
BİR insanın en önemli dünya işi; bir iş sahibi olmak, bir aş sahibi olmak ve bir yuva kurabilmektir. Bunları çevreleyen en iyi kavram ve doğru bilginin kişiye aktarıldığı yer, aile yuvasıdır. Yuvadaki ebeveyn, çocuğun hep iyiliğini ister.
Günlük hayata giren kişi iyi ile kötü, güzel ile çirkin, yanlış ile doğru arasında kalabilir. Ancak yuvada olmayan bu durum, çocuğun karar vermesine ve ilerlemesine de tercih sunmuş olur. Anne ve baba evladın hep iyiliğini istediğinden, buradan gelen yönlendirmelere karşı bir savunma durumuna geçen çocuk, aslında dış ortamdaki kendisine gelen ve çelişkili olan durumları mihenge vurmak ister, ancak bunu açıktan yapmaz.
İnsanlığın barınağı ve büyük yuvası olan şu dünyada sadece insan gelişme ve sürekli öğrenmeye müptelâ bir canlıdır. Diğer bütün canlılar hayat yolculuğunda İlâhî bir kodlanma ile hayata hemen başlarlar.
Aile yuvası, çocuğun gençlik yıllarında güven bahçesi olurken, kalıplar koymaya da başlar. Ailenin koymaya çalıştığı bu kalıplar sosyal zekâya sahip bir çocuğun sayısal zekâda bir yer edinmesi veya tersi şekilde olabilmektedir. Bunun nedeni, ebeveynlerin çocukların kötü olması değil, hayatta karşılaştıkları ve istedikleri durumun evlatları tarafından gerçekleştirmesini talep etmektir. Çocuk zaten okulda çok sayıdaki kalıpla karşı karşıyadır.
Çocuğun en doğru yerde konuşlanması onun en doğal hakkıdır. Bu uğurda eğitim-öğretim, aile ve çevrenin bilgilendirme ve kalıpları çocuğu kuşatır. Çocuk, aslında içinden gelen sesi dinlemek ister. İşte tam da bu aşamada çocuk ile yuva farklı düşünebilir.
Ailenin çocuk üzerinde hiçbir kötü düşünceye sahip olmadığından şüphemiz yok. Ancak doğru yönlendirmeden mahrum kalan aileler ile çocuklar arasında uçurumlar oluşabilir. Müfredattan sıyrılmış, kalıplardan arınmış ve doğru bilgi kaynağından beslenmiş bir bireyse doğru karar verecektir.
Günümüz dünyasında bireyi yönlendiren bilimsel yol, dar ve yanıltıcı mecralara girebiliyor. Bireyin, bilimsel bakışı öğretmen ve formel yollardan öğrenmeye şartlandırıldığından, buradan çıkıp hür iradesiyle doğru karar verme sahasına çıkması kolay olmayacaktır. Bu durumda aile devreye gireceğinden, çocuk “delikanlılık” aşamasında çok yanlış kararlar verebilir.
Günümüzde genç bireyler karar verirken yaşananları örnek alırlar. Yaşantı daha çok maddî eksende dönüyor. Bilim bir kesiti alıp incelediğinden, sosyal hayata tam uyumu sorunlu oluyor. “Müşterek” olarak tanımlanan hayatta mihenk taşı yine madde oluyor. Madde, nicelik eksenli olup, azalıp çoğalabilen bir kemiyettir. Felsefe, ekonomi ve sağlık nicelik uğrunda ilerlerken insanlık sıradanlaştırılıp hiçleştirilerek kıyma makinesi gibi bir yaşama müptelâ oluyor. Bu durum, köle olan niceliğin insanlığa hükmetmesi anlamı taşır. Ki kemiyet, çok dişli bir canavar olarak gençliğin önüne çıkar.
Yollar
Şimdilerde gençlik ayrışma noktasındadır. Birinci yol, statükonun ve mimsiz medeniyetin gittiği yoldur. İkinci, deist ve ateist eksenli yoldur. Üçüncüsü ise fıtratın gösterdiği ve arayışını taçlandıracak yoldur.
Birinci ve ikinci yol birbiri ile kol kola olduğunda, büyük oranda bireylerin de intikal ettiği mecra, bu mecradır. Çünkü geçer akçe ve gençliğin önüne örnek olarak sunulan yaşantı bu minvalde gidiyor. Deniz suyu gibi içtikçe susatan para, makam ve arsa gibi oluşumlar zehir saçıyor. Bunların hepsi nicelik eksenli olduğu için, temelde insan fıtratına da terstir. Niteliğin kapıcısı olan nicelik, kölelik rolünü bırakıp efendi olmak istiyor. Ayaklar baş olunca, asıl başlar ağrımaya başlıyor.
Günümüzde gençliğin önünde üçüncü bir yol daha var, ancak bu pek gündeme gelmiyor ve gündemde kalmıyor. Felsefe, ekonomi ve hayat şartları denen olgu havuzunda niceliğe mahkûm bir yol çizilip gösterildiğinden, üçüncü yol çok uzak görünüyor.
