Fikrî işgalden çıkamazsak ayakta kalamayız

Türkiye gibi güzide memleketleri maddî savaş ile işgal etmek zordur. Lâkin suyun gelenek yolda akışını keserseniz, meydan boş kalır ve zihnî işgal rahatlıkla yapılabilir. İşte İngiliz Nicholson’un başlattığı yol böyle bir amacı gütmektedir ve yeterince de başarılı olmuştur. Çok sayıda Oryantalist, İslâm’ı “öz”den (gelenek) ziyade “kabuk”la (mistik) uğraşan bir din olarak göstermiştir. Bunun gibi çok sayıda saldırı gözenekleri vardır. Bunlar büyümüştür ve böylece vahiy, gelenek ve İslâm’a saldırı aracı hâline dönüşmüştür.

TEDAVİDEN önce doğru teşhisin konulması, cevaplardan önce de doğru sorunun sorulması hayatî öneme sahiptir. Yanlış teşhis dert, yanlış soru ise yeni sorular yumağı oluşturur. Mevcut durumun iyiye gitmesi istenirken başa çıkılmaz bir hâle girilebilir.

Sağlık alanında sıkıntısı olanlar hangi uzman hekime gideceklerini çok iyi bilirler. Cevaptan önceki doğru sorular noktasında aynı iyimser görüşü söylemekse güçtür. Bu güçlüğün temelinde yatan neden, insanın hür iradesinin önüne konulan formel prangalar ve kişinin kendisine koyduğu engellerdir.

Şehrin en işlek caddelerindeki tabelâlara bakıp, isimlerin ne kadarının Türkçe, ne kadarının yabancı lisanda olduğunu fark ettiğimizde elden bir şey gelmiyorsa, ciddî bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Dahası, zihnî işgalin içimize kadar girdiğini ve kendi ellerimizle kendi idam ipimizi çektiğimizin bir nişanesidir bu. Daha da vahimi ise, bunun bir zihnî işgal ve büyük bir kültürel savaş olduğunu idrak edememektir. Bu durumun savunuluyor ve benimsenmiş olması da artık bitiş çizgisine çok yakın olunduğunun bir işaretidir.  

Yabancı lisan ile yazılan tabelâları sadece bir örnek olarak gördüğümüzde, benzer durumların çok daha vahiminin toplumun bütün kılcal damarlarına sirayet ettiğini görürüz. Zira hayatın her alanında bu aziz ülkenin benzer durumlarla işgal edildiği görülür. Bunlar birer sonuçtur, başlangıç değil. Benzer sorunların başında toplumun gelenek ve göreneklerinin yanında millî ve dinî kavramlarına da yönelik şiddetli saldırı ve savaş, almış başını gidiyor.

Bu savaşın öncüleri, İngilizler başta olmak üzere bütün Batı ülkeleri ve fikir adamlarıdır. Savaş nedeni ise, toplumun değer yargılarından koparılması, kendi benliğimizin sökülüp atılması ve geçmişini inkâr etmesi üzerine kurguludur. Saldırının omurgasını ise İslâm dinimize olan kin, nefret ve düşmanca yaklaşım oluşturmaktadır. Saldırı bu kadar vahim ve bu kadar dehşetli iken, bunun içinde yaşıyor oluşumuz ise ciddî mânâda sorgulanmalıdır. Biz, biz olarak mı yaşıyoruz, yoksa bedenlerimizde Batı mı yaşıyor?

Saldırı kadim kültür ve medeniyetimizin köklerine en derinden sinsice yapılıyor ve akan nehrin yolu değiştirilmek isteniyor. Toplum da bu yeni kanala rahatça uyum sağlıyor. Zira değişim, dönüşüm ve yenilik gibi kavramlar tarihten gelen gelenek ve değerlerin yenilenmesi üzerine değil, yıkılması, yok edilmesi ve silinmesi üzerine kurgulanmıştır.

Bu saldırı ve savaş yapılırken çok sayıda doğru, kabul edilebilir ve makul oluşumlar, süslü tepsiler içinde sunuluyor. Bunun fark edilmesi ve toplumun tepki vermesi neredeyse imkânsız hâle dönüşüyor.

Prof. Dr. Reynold Alleyne Nicholson, uzmanlık alanını tasavvuf olarak seçen ilk İngiliz Oryantalistlerin başında gelir. Nicholson, uzmanlık alanıyla ilgili çeşitli eserler vermiştir. Eserlerinin genel yayılımında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Fârız, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr ve Abdülkerîm el-Cîlî gibi isimlerin olduğu görülür.

