
da dünyaya geldiği zamanı, etnik kimliğini ve coğrafyayı seçemiyor. Var
edildiği zaman ve mekândaki canlı ve cansız tüm nesnelere verilen isim ve sıfatlara
göre anlam dünyası ve değerleri oluşuyor. Bu değerler temelinde hayatı
sorguluyor insan. Bu bağlamda herkesin hayat tasavvuru, beklentisi ve
alışkanlıkları da görecelik ve farklılıklar arz ediyor.
Her
canlı, bulunduğu coğrafya ve iklim koşullarına göre var edilip anlık adaptasyon
imkânıyla buluşturulurken, istisnai olarak insan, ancak uzun vadeli bir
bağımlılık ve eğitim sonucu kendi kendini idare edebilecek düzeye
gelebilmektedir. İleriki yaşlarda ise farklı coğrafya ve iklimlere çok hızlı
adapte olabilmektedir. Bebeklik ve çocukluk sürecinin sonunda buluğ çağına
erdiğinde, belki iradesini kullanacak ve seçme hakkını elde edecektir. Bu süreç
içerisindeki acziyet ve bağımlılığı, onun aidiyetini, dilini, kültürünü ve alışkanlıklarını
belirlenmesinde etkin olacak, kimlik ve kişilik tanımını bu olgular
şekillendirecektir.
Yaşam
boyu geçen bu süreyi daha sağlıklı irdeleyebilmek ve derdimizi anlatabilmek
için kategorik bir izahat yapmayı uygun gördüm. Buna göre, “algı-ilgi-olgu” ve “bulgu-belge-bilgi”
gibi birbiriyle ilişkili kavramsallaştırmalar üzerinden birey ve toplumun
eğilim ve yönelimini irdeleyip, “haber” unsurunun etkilerini incelemeye
çalışacağız. Ara sıra bu kavramların içerikleri konusunda bazı kaynaklara da
başvuracağız. Bunu, kavramların birbiri ile ilişkisi nedeniyle yerine göre birlikte
izah edeceğiz.[i]
“Algı”,
beş duyu organımız ile dış dünyamızdan etkileşime geçtiğimiz, zihinsel
kalıplarımız ile yorumlayarak bir yargıya varıp tanımladıklarımızdır. Bu
tanımlamaları yapabilmek için doğuştan sahip olduğumuz melekeleri kullanırız.
Yani algılar, zihin dünyamızda var olmayanları, var olan genetik
özelliklerimize sentezlenen, zamanla dış dünyayı tanımlamamız için zihnimizde
oluşturduğumuz soyut fikir ve nesnelerdir.
Biyolojik
gelişim sürecinde insanlar ile diğer yaratıklar arasındaki en bâriz fark,
insanoğlunun uzun bir bakım ve öğrenme sürecinden geçmesi gerekirken, bitki ve
hayvanların böyle bir süreci yaşamamalarıdır. Çünkü diğer canlılar coğrafyaya bağımlıdırlar.
Doğal şartlarda bitkiler ve hayvanlar, yaratıldıkları bölgede hayatlarını idame
ettirip ekosistem döngüsünü devam ettirebilirler. Aksi bir irade göstermeleri
söz konusu değildir. Bir kutup ayısının çölde, bir devenin buzullarda
yaşayamaması gibi düşünebiliriz bunu.
Fakat
insan, bir ömür eğitilmeye muhtaç bir varlık olmasının yanında deneyimleme, sorgulama,
gözlem ve kavramsallaştırma özellikleri sayesinde ve biyolojik yapısı
itibariyle farklı coğrafya ve iklimlere en çabuk uyum sağlayabilen varlıktır. Bu
üstünlüğüne rağmen ilginçtir, insan, “sorgulama” dediğimiz özelliğini genel
olarak kullanmayı tercih etmez. İnsanların çoğu, genellikle “algı” ve “önkabul”lerin
etkisiyle “önyargı”larının esiri olarak yaşar ve ölürler.
