Fincanın ruhu

Ateş, su, hava ve toprak, varlık âleminin ana unsurlarıdır. Bu dört elemente “anâsır-ı erbaa” denir. Hava soğukluk, su yaşlık, ateş sıcaklık, toprak kuruluktur. “Anâsır-ı erbaa”, varlık âleminin esâsını, tüm mahlûkatın ve insanın mizacını oluşturur. Kahvenin de her insanın mizacına hitap eden bir yanı vardır. Telvesi toprak, sıcağı ateş, kokusu hava ve özü sudur.

GÖZLERİMİ kapatıyorum; alaca bir siyahlıkta alabildiğine sır ve umut yüklü dumanlar eşliğinde bir fincan kahve hayâl ediyorum. Tüm renklerin absorbe olduğu asil, sessiz ve kontrollü bir irade gibi bu karanlık, bu düş, bu bekleyiş…

Belki çok uzağımda, belki de çok yakınımda öylece seyre daldığım kahve fincanı, kendisine uzanan ellerin sırlarından, ruhlarındaki sızıdan, kalplerindeki sevdadan söz ediyor sessizce bana… “Olmaz” diyorum, “Olmaz”. Başkalarının sırrı, sızısı, sevdası kendine! Bana bir kahvenin serüvenini yazmak düşsün…

Açıp gözlerimi, yazıyorum…

Kahve sunumu

Kahve kültürü, yapılışı, sunumu ve içim ritüelleri ile her aşamasında onu içen kişi için özel olma hâlidir. Yanında -kırk yıllık hatırla- gelen kahve, tarihimizde önem ve kıymeti asırlardır süren gelenek ve göreneklerimizdendir. Sarayda, yerine göre diplomasi göreviyle arz-ı endam eden Türk kahvemiz, halk için “keyif veya yorgunluk kahvesi olarak” adlandırılırken, “kahve-altı” özelliği genellikle göz ardı edilir.  

Kahve ikramı, saray kültüründe üç ya da dört kızın gerçekleştirdiği hizmetin ve hürmetin ardı ardına servis edildiği, Kanunî Sultan Süleyman’ın (1520-1566) döneminde “kahveci başı” olarak görev ihdas edilen dönemde kahve, fincan ve zarf sunumu başlı başına bir seremoni şeklindedir.[i]

Birinci aşama sarmalı inci ya da elmas ile süslü kadife veya atlas mangal örtüsünün getirilmesi; ikinci aşama kahve tepsisi ile fincan ve zarfların taşınması; üçüncü aşama da kor halinde ateş bulunan stile (mangala) oturtulmuş kahve ibriğini getirerek son olarak fincanları doldurup zarflara yerleştirilmesi ve konuklara sunulmasıdır. Böylece kahve, çok özel ve muteber bir ikrama dönüşmesinden oluşur.

Bu gelenek günümüzün hızlı yaşamında, kahvenin damakta kalan tadı ve fiziksel olarak kafeinin etkisi ile kolay ve çeşit bakımından zenginleşerek çoğalmış ve türemiştir. Artık kahve, dünyada her ülkenin damak zevkine ve görsel şovu ile petrolden sonra dünyada ikinci tercih edilen madde olmuştur.

Dünyada kahve

Öncelikle Orta Doğu’da kahveyi 15’inci yüzyılda Yemen, daha sonra İran, Mısır, Suriye, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye tanımıştır. Şimdilerde ise kahve kültürü İskandinav ülkelerinde artmış, bu ülkeler en çok kişi başı kahve tüketen ülkeler arasına yerleşmiştir.

İki tür kahve çekirdeği vardır. Arabika çekirdeği, Etiyopya’daki orijinal kahve ağaçlarından elde edilir ve bu ağaçlar bodur olup rafine, yumuşak ve aromalı kahve ile dünya kahve üretiminin yüzde yetmişini oluşturur. Rabusta kahve çeşidi daha acı olup iki katı kafeinlidir. Hazır granül kahve, Orta ve Batı Afrika, Endonezya ve Güneydoğu Asya ülkeleri, Brezilya ve Vietnam’da üretilmektedir.

