
HER Eylül, yeni bir
başlangıçtır. Yaz mevsiminin getirdiği tüm güzellik ve sıcaklığın verdiği
rehavetin ardından tabiat yeni rengine boyanırken, insanlar ise farklı hayat
telaşları ile yaşamlarına devam ederler.
Hava
sıcaklıklarının düşmesi ile sararan ağaç yaprakları, sarı rengin en güzel
tonlarıyla bizlere görsel bir şölen sunar. Hafif esen rüzgârların, ara ara
yağan sonbahar yağmurlarının etkisiyle ağaç diplerine düşen yaprakların
üzerinde yürümek ve gazellerden çıkan ses, insan ruhuna hitap eden huzur ve
mutluluğun sesi gibidir.
Bu
ayda kışa hazırlık yapan doğa ve insanlar kendi içine bürünürken, geleceğimizi,
vatanımızı emanet edeceğimiz genç nesillerin ise yetiştirilmesi için eğitim ve
öğretimin başladığı ay da Eylül’dür. Yaz mevsiminin ardından park ve
bahçelerdeki kuş cıvıldaşmaları, yerini okul bahçelerindeki neşeli çocuk
seslerine ve koşuşturmalarına bırakacaktır artık. Okula başlayan her çocuk, bir
yaş daha büyüdüğünü doğum gününden ziyade, eğitim ve öğretimin başladığı bu
ayda hisseder. Çünkü ya yeni bir okula başlamış veya bir üst sınıfa geçmiştir.
Yıllarca
süren öğrencilik ve öğretmenlik deneyimimden olmalı, her yeni eğitim-öğretim
yılını ben de o senenin başlangıcı yani yılbaşı gibi değerlendiririm.
Okulların
açılması, veliler, öğretmenler ve tüm öğrenciler için yeni bir yıla başlamanın
verdiği büyük bir coşku ve heyecandır. Yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler, yeni
öğrenciler ve yeni bir başlangıç... Eğitim camiası, tıpkı meyve veren ağaçlar
misali yeni fışkınlara gebe, değişik tat
ve kokulu, insanlığın hizmetinde yeni meyveler verebilmek için büyük bir
hazırlık içerisindedir. Okula yeni başlayan çocuklar ve aileleri için bu süreç
çok daha heyecanlı ve mutluluk vericidir. İlk defa okula başlayan bir çocuğun,
okulun ilk gününde anne ve babasının yanında tüm kardeşlerini, babaannesini,
dedesini ve birçok akrabasını bir arada görmesi bile mümkündür.
Diğer
taraftan da çocuk için okul süreci, aileden kopuşun, bir süreliğine de olsa
ayrı kalabilmenin deneyimlendiği bir zaman dilimidir. Kimi çocuk ve aile bu
süreci sorunsuz atlatırken, bazı çocuklar ve aileler için bu süreç biraz daha
zorlu geçmektedir. Çoğu zaman çocuklarla ilgili o güne kadar göz ardı edilen
birçok sorun, çocuğun sosyal hayata adım atmasıyla gün yüzüne çıkmaktadır. Çocuğun
okula zihinsel, bedensel ve ruhsal olarak hazır olup olmadığından tutun da, o
güne kadar güvenli bir bağlanma geliştirip geliştiremediği gibi konular da o
dönemde yaşanan sorunlarla ortaya çıkmaktadır.
Okul
öncesi ve birinci sınıf öğretmenleri için ilk bir ay, “uyum dönemi” dediğimiz,
öğrencileri okula alıştırmak, sosyal ortamların kurallarını oturtmak ve çocuğa
okulu sevdirmek adına zorlu bir süreçtir. Bu süre zarfında okul koridorları
çocuğu okula gelmek istemeyen veya çocuğuyla ilgili kaygı ve endişeleri olan
veliler ile dolar taşar. Günler geçip kaygı ve endişeler azaldıkça, okula gelen
anne ve baba sayıları her geçen gün biraz daha azalır. Bu yoğun günlerin yerini
daha sakin günler alır.
Okula
yeni başlayan öğrencim Halit, okula gelmek istemediği gibi, geldiği günlerde de
annesinin eteğine sarılıyor, ona yapışarak bırakmıyordu. Onu annesinden ayırmak
için zorladığımızda ise bütün gücüyle bağırarak ağlıyor, ortalığı birbirine
katıyordu. Onun bu feryadı, diğer çocukların korkmasına ve onların da
ağlamasına neden oluyordu.
Sarı
ve turuncu karışımı kızıl dalgalı saçları, yuvarlak yüzü, elâ gözleri ve
yanaklarındaki çilleriyle oldukça sevimli bir çocuktu Halit. Kardeşlerinin en
küçüğü, annesine oldukça bağlı olanıydı. Daha önce anneden uzun süre
ayrılmadığı için bu kısa süreli ayrılık, onda travma etkisi oluşturuyordu.
Zorlu ve sıkıntılı bir süreç bizi bekliyordu. Ne söylesem ikna edemediğim gibi,
sorduğum hiçbir soruya karşılık vermeyip sadece omuz silkmekle yetiniyordu.