“Burada
algılama, ‘deneysel ve zihinsel algılama’ olarak iki şekilde karşımıza
çıkmaktadır. Deneysel algılamalar beş duyu organımızla, zihinsel algılamalar
ise altıncı hissimizle yani bir konu hakkında var olan fikirlerimizle
algıladıklarımızdır. Birinci algılamayı sayısal, fiziksel ve maddî özellikler
meydana getirirken, ikincisini oluşturmak ve elde etmek daha zordur. Zihinsel
algılamayı sağlamak için karşı tarafın algılamasındaki sınırları ve engelleri
bilmek ve mesajı bu çerçevelere göre vermek gereklidir. Kesinlikle unutulmaması
gereken, algılamayı akıl ve mantıktan çok, duyguların yönettiğidir.”[ii]
Her
iki şekilde de zihinde bir resim oluşmakta ve insanın karar verme sürecini
etkilemektedir.
Yukarıda
belirttiğimiz gibi, beşikten mezara algılanan insanın, zihinsel kalıpları
dairesinde yaşama dair arzu ve beklentilerine kendi paradigmamızda “ilgi” demekteyiz.
Bu ilgilerse fiiliyata dönüşüp ete kemiğe bürününce “olgu”ları oluşturmaktadır.
Paradigmanın
ikinci aşaması ise “bulgu-belge-bilgi” üçlemesidir.
“Algı”
dünyamızla yaşam içerisindeki “olgu”ları yorumlayarak bir yargıya varma
aşamamıza “bulgu” ve ancak bulgularımızı doğrulayacağımız “belge”lerin ışığında
ulaştıklarımıza da “bilgi” diyebiliriz. Bu sürece “hakikat arayışı/akıl
yürütme/sınama” da denilebilir. Yaratıcımız tarafından verilen somut
organlarımız nasıl hayatı kolaylaştırmak adına kullanılmak için verilmişse, bu
süreci yönetmek için verilen “akıl” nimeti de kullanılmak için sadece insanlar (ve
cinlere) verilmiş bir özelliktir. Dolayısıyla aklı atıl bırakanlar, hayvanlar
gibi, ekosistemin parçası olarak biyolojik varlıklarını devam ettirip ölür ve
hayata katması gereken artı değeri katamazlar. Hattâ üretilmiş değerlere zarar
verirler.
Tarih
boyunca yöneticilerin büyük çoğunluğu, toplumlarını “algılar” ile yönlendirmiştir.
Çünkü her insanın toplumsal meseleler ile doğrudan işi olmayabilir. Kişisel
işleri ve günlük uğraşılarının peşindedir kimi. Dolayısıyla bir toplumu doğru
ya da yanlış yöne yönlendirmek için onların “ilgi” alanları yani korku ve
beklentileri kullanılır. Bunlar da genel itibariyle yeme içme, aile, barınma ve
statü gibi ihtiyaçların kazanılması ya da kaybedilmesi endişesidir. Bu
endişeler, hedef toplumun gerçekleri görmesini engeller ya da tavizler
vermesini sağlar.
Zihin
kontrolü ve algı yönetimi
Stratejist
Ömer Özkaya, “zihin kontrolü” (algı yönetimi) yapabilenleri sıralar ve ilkinin
Allah (cc), ikincisinin “şeytan” ve üçüncüsünün de “istihbarat örgütleri”
olduğunu ifade eder.[iii]
Allah’ın
inanan insanlara ödül ve mükâfat olarak hazırladığını belirttiği “Cennet ve Cehennem”
onların yaşamlarını düzenlemeleri sonucunu getirmektedir. Bu “algı”, insanın
doğru işler yapmasına neden olacak ve Tek Güvendiği Varlık, onu hayatının
sonunda mükâfatlandıracaktır.
İkinci
zihin kontrolcü şeytan ise, birey ya da toplumları yine mükâfat ile
algılamaktadır. Bunu nasıl yaptığını, Allah (cc) Kur’ân’da bize aktarmaktadır: “‘Rabbiniz
başka bir sebepten değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan
olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti’ dedi ve onlara, ‘Elbette ben size öğüt
vericilerdenim’ diye yemin etti.”[iv]
Görüldüğü
üzere, “melek ya da ebedîlik” algısı
oluşturan şeytan da, elinde bir imkânı olmadığı hâlde ödül vaat etmektedir.
Ancak Hazreti Âdem ve eşinin ilgisini,
tek hakikat sahibi Allah (cc) iken, şeytanın abartılı vaadi çekmiş ve yasak
ağaca yaklaşma olgusu ile bir fiil
gerçekleşmiştir.
