Firavun rüyasının iki yorumcusu: Hazreti Yusuf ve Mevlânâ

Rüyayı gören Firavun “zalim gücü”, onu yorumlayan Yusuf ise “mazlum zayıfı” temsil etmektedir. Rüyanın, aynı cinslerin birbirini yemesindeki gaybî diziliş zincirini devam ettirirsek, bu halkadaki en son diziliş, en dramatik diziliş olan “insanın insanı yemesi”nde son bulur. Bu durumda rüyanın hakikî iletisi, mazlumların, sonunda zalimlere üstün gelecekleri müjdesidir.

HAZRETİ Yusuf, dillere destan güzelliği ve rüya yorumlamadaki üstün bilgisiyle tanınan bir peygamberdir. Kur’an’ın bildirdiğine göre, Hazreti Yusuf’un rüya yorumundaki üstün bilgisi, onun çalışıp çabalayarak elde ettiği bir ilme değil, Cenab-ı Allah’ın ona ihsan ettiği bir ilme dayanır. Bu itibarla Hazreti Yusuf’un rüya bilgisi, Cenab-ı Allah’ın ona özgü bir rahmeti olduğu için ledünnî bir bilgidir. Rahmet, Cenab-ı Hakk’ın, gerektiğinde bütün kullarına vermek için, nezdinde tuttuğu özel bir ihsandır.

Kehf Suresi’nde ledün ilminden bahsedilirken, “Kullarımızdan bir kula rahmet olarak ledün ilmini verdik” buyurulur. Bu ayetten anlaşılıyor ki ledün ilminin kapısı, şartlarını yerine getirmek kaydıyla her kula açıktır. Bu itibarla her kul, o açık kapıdan girme yeteneğiyle yaratılır. Ancak bu kapıdan giren insanlar çok nadirdirler. Mevlana’nın tabiriyle “Herkesin can İsa’sına hamile olması”, onu doğuracağı anlamına gelmez. Bu doğumun gerçekleşmesi “Meryemlik gerektirir”.

Meseleye bu yönden bakınca rahmetin umumî ve hususî olmak üzere ikiye ayrıldığı görülür. Öyle anlaşılıyor ki rüya yorma bilgisi, Hakk’ın seçkin kulları için hazırladığı özel bir lütuftur. Bu lütfun, öncelikle peygamberler için tahsis edildiğini söylemek yanıltıcı olmaz. Ancak bazı seçkin kullar, peygamberler için açılan mana penceresinden bakabilirler. Nadirattan da olsa böyle bir durumun varlığı, Cenab-ı Hakk’ın rahmet olarak verdiği hiçbir özel nimetin sabit bir mahiyet arz etmediğini gösterir.

Daha açık bir ifadeyle, o rahmetin niteliğine dair kul ağzından çıkan hiçbir hüküm, sonuç hükmü değildir. Değilse, Hakk’tan zuhur eden bir şeyin halka mâl olduğunda donup kalması, “yaratmanın her an yenilenmesi” ilahî kanunuyla çelişir. Bu mümkün olmadığına göre, bu durumun daha farklı bir yaklaşımla değerlendirilmesi daha isabetli olacaktır.

Uyarıcı merhamet

Diğer rüyalardan farklı olarak salih, sadık ve müjdeci rüyalar, Hakk’ın, kullarına hususî rahmetinden başka bir şey değildir. Bu rahmetin ortaya çıkışında en etkili unsur da ilahî merhamettir. İnsanların yeryüzünde büyük bir felaketle karşılaşması öncesinde ilahî merhamet, bizim nasıl bir şey olduğunu asla bilmediğimiz, uyarıcı bir merhamet olarak harekete geçer. Bu uyarıcı merhamet, insana pek çok alamete bürünerek ulaşır.

