SON yıllarda, yayınlanmamış İngiliz ve Siyonist arşiv materyallerinin kullanılması, İngilizlerin Filistin politikası ve Siyonist-Arap çatışmasının erken gelişimi hakkında bir dizi ilginç ve ayrıntılı bilgilerin öğrenilmesine neden olmuştur.
Yaşanan gelişmeler neticesinde, Siyonist düşüncenin oluşum ve gelişiminde Avrupa aklının önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır. Özellikle İngiltere’nin Siyonizm’in gelişimi ve Ortadoğu’daki hedefleri için üstlendiği rol, oldukça bariz bir şekilde kendini göstermektedir.
Bilindiği üzere İngiliz Mandası döneminde (1920-1948) Filistin’in hem Arap, hem de Yahudi nüfusu İngiliz yöneticilerinden temsilî özyönetim sanatını öğrenme fırsatı olmadan süreç devam etmiştir. Her topluluk ayrı ayrı gelişmiş ve ulusal-toplumsal meselelerde kendi tanınmış liderlik modellerine ve siyâsî rekabete sahip olmuşlardır. Farklı yeteneklere sahip liderler, dönemin zorluklarına ve krizlerine yanıt olarak farklı derecelerde başarılarla kitlelerini seferber etmişlerdir. Bu temelde dönemin hâkim gücü olan İngiltere’nin Ortadoğu’daki sınırların şekillenmesine yönelik müdahalesi sonucunda oldukça sancılı süreçler yaşanmıştır.
Diğer bölge ülkelerine nazaran özellikle Filistin’in yaşadığı süreç, tam olarak İngiltere’nin eliyle sahnelenen bir kurguya dönüşmüştür. 1921 ve 1923’teki Yasama Konseyi önerisi, Sir Herbert Samuel’in Filistin için kendi kendini yöneten kurumlar yönündeki en büyük çabasını temsil etmiştir. Bu projenin başarısızlığından sonra bile Samuel, Arap nüfusun yönetimin kendi görüşlerini dikkate almakla gerçekten ilgilendiğini hissetmesini sağlayacak başka uygun anayasal aygıtların arayışında ısrar etmiştir. Ancak Samuel’in başlangıçtaki iyimserliği giderek azalmış ve 1923’ün ortalarında bunun çok zor olacağını kabul etmiştir.
Yaşanan süreç, İngiltere’nin aklında daha farklı bir yapının olduğunu göstermiştir. Bu nedenle Filistin’de yaşanan gelişmelerin bölge insanlarının kendi politik çabalarının sonucu olarak ortaya çıktığını ifade etmek oldukça abartılı bir yaklaşımdır. İncelenen tüm materyaller, Siyonizm’in Ortadoğu’ya inmesi, yayılması ve yol haritalarında İngiltere’nin öncü katkısını açıklamaktadır.
Öte taraftan Amerikalı tarihçi Howard Sachar, Siyonist düşüncenin çağdaş mânâda ortaya çıkışını, 1830’lardan itibaren Yahudilerin kefaret için gerekli bir başlangıç olarak “Kutsal Topraklara dönmeleri gerektiğini” vurgulamakla birlikte Avrupalı hahamlar Judah Alkalai ve Zvi Hirsh Kalischer’e kadar izlemiştir. Siyonizm’in kökeni hakkında farklı tezlerin ortaya atıldığı görülmesine karşın en önemli gösterge, Siyonizm’in Batı desteği ile oluşan bir akım olduğudur. Bir dönemler İngiltere’nin, daha sonrasında ise ABD’nin desteği ile Ortadoğu’da kök salmaya çalışan Siyonizm, tam mânâsı ile İslâm coğrafyasının ortasına dikilmiş yabancı bir askerî üs kurmayı amaçlamıştır.
Siyonizm’in temelleri
Genel olarak siyâsî Siyonizm’in babası olarak kabul edilen Theodor Herzl, Avusturya-Macaristanlı Yahudi bir gazeteci ve oyun yazarıdır. Avrupa’yı kasıp kavuran şiddetli anti-Semitizm’den derinden etkilenmiş ve bir Viyana gazetesi olan Neue Freie Presse için gazeteci olarak, bir Yahudi subayın haksız yere sırlarını Almanlara vermekle suçlandığı Paris’teki kötü şöhretli Dreyfus Dâvâsı’nı haber yapmıştır. Gerek Avrupa, gerekse Ortadoğu ülkeleri için oldukça önemli bir kişiliğe dönüşen Herzl, daha sonrasında “Siyonizm” denilince akla gelen ilk kişi olmuştur. Fakat yaşanan süreç analiz edildiğinde Herzl’in olmayan bir şeyi ortaya atmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü Siyonizm, çok köklü bir geçmişe sahiptir.