Üçüncü
zihin kontrolcüleri yani istihbarat örgütleri ise gerek “Rahmânî”, gerekse
“şeytanî” akla hizmet ederek, ödül ve ceza merkezli çalışırlar. Bu konuyu yazı
içerisinde ele almaya gayret edeceğiz.
Sorulması
gereken soru şu: Evreni ve insanı yaratan Tek Tanrı varken, neden insanoğlu
O’ndan başka birçok ilâh edinerek onlardan ödül beklentisinde bulunur? Bir Hıristiyan,
nasıl olurda İsa’nın (as) “üçün üçüncüsü” yani tanrı oğlu ve tanrı olduğunu
kabul eder ve onun adına kurtuluş ümidine kapılır? Ya da Hitler, Alman
toplumuna dünyanın en üstün ırkı olduğunu nasıl kabul ettirir ve bu toplumu
arkasından sürükleyip bu uğurda topyekûn bir savaşa girerek dünyayı nasıl kasıp
kavurur?
Yukarıda
zikredilen âyetlerde ilk algı yöneticisinin “şeytan” olduğunu görmekteyiz. Eğer
iblis ile Âdem kıssasını mesajı merkeze alarak incelersek, şeytanı, insan
idrakini dışarıdan etkileyen düşünceler ve Âdem’i (as) de hayat ve imtihanı
anlamaya çalışan insanın tekâmülünün başlangıcı olarak kabul etmeliyiz. Buna
göre şeytan, hakikati bilen ancak üstünü örten (kâfir) bilge, Âdem (insanoğlu)
ise onun ayartıcı asılsız vaatleri ile Rahmân’ın (cc) gerçek ödül ve ceza vaadi
arasında tercih yapmak durumunda olan varlıktır.
Dikkat edilirse, şeytanın vaadinin karşılığı boş, yalan, peşin ve ayartıcı, Rahmân’ın vaadi ise sabır ve çalışma ile uzun soluklu elde edilecek zorlu bir iştir. Ancak insanoğlu genellikle peşin olanı tercih eder. Dolayısıyla “bilgi” dediğimiz aracı elde edenler, algıları da yöneterek insanlığı doğru yoldan saptırırlar. Sapkın olmamak için Rahmân’ın ilk emri gereği (hayatı, insanı, evreni) “oku”malı ve bilge şeytanların zihin kontrolüne maruz kalmamalıyız.
Haşhaşîler
Bu
meselenin tarihte bilinen en can alıcı örneği, “Hasan Sabbah ve Haşhaşîler”dir.
Hasan Sabbah, yetiştirdiği suikastçılara bir zihin kontrolü uygulamış ve onları
Cennet fedaisi hâline dönüştürerek tarihe damgasını vurmuştur. “Fedai” diye
nitelediği suikastçılarına, rivayete göre haşhaş içirdiği ve uyuşan zihinlerine
Cennet vaadiyle suikast yaptırdığını görüyoruz. İlk bakışta bu yöntem anlamsız
gelse de bugünkü FETÖ mensuplarının 15 Temmuz’da yaptıklarına bakınca
anlaşılabilir bir durumdur. Kullandığı yöntem kendisinden sonra İsmailîler
tarafından devam ettirilmiş, uzun vadede “Tapınakçılar” başta olmak üzere hâlen
Batılı gizli örgütlere ilham kaynağı olmuştur.
Öncelikle
şunu belirtelim ki, algılarımızın dış
dünyadan gelen filtrelenmemiş bir bilgi bankası oluşturduğunu kabul edersek,
onların hayat içinde deneyimlenen bulgular
ile sınanması kaçınılmazdır. Yaşadığımız süre içerisinde bu bulguların
doğruluğunu test edebileceğimiz belgelere
ulaşıldığında, gerçeğe yakın bilgiye
ulaşabildiğimizi belirtmiştik. O zaman bu sorgulamalar neticesinde “Algı mı, gerçek mi?” sorusuna cevap
verebilmek mümkün olabilir.
Hasan
Sabbah ve Haşhaşîler konusunda son yüzyıllarda, diğer pozitif bilimlerde olduğu
gibi saha araştırması ve konu hakkında bilimsel çalışmayı çoğunlukla İslâm
dünyası dışındaki “Oryantalistler” yapmışlardır. Bu konudaki en eski çalışmayı,
meşhur Osmanlı tarihçisi Joseph V. Hammer, 1818’de “Haşhaşîlerin Esrarlı Tarihi”
adlı eseri ile yapmıştır. Ondan uzun müddet sonra bir İsmailiyye uzmanı olan W.