Bu alametlerden biri de rüyadır. Uyarıcı merhametin gereği olarak salih, sadık veya müjdeci bir rüya, mutlak surette felaketin yönünü değiştirme gücüne sahip olan bir insanla temasa geçer. İçerdiği mesajın önemi sebebiyle bu rüya, o güç sahibiyle birkaç kez temasa geçerek felaketin yakınlığını ihtar eder. Uyarıcı merhamet, kulları bir felaketten kurtaracağı zaman, ihtar içeren sadık rüyayı bir zalim ve müşrik üzerinden de harekete geçirebilir. Çünkü o katta müşrikle mümin birdir. Bunların ayrımı bize göredir. Mevlana, “Hak katında Musa’yla Firavun bir. Lakin burada biri yolda, biri yoldan çıkmış görünür” diyerek bu duruma açıklık getirir.

Yusuf Suresi’nde uyarıcı merhametin, zalim ve müşrik Firavun üzerinden sadık rüya göstermesi, bu hükmün açık delilidir. Firavun’un, bu rüyayı gördükten sonra ülkedeki bütün yorumcuları huzuruna çağırarak, “Ben rüyamda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini, ayrıca yedi yeşil başak ve yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanız, rüyamı bana yorumlayın” dediği malumdur.

Bu ayetin yorumunda müfessirler, “Görüyorum” fiilinin zamanına dikkat çekerek, “Birkaç zamandır bu rüyayı görüyorum” anlamına geldiğini ifade ederler. Bu yorumdan hareketle, uyarıcı merhametin kulları felaketten kurtarmak için güç sahibine sadık rüya olarak en az birkaç kez göründüğünü ileri sürebiliriz.

İslam bilginleri, Firavun’un bu rüyasını sadık rüyalara örnek olarak verirler. İbni Haldun, sadık rüyanın kişiye bir melek vasıtasıyla iletildiğini ve bu yüzden yoruma muhtaç olduğunu belirtir. Demek ki sadık rüya, yorumlanması gereken, suretlere bürünerek görünen rüyadır. Bu suretlerin çözümü gerçekleşmeden rüyanın iletisi anlaşılmaz.

Yoruma peygamberî yol gerek

Firavun’un, yorumculardan tabirini istediği sadık rüyası da suretlere bürünerek gelmiştir. Ancak yorumcuların “Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilmiyoruz” demeleri, sadık rüyanın ne kadar yetenekli olursa olsunlar, ilahî destekten mahrum insanlar tarafından asla çözülemeyeceğini göstermektedir. Bu rüyanın Hazreti Yusuf tarafından çözülmesi, hakikatin sadık rüya formuyla gelen çeşidinin, öncelikle bir peygamber tarafından çözüleceğine işarettir. Firavun’un bu rüyasını Hazreti Yusuf, “Yedi yıl âdetiniz üzere ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında bırakın. Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek, saklayacağınız az bir miktar hariç, bu yıllar için biriktirdiklerinizi yiyip bitirecek, sonra bunun ardından, insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra ve yağ sıkacaklar” biçiminde yorumlar.

Dikkat edilirse Hazreti Yusuf, bu rüyadaki verileri tek tek ele alarak yorumlamak yerine sonucu söylemiştir. Hazreti Yusuf’un bu sonuca ulaşırken kullandığı çözümleme yöntemi hakkında herhangi bir bilgimiz yoktur. Ancak ilahî kaynaktan gelen bir gerçeklik, rüya görünümlü de olsa geldiği kaynak itibariyle ölümsüz olacağından dolayı, yorumlanmasının onu bitireceğini düşünmek, geldiği kaynağın mahiyetiyle çelişir. Bir rahmet, ister rüya, ister keramet, ister mucize olarak insin, asla yok olmaz ve onun tecellisi daimdir. Bu itibarla bu rahmetleri, kıyamet kopuncaya kadar âlemin daimî varlıkları arasında saymamız gerekir. Bize düşen, onların üzerini örtmek değil, daima onlar üzerinde yoğunlaşarak, onlardan yararlanmaktır.

Hakikat böyle olmasaydı, âleme inen en büyük rahmet olan Kur’an’ın manası üzerinde asırlardır durmamıza gerek olmazdı. Bu itibarla Firavun’un rüyasına Hazreti Yusuf’un açtığı pencereden bakmak ve o rüyanın Hazreti Yusuf tarafından bir hikmet eseri olarak dile getirilmeyen çözüm yöntemini araştırmak bir gerekliliktir. Ancak bu işi yapacak kişinin, Hazreti Yusuf’un baktığı pencereden bakabilecek bir manevi konuma gelmiş olması şarttır.