Herzl’i önemli bir kişilik hâline getiren temel olgu ise dönemin küresel güçlerinin Siyonizm için bir siyâsî figür arayışında olmaları olmuştur. Böylece 20’nci yüzyılın ilk yarısında dünyanın birçok ülkesinden Yahudiler Ortadoğu’ya gönderilmek istenmiştir. Doğusundan batısına tüm Hıristiyan ülkelerde bu anlayışın hâkim olduğu görülmüştür.
Örneğin 1904’te Rus pogromlarının (dinî, etnik veya siyâsî nedenli şiddet hareketi) bir sonucu olarak Filistin’e yeni bir Yahudi göçü dalgasının başlangıcına tanık olunmuştur. Sonraki on yıl içinde 35 ilâ 40 bin Yahudi göçmen Filistin’e gelmiştir. Bu gruplar arasında Eylül 1906’da Yafa’ya gelen ve daha sonra Yafa’nın geliştirilmesinde çok önemli bir rol oynayacak olan, o dönemde yirmi yaşında bir Rus Yahudisi olan David Ben-Gurion da bulunmuştur. Dolayısı ile 20’nci yüzyılın ilk yarısı, tam mânâsı ile dünyanın hâkim güçlerinin kendi ülkelerindeki Yahudileri Filistin’e göç ettirmeye çalıştığı bir dönem olmuştur.
Bu durumun oluşumunda pek tabiî ki birtakım siyasal hedeflerin var olduğu göze çarpmaktadır. Bu süreçte Yahudilere bir yurt sözü verilmesi karşılığında İngiltere ve ABD’nin Siyonistler ve doğal olarak Yahudi sermayesi ile ciddî bir iş birliği içine girdikleri de anlaşılmaktadır.
Tam mânâsı ile bölgenin gerçeklerinden uzak ve sadece dönemin küresel güçlerinin siyasal istekleri doğrultusunda Filistin’de Yahudiler için bir devlet sözü verilmesi, Ortadoğu’daki büyük yangının fitilinin ateşlenmesine sebep olmuştur. Siyonist aklın Batılı ülkelerle kurduğu ilişkiler sonucunda bir siyâsî denklem neticesi ortaya çıkan İsrail’in kurulduğu günden bugüne Ortadoğu, büyük bir çatışmanın içerisine çekilmiştir. Bu ateşten en çok zarar gören de Filistin halkı olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.
ABD’nin, İsrail’e verdiği desteği sonlandırması ve “Amerikancı” bir çizgiye dönmesi hayatî bir önem taşımaktadır. Bu noktada Amerikan halkında ciddî bir mantalite değişiminin sağlanması gerekir. ABD halkının, “ABD’nin sahip olduğu imkânlar kendi halkı için kullanılması gerekirken neden İsrail’in Ortadoğu’daki güvenliği için seferber ediliyor?” diye düşündürülmesi gerekmektedir.
Filistin’deki İsrail sorunu ve Batı’nın Yahudi sermayesine mahkûmiyeti
Günümüze geldiğimizde, “Filistin-İsrail sorunu” denilince aklımıza gelen ilk denklem, “Siyonizm, AB ve ABD ittifakı”dır. Bu nedenle İsrail’in Ortadoğu’da yürüttüğü politikalar, bu iki büyük paydaşın çıkarları dâhilinde analiz edilmelidir. Çünkü Siyonist düşüncenin palazlanmasında, Ortadoğu’da yer edinebilmesinde ve bir devlet kuracak boyuta ulaşmasında bu iki büyük aktörün ciddî bir desteğinin olmasının yanında bu güçler hâlen yürütülen katliamların da asıl aktörleri olmaya alenen devam etmektedirler. Bunlar, ilk günden itibaren Hazreti Musa’ya “Tanrı benim! İstersem affeder, istersem öldürürüm” diyen Firavun’un rolünü üstlenmişlerdir. Biz ise, bir yol için denize bakan çok büyük bir güruhuz.
Yahudiler, Avrupa tarihi ve Avrupa insanı için büyük bir öneme sahiptir. Özellikle ekonomik kabiliyetleri sayesinde Yahudiler Avrupa ticaretine büyük bir dinamizm katmaktadır. Temelde herhangi bir halk topluluğunun belli bir ekonomik yapıya ne ölçüde entegre olduğunu anlamanın iki yolu vardır: Birincisi istatistik, ikincisi ise sosyokültürel bilgiler... Her iki yönü ile de Avrupa’nın ekonomik yapısının dönüşümünde önemli bir yeri olan Yahudiler, bu ekonomik güçleri sayesinde siyâsî otoriteler üzerindeki baskın güçlerini korumaya devam etmektedirler.