İvanov başta olmak üzere diğer Oryantalistler; Freya Stark, Marshal G.S. Hodgson,
Peter Willey, Enno Franzius, Ferhad Daftary, Antony Campbel ve (günümüzün en
meşhuru) Bernard Levis’tir.[v] Elbette Müslüman dünyada
bu konuda çalışanlar özellikle ülkemizde, Osmanlı’nın son dönemlerinde Ahmet
Mithat Efendi, Şerafettin Yaltkaya, Zeki Velidi Togan gibi araştırmacı-tarihçiler
de vardır. Ancak Oryantalistlerin bu işleri daha sistematik yapmaları ve dünya
üzerinde Batı’nın hegemonik varlığı, “algı yönetimi”ni onların lehine
çevirmektedir.
Tarihte
bilinen en başarılı zihin kontrolcüsü Hasan Sabbah’ın özellikleri; eğitimli,
zeki ve karizmatik biri olmasıdır. Zamanın şartlarında aldığı eğitim ve gezdiği
ülkeler ona, öğrendiği bilgiyi sahada
sınama fırsatı vermiş ve önemli tecrübeler kazanmasına vesîle olmuştur. Tüm
zamanların en hareketli coğrafyaları olan Kuzey Afrika ve Çin arasındaki
seyahatleri sırasında değişik kültürleri tanıması, onun toplum mühendisliği
konusundaki becerisine katkı sağlamıştır. Bilgi ve tecrübelerinin yanında
liderlik kabiliyeti, başta kendi müritlerinin ve zamanla çevre ülkelerin
yöneticilerinin zihinlerini dahi korku ile meşgul eder duruma getirmeyi
başarmıştır.
Plândan
eyleme zihin yol
Bütün
eylemler önce zihinde kurgulanır. Çünkü insanın sahip olduğu en güçlü melekesi,
ruhu ve onun bir parçası olan zihnidir. Başarı ise inanmakla gerçekleşir. Ancak
hedefte algıları yönetilecek bir
topluluk varsa, başarı, uzun vadeli bilgi/plânlama/denetim mekanizmaları ile
gerçekleşebilir. Hedef toplumunda bilgi
düzeyi sizden daha düşük olmalıdır. Hedef kitle için “gerçek” olan şey,
yönetici için algıları oluşturur.
Aksi bir durum, başarı şansını en aza indirir.
Kur’ân’da
“Firavunun sihirbazları” örneği vardır. Sihirbazlar, Firavun ve iktidar
sahiplerini halkın gözünde olduğundan daha farklı göstermekle
vazifelendirilmişlerdir. Bu görevleri ile
algılama sürecini yöneterek kendilerine mâkam, mevki ve güvenliklerini, hem
de Firavun iktidarının devamlılığını sağlamaktadırlar. Bilgeliklerini toplum
yararına kullanmak yerine, iktidar sahibinin vaat ettiği dünya menfaatine
tercih etmişlerdir. İşte bu sırada Hazreti Mûsâ’nın asası devreye girer ve algıların etkisini bozarak hakikatin bilgisini ortaya çıkarır, düzen bozulur.
Sihirbazların ip ve sopalarını yılan şekliyle algılayan halk, Allah (cc) kudretiyle “gerçekleri” görür.[vi]
Zuhruf Sûresi 54’üncü âyetinde, “Firavun halkını küçümsedi. Onlar da ona boyun eğdiler. Zaten onlar yoldan çıkmış bir kavimdi” ifadesini görürüz. Elimizdeki meallerin kahir ekseriyetinde de bu şekilde bir çeviri söz konusu. Burada “küçümsenen” halkın, itiraz etmesi gerekirken neden itaat ettiği sorusu akla gelmektedir. Allah’ın bu âyetlerde neyi murâd ettiğini bu çevirilerde anlamakta zorlandık. Bilindiği gibi tercümelerde kelimelerin diğer dillere birebir çevirisi bazen mümkün olmamaktadır. Bu da bizi, çevirileri tekrar gözden geçirmeye itti. Âyetteki bağlam açısından bize göre, mealler arasındaki en mantıklı çeviri Muhammed Esed’e aitti. Esed, diğerlerinin “küçümsedi” olarak çevirdiği “istinhaf” kelimesini “ahmaklaştırdı” olarak çevirmektedir.[vii]
FETÖ yapılanması, Hasan Sabbah, Tapınakçılar ve Moon Tarikatı, hiyerarşik yapı, sadâkat ve yöntem benzerliği bulunan örgütlerdir.