Aslında her şeye rağmen asrımız, Doğu medeniyetlerine ve Türkiye’ye büyük bir fırsat sunmuştur. “Öz”ün esas olduğunu hayat tarzı yapabilecek madde, nedensellik, sebep-sonuç parmaklıklarından kurtulmuş bir üçüncü yol iktidar yapılmalıdır. Bunu gerçekleştirebilecek tarzda akla gelen ülkelerin başında Türkiye geliyor. Çünkü Türkiye bu noktada deneyim, maya, doku, gelenek ve geçmişi ile büyük bir potansiyele sahiptir.
Mânânın esas olduğu üçüncü yolda bilginin ve hayatın esas membaı olan bedendeki küçük yuva, dünya yuvasında bireye bir yuva mihmandarlığı sunuyor. Bilim, ilim, fikir ve her türlü düşüncenin kaynağı, coşkun bir ırmak gibi çağlıyor.
Bilindik şekliyle bilginin kaynağı akıl değildir. Akıl, kalbin kölesidir. Kalp ister, akıl çalışır. Bir şeyin altını üstüne getirmek, bir şeyi değiştirmek/dönüştürmek, bir şeyin içini dışına çevirmek ve her şeye müdahale etmek aklın değil, kalbin işidir. Bu oluşumları görünüşte akıl yapıyor gibi bilinse de ana merkez üssü kalptir. Bu nedenle bilgi ve fikrin membaı da kalptir. Kalbi tetikleyen ise gönüldür. Gönülden geçip kalbe ulaşan, akıl terazisinde tartılan her kelime lisana döküldüğünde, dil kalbin yerini alır. O nedenle dil güzel söylemelidir.
Her insan bir şeyi en başta gönlünden geçirir, kalp hemen harekete geçer, akıl tartar, gözler ele verir, dil ise aşikâr eder. Bu yol dışındaki bütün yollar gençliği, bireyi ve insanlığı sürekli sıkıntıya sokar. Bilim olarak ortaya çıkan ve bütün dünyaya dayatılan tek yol, gönlün saman külünden başka bir şey değildir.
Bilim, yok sayılacak veya basite indirgenecek bir şey olarak görülemez. Gönül, kalp, akıl ve bilim sürecinde bir basamak olarak yerindedir. Hayatı doğru algılama ve yaşamada nerede olduğunu iyi görmek gerekir. Yoksa bundan, “Günlük hayatta bilim ve teknolojik gelişmeleri reddediyoruz” anlamı çıkarılmamalıdır.
İnsan önce gönlünden “Bir insansız hava aracımız olsa” der, ardından kalben ister ve aklen olup olmayacağını kontrol eder. Nihayet proje ile bunu başarıp maddî bir araç olarak ortaya çıkarır. Bu süreçte sadece bilim ipini ortay koymak, gönül ve kalbi yok saymak gibi olur ki bu doğru değildir.
“Gönül” kelimesi Batı dünyasında olmadığından, Batı’nın Doğu medeniyetlerini gerçek anlamda geçmesi mümkün değildir. Şimdilerde sadece bilim ve teknolojik olarak ekonomik, felsefik ve sosyolojik girdisi olan bilim revaçtadır. Çünkü gönlün kontrol ettiği bilim ayağa kalktığında yeni bir medeniyet doğacaktır. Bunu Batı dünyasının başarması mümkün değildir. Doğu ise “Bilim ve teknolojiyi öğreneyim” derken kendi değerinden ırak kalıyor, zaman harcıyor. Dolayısıyla bir türlü medeniyetinde kendisi söz sahibi olamıyor. İş, aş ve yuva konusunda yabancı fikirler devrede oluyor.
Levh-i Mahfuz
Bir konuda kendisinden sonra gelenlerin bağlı olduğu duruma “ümm” denir. Bilgilerin kaynağı kalp olarak görünürken, aslında o, “ümm “ile bağlantıda görünüyor. Gönül her zaman güzeli arar, kalp ise hem güzel, hem de kötülüğe namzet olabilir. Kalp içerisindeki nefs ise doğruyu tercih ederse, gönlün yolunda gitmiş olur. Akla giden her işaret kıyaslanıp bilgiye dönüşür veya bilgi ilerleyip yeni bilgiler elde etmeye namzet olur. Aklın elde ettiği her bilgi ise bütün bilgiden vareste değildir.