Kahve bir meyvedir ve keçilerin yemesi üzerine keşfedilmiştir. Bünyeye faydalı çekirdekleri hem içilir, hem yenilebilir. Bunun yanında en pahalı ithal ürünler arasında dünya bazında yerini almaktadır. Sağlıkta tip-2 diyabet hastalarına iyi geldiği tespit edilmiş olup, Demans ve Alzheimer hastalığı için faydalı olabileceği öngörüleriyle araştırılmaktadır. Kahvedeki kafeinin enerji seviyesini ve sportif performansı arttırdığı belirlenmiştir.


Fincan ve zarfın hâl durumu

İkramlar içinde çay ve şerbetin yanı sıra kahvenin muteber ve mihver oluşu, sadece varlığından mülhem değil, başından geçen hâller içinde tefrik bir yanı vardır.

“Fincan maşuktur, kahve âşıktır” destanının bercestesinde şöyle izah ederler: Kahvenin, kahve olup fincana gelinceye kadar hâlden hâle girmesi icap eder. Şöyle ki, ağaçtan toplanması, kurutulması, ezilmesi, dövülmesi, bekletilmesi, belki ara ara ateşte kavrulması, ardından “Dem bu demdir” sözü ile sevgili ile buluşma vaktine sabır çekmesi, tabiri caiz ise vuslatını beklemesidir onu böyle cazip kılan.

Gelelim fincan tarafından hâl durumuna…

İnsanların topraktan küçük büyük kaplar, çömlekler yapmaya başlamalarından sonra vücut bulan fincan ve zarfların şekli şemaili ve kemâlâtı, eskilerde tahta üzerinde yoğrulması, yoğruldukça çevrilmesi, dönmesi ile başlar. İlk fırınla yani ateşle buluşması sağlanır. Ateşle buluşması yetmez, kavrulması gerekir; daha sonra bir fırça ile alınan şekline figürler, boyalar nakşedilir. Dokundukça ağlayan fincan, artık tam tebessüm edecekken bir daha fırına varır ve bu seferki ateş, ilk ısıdan biraz daha harlıdır. Ustası, bu işlemler boyunca ter akıtır. Kendi de son canını vermek üzere iken fırından narince çıkar ve aynada şekline şemailine bakar. Kendine inanamazken dönmesini, yanmasını, pişmesini hatırlar ve durur. Sakince yerine konmayı beklerken, henüz tecessüs edemediği âşık ve maşukun buluşması kalmıştır geriye. İkisinin de hammaddesi topraktır. Nitekim işlenmişler, süslenmişler, hâlden hâle geçmişlerdir. Fincanın narin, zarif kulpu, sanki insanoğlunun kulağını andırır. Kendini tutanı dinlemek ister. Kişiye özel olup, iki kulpu yoktur!

Fincanın tarihi

Bu destanın ardından fincan ve zarflarının tarihine şöyle bir göz atalım: 16’ncı yüzyıldan başlayarak Çin porseleni, İznik ve Kütahya çinisi ve daha sonra 17’nci yüzyılda Lüleci çamurdan Tophane işi 1928’e kadar sürmüştür. 18’inci yüzyıl Yedikule sırça cam fincanı, 19’uncu yüzyıl Beykoz işi cam ile yıldız porselen fincan üretilmeye başlanmıştır.

İstanbul’da ilk kahvehane, 1550 yıllarında, Arap kökenli bir kişi ile Tahtakale’de açılmıştır. 17’nci yüzyılda Hürrem Sultan’ın gelini Nurbanu Sultan (gerçek adı Cecillia Venier-Baffo)[ii], aslen Venedikli olduğundan Avrupa’da kahvenin yaygınlaşmasına büyük katkı sunmuştur. Tarih kitapları özellikle İtalya’da kahvenin Türk usûlüne benzer biçimde pişirilmesiyle büyük ses getirdiği bilgisine yer vermiştir.[iii]

Fincanın ve kahvenin ruhu

Toprak ve ateşle hâlden hâle giren, insanın maharetli elleri ile bir sanat eserine dönüşen fincan ve tabakları, hava ile nefes alıp verir, kişiden kişiye değişik hâl ve tutumla karşısındakini konuşturur, muhabbete vesile olur. Peki, kahvenin su ile birleşmesi nasıl olur?