Bu konum sahiplerinden biri olan Mevlana, tam da üzerinde olduğumuz konuda şöyle demektedir: “Mısır azizi, gayb gözüne kapı açıldığında, rüyada yedi semiz ve besili öküzü yedi tane arık öküzün yediğini gördü. O arık öküzler, hakikatte aslanlardı. Böyle olmasa o öküzleri yiyemezlerdi.

İbni Haldun, sadık rüyanın kişiye bir melek vasıtasıyla iletildiğini ve bu yüzden yoruma muhtaç olduğunu belirtir. Demek ki sadık rüya, yorumlanması gereken, suretlere bürünerek görünen rüyadır. Bu suretlerin çözümü gerçekleşmeden rüyanın iletisi anlaşılmaz. 

Sadık yorum, sadıkların işidir

Mevlana’nın bu teviline baktığımızda, Hazreti Yusuf’un neticeye giderken kullandığı, ancak dile getirmediği çözüm yöntemini bir yönüyle ifşa ettiğini görürüz. Mevlana gibi Kur’an’ı baştan sona edepten ibaret gören bir zatın, bu konuda had bilmezlik içerisinde olacağını düşünmek abestir. Demek ki Mevlana, bize ilahî âlemden gelen bir rahmetin, o rahmetin aslını kavrayan seçkin ruhlar tarafından halka aktarılmasının ihmal edilmemesini söylemektedir.

Firavun’un huzurundaki yorumcular, onun rüyasını sadık rüya olarak algılayamadıkları için yorumlayamamışlardır. Demek ki insanların kendi bilgilerine dayanarak yorumladığı rüyalar, Kur’an’ın “edgâm u ahlâm” (sadık olmayan) dediği rüyalardır. Mevlana’nın yorumu, sadık rüyanın diğerlerinden ayrılmasında şöyle bir ölçüt de içermektedir: Sadık rüya vasıtasıyla âlem kurallarına aykırı bir görüntü hâlinde gelen sırlı ileti, âlem kurallarıyla çelişmeyecek bir biçimde çözülmelidir. Bu yüzden o, sığırın sığırı yemesi müşkülünü, aslanın sığırı yemesi biçiminde çözmüştür. Ancak Firavun, rüyada sığırı sığırın değil de aslanın yediğini görseydi rüyası sadık olmayacaktı. Çünkü bu durumda yorum, gayba değil, dünyaya ilişkin olurdu. Ancak sığırın sığırı yemesi ve üstelik zayıf olanın semiz olanı yemesi, âlem ölçüleriyle mümkün değildir. Hâlbuki aslanın sığırı yemesi mümkündür.

Bu durumda Mevlana’nın semiz öküzleri yiyen cılız öküzlerin aslan olduğunu söylemesi, cüsse bakımından öküzden küçük olan aslanın, kuvvet ve donanım açısından onu yiyecek bir üstünlük taşımasıyla alakalıdır. Cılızın semizi yemesi, göze göre imkânsız, fakat mantığa göre mümkündür. Bu durumda rüyada görülenin, hakikatte akılla uzlaştırılması gerekmektedir. Bu rüyanın yorumunda, Mevlana’nın sadece yedi sığırın yedi sığırı yemesini izah ettiğini görürüz. Hazreti Yusuf ise, yedi kuru başağın yedi yeşil başağı yemesini izah etmiş ve yedi arık sığırın yedi semiz sığırı yemesini tabir etmemiştir.

Hazreti Yusuf’un, Mevlana’nın ifşa ettiği kısmı bilmemesi düşünülemez. O halde rüyanın bu kısmının eksik bırakılması, o rüyanın hakikatindeki hikmetle alakalıdır. Öyle anlaşılıyor ki yedi cılız sığırın yedi semiz sığırı yemesindeki iletinin muhatabı, sadece Yusuf’un yaşadığı dönemdeki Mısır halkı değil, insanlığın tümüdür.