Nicholson, eserlerinde yıkımı mümkün olmayan ve hemen göze batan konularda asla aykırı bir görüş belirtmez. Yalnız tercüme ve diğer eserlerinde “tasavvuf” kelimesini “mistisizm” olarak ifade etmiştir. Daha sonra Prof. Dr. Annemarie Schimmel ve benzer kişiler de “mistik” kelimesi üzerinden yürümüşlerdir.

Masum gibi görünen bu kelime değişikliği, ancak hiç de göründüğü gibi masum bir nitelik taşımaz. Zira uzmanlık alanlarını öncelikle kitaplardan tanıyanlar, baştan yanlış yola girmiş olurlar. Yani Nicholson ve ilk Oryantalistler, yanlış bir kelime kullanarak “tasavvuf” ve gelenek mecrasının akış yönünü değiştirmişlerdir. 

Tamamen iyi niyetli olduklarını düşünmek istediğimiz bu tür Batılı fikir ve akademisyenlerin benzer bir yaklaşımı kutsal kitaplar için de yaptıkları görülüyor. Buradan hareketle, bunların “vahiy” inkârına gittiği açıkça söylenebilir. Bu nedenle iyi niyetli veya masum olduklarını düşünmek çok zordur.  

Bugün “mistik” kelimesinden kastedilen, en iyimser anlamda dinin zahiri yönünden öteye geçmemesidir. Bu ise gelenek yoluna vurulmuş bir yarma operasyonudur. Gelenek parçalandığında, takip edilecek yol da kalmayacaktır. Batılı bu tür Oryantalistler işte bu şekilde İslâm’a son derece derinden ve sinsice saldırmaktadırlar. Çünkü meydan akademik anlamda boş bırakılmış ve bu uğurda atılmak istenen adımlara da set konulmuştur. Fikrî bakımdan iktidar olamamanın nedenlerinden birisi işte budur!

Unutulmamalıdır ki, Türkiye gibi güzide memleketleri maddî savaş ile işgal etmek zordur. Lâkin suyun gelenek yolda akışını keserseniz,  meydan boş kalır ve zihnî işgal rahatlıkla yapılabilir. İşte İngiliz Nicholson’un başlattığı yol böyle bir amacı gütmektedir ve yeterince de başarılı olmuştur. Çok sayıda Oryantalist, İslâm’ı “öz”den (gelenek) ziyade “kabuk”la (mistik) uğraşan bir din olarak göstermiştir. Bunun gibi çok sayıda saldırı gözenekleri vardır. Bunlar büyümüştür ve böylece vahiy, gelenek ve İslâm’a saldırı aracı hâline dönüşmüştür.

Bundan çıkmanın ve bu savaşı kazanmanın tek yolu vardır: Eğitimin ilk basamağı olan ilkokulda müfredatlar değiştirilerek gelenek, vatan, millet ve devlet sevgisiyle çocuklara yön verilmelidir. Eğitimin son aşamasında ise akademik düzeyde Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, İbnü’l-Fârız, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr ve Abdülkerîm el-Cîlî gibi değerlerin farklı alanlardaki bakışla üzerinde doktora çalışması yapılmalıdır. Günümüzde bu alanda yapılan bazı doktora çalışmalarının yukarıda izah edilen farkı ortaya koyacak şekilde olmadığı rahatlıkla görülebilir. Bunun için hassas ve ince çizgi açıkça ortaya konulacak ve suyun akışını muhafaza edecek şekilde akademik çalışmalar desteklenmelidir.

Bunların yapılacağı yerler elbette ilk başta üniversitelerdir. Lâkin ehliyet ve liyakat gözetmeksizin tarafgirlikle atılan adımların yanında, küpünü doldurmakla meşgul bazı akademik durumların bu minvâlde adım atmaları ise imkânsızdır. Sorumlu mâkâmların bu uğurda acilen tercih yapmaları kaçınılmaz bir hâl almıştır. Unutulmamalıdır ki, para, mâkâm ve arsa gibi tercihler, Nicholson’un başlattığı yolda yürümektir; kutsal yolda yürümek isteyenlerin önü açılmalı ve filiz vermelerine fırsat verilmelidir. Geçen her gün, kaybedilmiş değerdir.