Geçmişten bugüne gerek teolojik bağlar, gerekse Yahudi sermayesinin gücü İsrail’i hem ABD, hem de Avrupalı ülkeler için önemli kılmıştır. 20’nci yüzyıla gelindiğinde ise İkinci Dünya Savaşı sürecinde Yahudilerin Avrupa’da yaşadıklarına bir diyet olarak Ortadoğu’da bir devlet sahibi olmaları gerektiği düşüncesi, Batılı ülkeler tarafından desteklenmiştir. Bu algının oluşmasında da yine teolojik bağlar ve Yahudi sermayesi belirleyici olmuştur.
Yahudi sermayesi küresel arenada da etkilidir ve Batılı ülkelerde bu etkinin sınırları oldukça geniştir. Bilindiği üzere, Avrupa ticaretinin ekonomik etkinliğinin merkezinin değişmesi ile başlayan evrim, Yahudi sermayesi sayesinde olmuştur. Bu süreçte Avrupa’da yaşayan Yahudilerin ellerinden geçen malların niceliği ele alınacak olursa Avrupa’daki konumları oldukça yüksektir. Gerek geçmiş yüzyıllarda, gerekse günümüze gelindiğinde Yahudi sermayesinin hem Batılı ülkeler nezdinde, hem de küresel alanda oldukça belirleyici bir kabiliyete sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Öte taraftan Yahudiler, uluslararası ilişkilerin gelişimini hızlandırmak noktasında da büyük bir önceliğe sahip olmuşlardır. Özellikle ülkeler arasındaki ticarî ilişkilerin gelişmesi noktasında Yahudi tacirlerin dünya ticarî sisteminin gelişmesinde önemli bir rolü bulunmaktadır. Çünkü dünya tarihinde ticarî ilişkilerin gelişmesi, aynı zamanda uluslararası ilişkilerin gelişmesine sebebiyet vermiştir. Bu nedenle öncelikli olarak ülkeler arasında başlayan ticarî ilişkiler, siyâsî ilişkilerin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Yakın tarihe bakılacak olursa, 2010’larda ABD’nin hegemonik güç olduğu, İsraillilerin daha güçlü milliyet bilincinin olduğu ve Filistinlilerin ise daha zayıf milliyet bilincine sahip ama demografik olarak daha dinamik bir yapıda olduğu, yine o yıllardaki İsrail-Filistin sorununun bir tanımı olabilirdi. İlerleyen süreçte ise aynı tanımın varlığını kısmen koruduğu anlaşılmaktadır. Bu tanımın oluşması ve kabul görmesi sürecinde Batılı ülkelerin İsrail’e olan açık desteği belirleyicidir.
Bugün için İsrail’in ekonomik ve teknolojik imkânları çok yüksektir. Bunun ötesinde, düzenli bir ordu ve üst düzey bir askerî teknolojiye sahip olmasına karşın Filistin’in daha kısıtlı imkânlara sahip olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bölgesel ve küresel aktörlerin desteğini almak konusunda İsrail’in Filistin’e nazaran çok daha önde olduğu, hâlen devam eden Gazze Savaşı’nda açıkça görülmektedir.
İsrail Devleti’nin Siyonist karakteri, onunla ilgili en önemli şeydir. İsrail, buna sadık kaldığı sürece ülkenin sınırları sorunu “ikincil bir sorun” olarak kalacaktır. Çünkü Siyonist temel, İsrail girişiminin kendisini İslâm Ortadoğusu üzerinde Batı ile bağlantılı, yabancı bir büyüme hâline getiren özelliklerini korumasını sağlamaktadır. Bu temel sayesinde küresel aktörlerin desteğini alan İsrail, tıpkı 1948 sürecinde olduğu gibi küresel dengelerin bir ürünü olarak Ortadoğu’daki varlığını korumaya ve genişletmeye çalışacaktır. Bu nedenle Filistin’in sahada ve masada sadece İsrail ile mücadele etmediği açık bir durumdur. Bu denklemin çözümünde ABD ve AB ülkeleri ısrarla Türkiye’yi sürece dâhil etmek istememektedir. Ancak mevcut siyâsî iktidarın sayesinde çeşitli roller kapılmaya çalışılmaktadır.