Mevlana’nın, rüyanın bu kısmını yukarıdaki şekilde yorumlaması, Yusuf’un açık bıraktığı pencereden bakmasıyla ilişkilidir. Ancak Mevlana’nın yorumu da Yusuf’un metoduna benzer biçimde özlü ve kısadır.

Hazreti Yusuf, Firavun’un rüyasındaki, başağın başağı yemesi motifini hayata uygulayacak biçimde açıklayıp, bizzat yedi yıl boyunca o rüyanın çözümünden çıkan veriler doğrultusunda tedbirler aldığı için tedbirî olarak, Mevlana ise bu rüyadaki sığırın sığırı yeme motifini işarî olarak yorumlamıştır. Mevlana’nın yorumunda bir değinme ve işaret etme söz konusudur. Şu hâlde bu rüyanın, Hazreti Yusuf’un bilinçli olarak eksik bırakıp Mevlana’nın yorumladığı kısmında manidar bir nükte gizlidir. Mevlana, uyanık okuyucuya kendi baktığı pencereyi işaret etmektedir. Bu pencereden bakıldığında, aynı cinslerin birbirini yemesindeki garabete dikkat çekildiği görülmektedir. Şimdi rüyadaki bu nüktenin çözümünü sona bırakarak Firavun’un rüyasına dönelim.

“Sadıklarla beraber olun”

Firavun’un sadık rüya görmesi, Allah’a şirk koşan birinin nasıl olup da böyle bir nimete eriştiği şeklinde bir itiraz düşüncesini akla getirir. Hâlbuki o rüyanın sahibi Firavun değil, Hazreti Yusuf’tur. Yusuf Suresi iyi okunursa, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

Hazreti Yusuf’un, zindan arkadaşlarının rüyalarını yorumladıktan sonra bir sâkiye “Efendinin yanında beni an” demesi ve bunu söyledikten sonra birkaç yıl daha zindanda kalması, Firavun’un rüyasını daha önce Hazreti Yusuf’un görmesiyle alakalıdır. Hazreti Yusuf, böyle bir rüya görmeseydi bu ifadeyi kullanmazdı. Hazreti Yusuf, rüyasında bu rüyayı Firavun’un gördüğünü görmüştür.

Firavun’un rüyasını “öncelik-sonralık” açısından ele aldığımızda, bu rüyayı ilk önce Hazreti Yusuf’un gördüğü anlaşılır. Bu da bize sadık rüyanın bir başka mahiyetini ifade etmektedir ki o da şudur: Sadık rüya, müminin gönlüne düşmeden asla zalimin gönlüne yansımaz. Bu itibarla bir sadık rüya, ister zalimden sadır olsun, ister kâfirden, onu öncelikle sadık olanın gönlünde aramak lazımdır. Zira sadık rüyanın tecellisi, hiçbir zaman pas tutmuş aynaya düşmez. Rüya, bir görüntü ve tecelli olduğu için, görüntünün muhakkak surette parlak bir aynaya ihtiyacı vardır. O ayna da sadıkların gönlüdür. Kâfir ve zalimler, görüntünün düştüğü asıl ayna değillerdir. Onlar, asıl aynaya tutulmuş sahte aynalardır.

Rüyayı hakiki sahibine iade ettikten sonra şu rivayeti dile getirmekte fayda vardır: Asur Kralı Nabukadnezar’ın görüp unuttuğu bir sadık rüyayı Danyal Peygamber’in yorumlaması meşhurdur. Asur hükümdarının görüp unuttuğu rüya, onun huzuruna girerken Danyal Peygamber’e gösterilmiş ve Danyal Peygamber, Nabukadnezar’a unuttuğu rüyasını onun gördüğü biçimiyle aktarmıştır. Bu da gösteriyor ki sadık rüya, bir kişiye özgülenmiş, sınırlı bir tecelli değildir. O, Hakk’ın lütfuyla peygamber ve velilere farklı zaman ve mekânlarda tekrar gösterilme özelliğine sahiptir.