Âyeti
bu şekilde okuduğumuzda, tanrılık iddiasında bulunan bir yöneticinin, bu
iddiasına toplumun inanmasını sağlamak için sihirbazları vasıtasıyla halkını
ahmaklaştırdığını, Allah’ın (cc) halkı uyarması için Hazreti Mûsâ ve Hârûn’u (as)
elçi olarak görevlendirdiğini daha iyi anlayabiliyoruz.
Aynı
zamanda bu âyetteki mesajlardan birisinin de,
algıları ile oynanarak ahmaklaştırılan toplum ile ahmaklaştıran yöneticilerin
suç ortağı olduklarını, zaten aldatılmaya açık ve yoldan çıkmış bir toplum
olduklarını anlıyoruz.
Günümüze
hızlı bir dönüş yaparak, bugünkü algıları
kimlerin nasıl yönetmekte olduğuna bakalım… Ancak bilginin hikâyesinde gelinen noktayı hatırlatma adına küçük bir
geri dönüşe daha ihtiyacımız var.
Dokuzuncu
yüzyıl Abbasî Devleti yöneticilerinden Memun zamanında Bağdat’ta kurulan “Dâru’l-Hikme”
(Bilgelik Evi) sayesinde, Doğu’nun biriktirdiği matematik, fizik, astronomi ve
tıp gibi bilim dallarının müktesebatı, Batı’nın biriktirdiği benzer bilimsel
insanlık mirasına ait müktesebat, Arap Müslümanlar tarafından tercüme edildi.
13’üncü yüzyıla kadar bilimin mirasçısı ve üreticisi olan Müslümanlar,
yüzyıllara yayılan bilgi akışkanlığında Doğu ile Batı arasında köprü vazifesi
gördüler. Bu yıllardan sonra bilgiyi
ve “üretimi” eline geçirmeye başlayan Batı dünyası, 16’ncı yüzyıl sonrası
coğrafî keşiflerle birlikte daha da güçlü hâle geldi.
Bilgiyi
ve gücü elinde bulunduranlar algıları
da yöneteceği için, bugünün “algı operasyonları” da genellikle Batı’dan Doğu’ya
yapılmaktadır. Batı’nın askerî ve istihbarat gücünü temsilen dünya üzerinde
hegemonyası hâlâ devam eden ABD’nin hâkimiyeti tesadüfî değildir. Geçmişte
Avrupa’da bir bilim dalı olarak zamanla oluşturulan Oryantalizm (Şarkiyatçılık),
bugünkü Batı istihbaratına büyük katkı sağlamış, Doğu devletlerine çekilen
sosyal ve siyâsî operasyonlarda etkili olmuştur, olmaktadır.
Bunun
somut örneği çoktur; ancak bize özel kırk yıllık bir “zihin kontrolü”
uygulaması olan FETÖ örneğini incelemek, zihin açıcı olacaktır. Dikkatle araştırılıp
incelendiğinde, bize göre FETÖ yapılanması, Hasan Sabbah, Tapınakçılar ve Moon
Tarikatı, hiyerarşik yapı, sadâkat ve yöntem benzerliği bulunan örgütlerdir. Bu
da, aynı türden örgütlerin “güç” ve bilgiyi
elinde bulunduran bir merkezden yönetildiklerini göstermektedir.
Bugün
biliyoruz ki, ABD’de CIA’ya altyapı oluşturan düşünce kuruluşları (ting teng)
bulunmaktadır. Bunlar bugüne kadar biriktirilen insanlık mirası bilgiyi kendi
menfaatleri doğrultusunda kullanmaktadırlar. Bu kuruluşların bir ayağı da
vakıflar ve üniversitelerdir. “Oryantalizm”in kesintisiz olarak devam
ettirildiği bu mekânlardan hedef toplum hakkında geçmişe dair tarihsel veriler
ışığında geleceğe dair plânlama yapan “düşünce kuruluşları”, CIA, MI6 ve BND
gibi örgütlere taşeronluk yapmaktadır. Kamuoyunun bildiği çok uluslu şirketler,
dünya ekonomisinde söz sahibi ve dizayn edici güce sahip CFR (dış ilişkiler
komisyonu), Bilderberg, Trilateral gibi kuruluşlar, öncekilerin çatısı durumundadır.