Bütün bilgilerin kaynağı olan Levh-i Mahfuz için “Ümmü’l-Kitâb” ifadesi kullanılır. Bu durum mevcutta ve gelecekte üretilecek bütün bilgilerin aslında yeni bir bilgi değil, yeni bir keşif olduğunu ortaya koyuyor. Yani bir bilgi keşfedilmiş ise, bu bilgi aslında bağlı olduğu ümm yolundan gelmiş olur. Bir yay ucuna asılı cisim titreşim hareketi yapar, bir ipe asılı cisim salınım hareketi yapar, bir su yüzeyindeki cisim esnek hareket eder… Bunların hepsinin matematik lisanı aynıdır, tek bir membadan çıkar. Ekmeğin Türkçe, İngilizce, Fransızca, Arapça ve Çincede ismi farklı olabilir ama hepsi aynı ürünü kasteder. Farklı insanlar nicelik, ekmek nitelik ve farklı lisanlar ekmeğin ümmüdür.
Kâinatta meydana gelecek bütün varlık, nesne ve olaylara ilişkin İlâhî ilim ve takdirin kayıtlı bulunduğu kitap için “Levh-i Mahfuz” ismi kullanılır. Levh-i Mahfuz, “düzgün yüzey” anlamındaki levh ile “korunmuş” anlamındaki mahfuz kelimelerinden oluşur. Yani “değişmeyen metin/kütük” demektir. İnsanoğlu böyle bir kütüğe kayıtlıdır. Bütün insanlar hangi lisanda ve hangi renkte olurlarsa olsunlar, kayıtlı oldukları kütük ismi “Âdemoğlu” olsa gerektir. Fıtrî ve doğru bilginin kaynağı olan bu kütük, insan fıtratının değişmez kaydıdır. Bu kayda göre bir insanın fıtrî meyli de kayıtlıdır. Doğru olan, bireyin iş, aş ve yuva konusunda fıtrî kayda göre hareket etmesidir.
Fıtratın kayıtlı olduğu kütükle uyumlu gitmek, her bireyin en üst düzeyde kendisini gerçekleştirmesi ve fıtratına uygun mesleği seçmesinde en önemli dönüm noktasıdır. Üçüncü yol olarak görünen bu durum, gönül dağının harman olduğu Doğu medeniyetleri ve Türkiye’de iktidar yapılması gereken en önemli fikirlerdendir. Bu minvalde Batı’da olmayan “fikrî iz”in iktidar yapılması, dünya için yeni bir medeniyet kapısı aralayacak ve gençlik, gelecek ve de dünya nefes alacaktır.
Gençliğin bu yolda hayatının çizgisini yaşamasına yardım edilmelidir. Böylece istedikleri mesleklerde çalışmak, istedikleri gibi ve severek yaşamak mümkün, böylece deist ve ateist olmazlar. Gönülden çıkan bilgi kalpte testten geçerken bazen “nefs” olarak da atfedilir. Burada nefsi sadece kötü olarak görmemek, onu “iyi ve kötü yönleriyle görmek” gerekir. Kalpte cereyan eden iyi işlere müsaade eden nefs, normal olandır. Bu yönü ile her bireydeki nefs, en büyük ve genel nefs ile irtibatlı olmalı, birbirini tanımalıdır.
“İnsan küçük bir kâinat, kâinat ise büyük bir insan” derken, mihengi iyi görmek gerekir. İnsan bilgiyi edinirken kalpten geçip zihinde ortaya çıkan bir varlık olarak Levh-i Mahfuz’da karşılık bulur. Benzer şekilde, insana ait nefs gibi, kâinata ait küllî nefse de Levh-i mahfûz olarak bakmak gerekir.
İnsanın her taraftan kuşatılmış olduğu, fen ve sosyal açıdan bilgilerinse aslında aynı membadan kaynaklandığı açıktır. Bu membadan beslenen gençlik, gelecekte ve medeniyette zirveyi zorlayacaktır. Bunu başarabilecek ülkelerin başında Türkiye bulunuyor.
Türkiye’nin, bu medeniyeti inşâ etmeden önce, iktidar olacak fikirlerinin törpülenmemesi gerekiyor. Kaynağını özünden alan gençlik, farklı meslek gruplarında olabilir, ancak aynı kul mertebesine de erişebilmelidir. Aile ve formel eğitimin kalıplarına sığmayan gençlik, eğitim-öğretim sisteminin de değişmesine öncülük edecektir. Şimdinin gençleri her ne kadar istenmedik bazı durumlara rücû etseler de şu an için görünen tek yol, doğru bir sistem ve doğru bilgi eğitimini iktidar etmemizdir.
Herkes aynı mesleği yapacak diye bir şey olamaz. Bu zorlanamaz. Zira herkes farklı fıtrattadır. Bunun en büyük delili olarak kalp için “fuat, sadr, lüb, nühâ ve rû” kelimelerini kullanmak kâfidir. Eğer aksi durum olursa, mesleğini sevmeyen hekim, çocukları sevmeyen öğretmen ve insanları sevmeyen idareciler yetişecektir. Böyle bir ortamda huzur dolu bir hayat sürmek zorlaşacaktır. Bu nedenle eğitim-öğretim süreci fıtrata uygun biçimde yeniden yapılandırılmalıdır.