Rüyanın söz konusu olduğu bir durumda, “zaman göreceli”dir. Asur hükümdarı, rivayetteki zaman bağlamında rüyayı Danyal Peygamber’den önce görmüştür. O da Firavun gibi huzuruna rüya yorumcularını çağırmış, ancak kendisini korkutan rüyayı bir türlü hatırlayamamıştır. O rüya, ancak Danyal Peygamber’e gösterildikten sonra yorum nesnesi hâline gelmiştir. Bu itibarla bir rüyanın sahibi, onu gören değil, onu yorumlayandır. Bu durumda Asur hükümdarının rüyasının asıl sahibi de Danyal Peygamber’dir. Zaten “o huzura girmeden önce rüya yoktu”.

Firavun’un rüyasındaysa, Asur hükümdarının aksine Firavun rüyayı hatırlamış, fakat yorumcular acze düşmüşlerdir. Eğer yorumlasalardı, rüya Hazreti Yusuf’un değil, onların olacaktı. Demek ki sadık rüyayı ancak sahibi yorumlar. Bu durumda Mevlana’nın, Yusuf’un rüyasını yorumlamasını nasıl izah etmelidir?

Veli, nebinin varisidir. Bir oğul, nasıl ki babanın mirasına sahip olunca o mirasla ilgili her türlü tasarrufta bulunabilirse, bir veli de manevî veraset oğulluğu dolayısıyla bir peygamberin rüyasını yorumlama ve o rüyayla ilgili keşiflerde bulunma müsaadesine sahiptir.


Zindandaki “cılız kişi”

Şimdi sıra geldi, yukarıda çözülmesini elzem gördüğümüz nükteyi çözmeye. Firavun’un rüyasında, aynı cinslerden aciz olanların güçlü olanları yemesindeki garabete vurgu yapmıştık. Sadık rüyalar, Mevlana’nın işaret ettiği gibi gayb gözüne sahip olanların görebileceği nitelikteki rüyalardır. Gayb gözü, manayı suretler şeklinde görür ve o görüntüleri hiçbir sınırlamaya tâbi tutmadan baş gözüne aktarır. Rüyadan uyandığımızda, baş gözünün can gözünden sansürsüz aldığı görüntülerle karşı karşıya kalırız. Bu görüntüler, suret olarak âlemin suretlerine benzemekle birlikte, âlem mantığıyla anlaşılması mümkün olmayan bir diziliş gösterir.

Ehil yorumcu, yani Hakk’tan nasipli kişi, bu dizilişi Hakk’ın lütfuyla derhal âlemdeki görüntü diline tercüme eder. Bu tercüme olmazsa, o görüntüler bir kaos ve muamma halinde kalmaya mahkûmdur. Sığırın sığırı yemesindeki görüntü dizilişi, can gözünün gördüğü bir vizyondur. Baş gözünün sadık rüyadaki rolü, can gözünün gördüğünü hiçbir şey ilave etmeden zihne aktarmaktır. Baş gözü, rüyanın can gözündeki dizilişini aynen verirse rüya sadıktır. Şayet o görüntü, örgüsünü kaybederse, rüya tekrar geldiği yere döner, yani gayba.

Mevlana, verasetten dolayı Yusuf’un yorumladığı rüyayı aynen görmekte, fakat hikmetine binaen Yusuf’un açıklamadığı kısmı açıklamaktadır. Onun, sığırın sığırı yemesini işarî olarak aslanın sığırı yemesi olarak yorumlaması, bizlerin bu işaretten hareket ederek, rüyanın yorumunu tamamlamamıza dair bir yönlendirmedir.

Rüyayı gören Firavun “zalim gücü”, onu yorumlayan Yusuf ise “mazlum zayıfı” temsil etmektedir. Rüyanın, aynı cinslerin birbirini yemesindeki gaybî diziliş zincirini devam ettirirsek, bu halkadaki en son diziliş, en dramatik diziliş olan “insanın insanı yemesi”nde son bulur. Bu durumda rüyanın hakikî iletisi, mazlumların, sonunda zalimlere üstün gelecekleri müjdesidir.