Bu kuruluşların hikâyeleri ayrı birer konudur.[viii]
Bugün
geldiğimiz aşamada, Batı üniversitelerinin Oryantalizmle alâkalı bölümleri, bu
kuruluşların organize ettiği vakıfların finansörlüğünde faaliyet göstererek,
şeytanî aklın bilgi ihtiyacını
karşılamaktadır. İblis-Âdem, Firavun-Mûsâ kıssalarının anlatımından
çıkardığımız mesaj, bu zıt kutupların günümüze intikal eden mücadelesidir. Bugün
ABD dolarındaki piramit ve üzerindeki göz sembolünün Mısır firavunlarına ait
sembol ve bu kuruluşlara hizmet eden Ezoterik örgütlerin birkaç bin yıl
öncesine ait işaretleri olarak kullanması tesadüf değildir.
Bu kuruluşların dünya finans kaynağını ellerinde bulundurmaları, istedikleri zaman musluğu açıp kapamaları, devletleri IMF, BM, NATO gibi kurumlarla dizayn etmeye çalışmaları, Kur’ân mesajının ışığında bakıldığında bunların küresel firavunlar olduğunu deşifre etmek mümkündür.
Medya
ve algı
Özü
itibariyle, Firavunların saltanatının devamlılığı için ahmaklaştırılan
toplumlar gereklidir. Yukarıda bahsi geçen kuruluşlar ve onların alt
kuruluşları (çok uluslu şirketler, merkez bankaları, bankalar, holdingler,
devlet idaresine etki edebilen lobiler, localar Hollywood, küresel medya
araçları, STK’lar vb.), bugün yüzyıllara yayılan plânlamalarla toplumların
algılarının yönetiminin yanında yeni “algılar oluşturma” çabasındadırlar. Çünkü
kitleleri kontrol edebilmek için o kitlelerin nesneleştirilip
standartlaştırılması gerekir. Günümüzde bu faaliyet sosyal medya ağları ve
internet platformları ile eski yöntemlere göre çok daha kolay hâle gelmiştir. Bu
araçlar sayesinde artık saha elemanlarını minimuma düşüren gizli servisler,
insanların yazılı ve görsel gönüllü paylaşımları ile daha sağlıklı bilgi
toplayıp analizler yaparak, emoji alfabesi ile anlık hissiyatı dahi yapay zekâ
kontrolünde kayıt altına alabilmektedirler. Bu konuda besin kaynağı kan ve kaos
olan Rockfeller’in adamı Zbigniev Breziski, şöyle diyor: “Eskiden 1 milyon
kişiyi kontrol etmek, 1 milyon kişiyi öldürmekten daha kolaydı. Bugün 1 milyon
kişiyi fizikî olarak öldürmek daha kolay!”[ix]
Bu
standartlaştırma ve “algı oluşturma” çabalarının en önemli ayağından biri,
tartışmasız “medya”dır. İnsanın doğası gereği toplumsal bir varlık ve değişime
açık olması, toplumsal olayları da merak etmesini gerektirir. Bu görevi Arap
toplumunda “mürekkep taşıyıcısı” denilen bilgili
(ahbar) kişiler yürüttüğü için, Arapçadan bize “haber” olarak geçen kelime bunu
ifade eder.
Haber,
“duyma, görme ile sınırlı bir süreç olduğu için”, direkt zihinle alâkalıdır. Bu
süreci yönetmeye şeytanî akıl da, Rahmânî akıl ve onun müntesipleri de
taliptir. Bugün bu sürecin belki yüzde 90’nını şeytanî aklın temsilcileri
yönetmekte, dünya hayatını amaç edinen kitlelerin zihinlerini sömürmektedirler.
Haberin
kaynağı olan iletişim araçlarının sürekli ve hızla güncellendiği dünyamızda, bu
araçların mucitleri ve güncelleyenleri bizler değiliz. Bu yüzden bizler de
şeytanî aklın algılamalarına maruz kalmaktayız. Sinema, medya, internet ağları ve
sosyal medya araçları, artık “algı operasyonları”nın güncel adresleridir. Bu
kanalları kullanarak özelde Müslümanlar, genelde dünyanın birçok yerinde kitle
hareketlerini kontrol etmiş, daha önce de altyapısını oluşturdukları algıya
açık toplumları şeytanî aklın plânlamalarına göre yönlendirmişlerdir.