Sonuç
Görüldüğü üzere Filistin konusu, önümüzdeki dönemlerde gittikçe daha fazla yıkıma neden olacaktır. Çünkü İsrail, elinden geldiğince askerî operasyonlarla sorunu çözümsüz bir noktaya getirmeye çalışmaktadır. Bu noktada gerek ABD, gerekse AB’den ciddî şekillerde destek görmektedir. Yapılması gereken ise İsrail’in “Kudüs’ün üç dinin de başkenti” olduğuna ikan edilmesi ve Gazze’yi de içine alan Filistin devletinin öncelikle İslâm ülkeleri tarafından bir deklarasyonla tanınmasıdır. Bunun siyâsî etkisi Filistin lehine pozitif bir dalgalanma meydana getirecektir.
Uluslararası hukuku ve evrensel insan haklarını yok sayarak Filistin halkına karşı “orantısız güç” kullanan İsrail, her yönü ile haksız eylemlerini sürdürmeye devam etmektedir. Sorunu çözümsüz bir noktaya vardırmak için tüm fırsatları kullanan İsrail, adeta Filistin halkının bu mücadeleden bir “duygusal kopuş” yaşaması için mücadele etmektedir.
İsrail’in yaptığı bu hukuk tanımaz eylemler karşısında Filistin’in nasıl bir mücadele yürütmesi gerekir?
Öncelikle Filistin’in daha yüksek teknolojik silahlara sahip olması ve daha düzenli bir askerî yapı inşâ etmesi gerekmektedir. İkinci olarak, uluslararası kamuoyunun desteğini alabilmek için aktif bir diplomasi ile küresel ve bölgesel aktörleri ikna etmesi gerekir. Atılması şart olan en önemli adım ise Filistin’in, karşısındaki safı olabildiğine daraltmasıdır. Bunlardan daha önce ise Arap coğrafyasının Filistin dâvâsına ve devletine gerçekten inanması ve her türlü maddî ve manevî desteği vermesi gerekir.
Diğer taraftan Filistin, İsrail Devleti’nin Filistin’de yürüttüğü askerî politikaların karşısında olan Yahudi gruplar ile diyalog kanallarını olabildiğince geliştirmesi de sürece katkı sunacak argümanlardan olabilir. Yani Siyonizm’e karşı olan muhalifler ile yapıcı ilişkiler kurup onları desteklemek olumlu bir sonuç verebilir.
Sorunun çözümü için bir diğer önemli olgu ise küresel dengelerin değişmesi noktasında yatmaktadır. Özellikle ABD’nin, İsrail’e verdiği desteği sonlandırması ve “Amerikancı” bir çizgiye dönmesi hayatî bir önem taşımaktadır. Bu noktada Amerikan halkında ciddî bir mantalite değişiminin sağlanması gerekir. ABD halkının, “ABD’nin sahip olduğu imkânlar kendi halkı için kullanılması gerekirken neden İsrail’in Ortadoğu’daki güvenliği için seferber ediliyor?” diye düşündürülmesi gerekmektedir. Ancak bu düşüncenin siyâsî olarak güçlenmesi ve karar mekanizmalarına ulaşması Ortadoğu’daki dengelerin yeniden kurulma sürecini ivmelendirebilir.
Tüm küresel ve bölgesel aktörlerin desteğine rağmen İsrail’in yaklaşık seksen yıldır bir projeden ibaret olduğu gerçeği kabul edilmelidir. İsrail’in, yürüttüğü askerî politikalarla şiddeti temel araç olarak kullanan bir yapıda olduğu, ayrıca uluslararası hukuku ve evrensel insan haklarını ihlâl ettiği açık bir şekilde ortada durmaktadır. Sadece güvenlik politikalarına ağırlık vererek varlığını korumaya çalışan İsrail’in bu durumu ne kadar daha sürdürebileceği ise ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü kendi komşuları ile sorunlar yaşayan bir devletin küresel aktörler ile dostluk bağı kurması, bölgesel güvenlik açısından önemli bir sorundur.
Tarihiî ve kültürel doneler, Filistin’in tezlerinde haklı olduğunu göstermektedir. Bu nedenle sorunun barışçıl bir temelde çözülebilmesi için uluslararası toplumun Filistin’in yürüttüğü mücadeledeki haklılığı kavraması gerekmektedir. Bu durumun gerçekleşmesi için Filistin dâvâsına inanan tüm ülkelerin tek bir ses olarak hem sahada, hem de masada ellerini güçlü tutması önemli bir olgudur ve bu doğrultuda Filistin’e her şekilde yardım edilmesi gerekir.