Annesiyle
okula geldiği bir gün, “Evde neler yapıyorsun da okula gelmek istemiyorsun
Halit?” diye sordum. Her zaman olduğu gibi omzunu silkip başını annesinin
arkasına saklamakla yetindi. Halit’ten cevap gelmeyince, annesi evde bir abisinin
olduğunu ve onunla oyunlar oynadığını anlattı. Yaz tatilinde Ordu’daki
köylerine gittiklerini, fındık bahçelerinde fındık topladıklarını, fındık
toplarken Halit’in abisi ile birlikte onlara yardım ettiğini söyledi. Bu
hikâyeyi dinleyince, Halit’in okula gelmesini sağlamak için köyden topladığı
fındıklardan biraz okula, arkadaşlarına getirmesini istedim. Halit, ertesi gün
bir eliyle annesinin elinden tutmuş, diğer elinde ise fındık poşetiyle mahcup
bir şekilde sınıfa girdi. Onu büyük bir coşkuyla karşıladık. Halit ile birlikte
fındıkları arkadaşlarına dağıttık. Öğrencilerimle birlikte Halit’e övgü ve
teşekkürlerimizi ilettik. Diğer öğrencilerime Halit’in bu fındıkları
arkadaşları için topladığını ve onlar için getirdiğini söyledim. O günden sonra
Halit’in okula gelmekle ilgili direnci kırıldı ve sorunsuz bir şekilde okula
gelip gitmeye başladı.
Aradan
birkaç gün geçmişti ki, Halit yanıma gelip, “Öğretmenim siz beni fındık
getirdiğim için mi bu kadar çok seviyorsunuz?” diye sordu. Şaşırmıştım. Fındık
getirmesi ile ilgili övgüyü biraz abarttığım için çocukta böyle bir düşünce
oluştuğunu düşündüm. Cevabımı bekleyen Halit’e, “Hayır!” dedim, “Ben seni
fındıktan önce de, fındıktan sonra da hep seviyordum. Sevmeye de devam edeceğim”
dedim. Cevabım karşısında Halit’in yüzüne mutlu bir gülümseme yerleşti.
Parlayan elâ gözleriyle “Tamam öğretmenim” deyip yanımdan uzaklaştı.
Günün
sonunda annesi Halit’i almaya geldiğinde, Halit ile aramızda geçen konuşmayı
annesine anlattım. Annesinin hikâyenin devamı için anlatışına göre, Halit evde
abisi ile konuşurken, “Öğretmenim beni çok seviyor abi, biliyor musun?” demiş.
Bunun üzerine abisi, çocuk aklıyla onu kızdırmak için veya kıskanmış olmalı ki,
“Öğretmen senin neyini sevecek aslanım, niye sevsin? Fındık götürdün, onun için
seviyordur” demiş. Halit, abisinin bu söylemine içerleyip ağlamış. Bu söz,
Halit’in dünyasında ne kadar büyük bir etki oluşturmuş ve yıkıma neden olmuş ki
bunun doğru olup olmadığını öğrenmek istemiş olmalı. Ve nihayet aklının ve
kalbinin saflığı ile bu sorunun tek doğru cevabını öğretmeninden alabileceğini
düşünmüş. Konuyu öğretmenine açık yüreklilikle sorabilecek cesareti de kendinde
bulmuş. Neyse ki verdiğim cevap onu tatmin etmiş.
Her
can biriciktir ve değerlidir. Herhangi bir sebepten değil, sadece varlığı için
değer görmek ve sevilmek ister. Doğan Cüceloğlu, “Koşulsuz sevgi, kişinin özünü
sevmeye yönelir. Bu özün sağlıklı olabilmesi için etkileşim kurar. Koşulsuz
sevgi, insanı geliştirmeyi, güçlü kılmayı, onun özünü desteklemeyi amaçlar.
Koşullu sevgi ise başkalarının beklentilerine göre diğerini kalıplamayı
amaçlar. Başkaları kişinin ana-babası olabileceği gibi, yakınları da olabilir, genel
olarak toplum da olabilir” der. Bu tanım kulağa ne kadar hoş geliyor, değil mi?
Koşulsuz
sevgi, kendi adımıza veya menfaatimize herhangi bir karşılık beklememektir.
Çocuklarımızı kendi uzantımız gibi görmeden, “Benim istediğim, beklediğim ve
arzuladığım gibi olacaksın” dayatmasından vazgeçmektir. Onların varlığına,
isteklerine, farklılıklarına ve bireyselliğine saygı duymaktır. Tıpkı bir tohum
veya nüve gibi, potansiyelinde saklı olan cevherin ne olduğunu bulmaya ve anlamaya
çalışmak, ortaya çıkması için güneşini, suyunu, gübresini eksik etmeden
yardımcı olmak ve desteklemektir. Rabbimizin, üzerindeki muradını bulmak ve ruhunda
tamiri ve telâfisi güç yaralar açmadan topluma sağlıklı nesiller yetiştirmektir.
Ve yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevmektir.
Vesselâm…