Su hasrettir, rahmettir. Ateş şiddetli bir arzunun, su ise arzu duyulanın sembolüdür. Ateş ve su, bağrı yanan bir insanın gözünden bir damla su akması hâlinde teselliye davetiye çıkarması gibi, kim bilir belki de birinin diğerine derman olmasını temsil ediyordur.

Ateş, su, hava ve toprak, varlık âleminin ana unsurlarıdır. Bu dört elemente “anâsır-ı erbaa” denir. Hava soğukluk, su yaşlık, ateş sıcaklık, toprak kuruluktur. “Anâsır-ı erbaa”, varlık âleminin esâsını, tüm mahlûkatın ve insanın mizacını oluşturur. Kahvenin de her insanın mizacına hitap eden bir yanı vardır. Telvesi toprak, sıcağı ateş, kokusu hava ve özü sudur.

Cezvedeki kahve, ateşin üzerinde su ile birleşir. Zerrelerine kadar ayrıldıkça ayrılır, köpürdükçe köpürür, aşkını yüzeye vurur. Kahvenin tadı ve lezzeti cezveden sonra topraktan olma fincan ile yeniden buluşur. Buluştuğu anda ve bulunduğu yerde demlenmeye devam eder. Bir kar tanesi gibi yavaş yavaş yerine oturmaya başlar. İnsanoğlunun elleri yanmasın diye zarif kulpu ile sanki bir söz ister. Yanık bağrının teskin olması için bu söz “Bismillah” ile başlayıp bir bardak “şükür suyu” ile tamamlanır. Ardından da yanan sinesinden acı tat kalmasın diye şekersiz pişen kahvenin yanına lokum gibi bir tatlının konmasını arzular.

Fincan sanatı

Biraz fincanların yapımı ve işleyiş tarzlarına bakmak gerekirse, Osmanlı’da kahve, fincan ve zarfları değişik hacim ve formlarda pirinç, bazen yaldızlı bakır üzerine soğuk mine bezemeli ve lake, bazen gümüş üzerine mine, tombak, saf altın, bazen de altın üzerine değerli taş ile işlemeli, mineli, yoğun bezekli ya da tümüyle değerli taşlarla üretilen organik malzeme gruplarından yapılmıştır.

Şekil olarak genellikle küçük boyutta olanlara “bülbül yuvası”, daha geniş ve derinlerine “kallavi” adı verilirdi.

Daha sonraları ustalar, sanki çileli ibadet hâllerinin ruh terbiyesini ve kalbî güzelliklerini sanatlarına yansıtmak istercesine taş dokudan örme elmas, zümrüt, yakut ve safir taşları ile fincanları bezer, onları takım hâline getirir ve en görkemli ve alımlı örneklerini oluştururdu. Akik, yeşim, firuze, necef, kantaşı, yıldız taşı, lapis lazuli ya da boynuz, boğa, fildişi, sedef, pelesenk, abanoz, kuka, sandal ağacı, kiraz ve Hindistan cevizi gibi organik maddelerden yapılan çok değişik süsleme teknikleri ile savat, kabartma, oyma, kazıma, azur, telkâri, mıhlama yöntemi ile bezenerek zenginleştirilmiş örnekleri geçmişten günümüze kadar ulaşmıştır.[iv]

İsviçre başta olmak üzere Fransa ve Avusturya, en iyi fincan zarflarını üretmektedir. Osmanlı döneminde ve günümüzde hediyelik, çeyizlik, sitil takımları ve puşideler olarak güçlü bir gelenek ve görenektir.

1 Ekim, Dünya Kahve Günü olarak belirlenmiştir. 2013 yılında UNESCO, “Türk Kahve Kültürü ve Geleneği” adlı dosyada UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi’ne Türk kahvesini almıştır.

 


[i] http://www.antikalar.com/osmanli-sarayi-hazinesiden-fincan-zarflar

[ii] https://www.google.com.tr/amp/s/www.cnnturk.com/amp/yasam/gecmisten-gunumuze-kahve-kulturu

[iii] http://www.antikalar.com/osmanli-sarayi-hazinesiden-fincan-zarflar

[iv] Emine Bilirgen, Sanat Tarihçesi, Topkapı Sarayı Müzesi Hazine Uzmanı (Antik)