Ancak
araçların doğru kullanımı, artık operasyonları tersine de çevirebilmektedir.
Anadolu irfanının mayasıyla zihin dünyası mayalanmış toplumumuz, Gezi
provakasyonu ve 15 Temmuz gibi infiâl yaratabilecek operasyonları tersine
çevirebilmeyi başarmıştır. 15 Temmuz’a kadar yeni nesilden ümitvar olmayan orta
yaşlı Anadolu insanı, “FETÖ” adı altındaki uluslararası şeytanî akılla
mücadelede artık umudunu geleceğe taşıyacağına kanaat getirmektedir.
Sonuç
itibariyle Âdem’in (as) (insanoğlunun) bedenine ruh üflenmesi ve şeytanın ona
düşmanlığı ile başlayan, Habil ve Kabil’de tekrar vücut bulan, Firavun ile insanoğlunun
aleyhinde güçlenip Hazreti Mûsâ ile suda boğulan, Yâkûb, İshak, İsmail, İbrahim
(as) ve En Son Resûl Hazreti Muhammed’den (sav) günümüze ve sonra kıyamete
kadar sürecek olan bu zıtlık, Mutlak Bilgi
Sahibi Allah’a iman edenler (güvenenler) ile şeytanî aklın algılamaları arasında devam edecektir.
Biz
Müslümanlara düşen, “Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirirse, onun
doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme zarar verir ve pişman
olursunuz”[x]
âyeti gereğince hareket etmektir. Bunun yanında çalışarak, üreterek günümüz
araçlarını insanlığın hayrına kullanmalı ve bu araçların, günümüzdeki dönüşümün
paralelinde eğitim, sağlık ve ekonomi gibi alanlarda duyarlılık göstermeliyiz.
Elbette en önemlisi de, aile kurumu ve çocukların ahlâkî eğitimlerini geleceğin
dünyasına göre şekillendirmeliyiz.
Seçtiğimiz
konu; sosyoloji, psikoloji, tarih, ekonomi ve benzeri birçok alanı kapsayan ve
içinde irdelenmesi gereken çok yönlü bir konudur. Bu yüzden biz, dilimizin
döndüğü, aklımızın yettiği kadar mesajımızı iletmeye gayret ettik. Bundan
sonraki detayları, dipnotlarda verdiğimiz kitap, makale ve videolardan
edinebilirsiniz.
Kaynakça
Psikolojik
Harp, Nevzat Tarhan, Timaş
Gül
ve Haç Kardeşliği, Aytunç Altındal, Alfa
Rockfeller’in
Küresel Celladı, Brezinski
Üst
Akıl Denen Acımasız Düzen, İsmail Tokalak, Ataç
[i]Bu kavramlar bazen
birbirinin yerine kullanılabilir. Özellikle de “belge” “bulgu ve “algı”, bilgi
olarak kullanılabilir. Ayrı ayrı kullanıldığında aradaki fark ortaya çıkmaktadır.
Bilgi her üç kelimeyi de kapsayan bir anlam içeriğine sahiptir.
[ii]http://www.karam.org.tr/Makaleler/659211216_012%20ozer.
Bir modern yönetim tekniği olarak algılama yönetimi ve iç güvenlik hizmetleri.
Mehmet Akif Özer s. 144
[iii]https://www.youtube.com/watch?v=I8_40y1nIsQ
Artı Haber .Ömer Özkaya İstihbarat örgütlerini anlatıyor.
[iv]Araf 20-21,
Diyanet Vakfı Meali
[v]Bernard Levis
yaşayan en önemli Ortadoğu tarihçilerindendir. Alamut Kalesi ve Haşhaşiler
hakkında bestseller bir kitabı vardır.
[vi]Araf 103-137,
Diyanet Vakfı Meali
[vii]Muhammed Esed. Kur’an
Mesajı meal tefsir., ilgili ayetlerin meali
[viii]Erol Bilbilik,
Rockefeller’in Küresel Celladı Brezinski, Negiz, 2017, s.20 ve sonrası
[ix]A.g.e, s. 60-61