Figüran Türkiye’den hükümran Türkiye’ye

Erdoğan’ın en büyük hizmetlerinden biri, Özal döneminde ivme kazanmış olan savunma sanayii projelerini inanılmaz bir destekle büyütmesi oldu. Erdoğan bu sahadaki büyümeyi bir beka meselesi olarak görüyordu ve süreç, onun bu öngörüsünü doğruladı. Savunma sanayiindeki büyüme ve bağımsızlaşma, bizi Anadolu’nun içlerinden alıp sınırlarımızın dışına çıkardı.

“BÜYÜK milletim” demekle büyük millet olunmaz. Büyük millet olmanın iki asgarî şartı vardır: Birincisi tarihî değiştirmek, ikincisi coğrafyayı değiştirmek.

Bu millet, her ikisini de değiştiren nâdir milletlerdendir. Tarih ve coğrafyayı değiştiren milletler, hem kendi kaderlerini, hem de diğer milletlerin kaderlerini değiştiren milletlerdir. Bu millet, aziz atası Oğuz Han’dan “Daha deniz, daha ırmak;/ gökler çadır, güneş bayrak” ülküsünü alarak cihana hâkim olmak için yola çıkmış, hâkim olduğu cihanı ise Sevgili Peygamber’inin “İlâ-yı Kelîmetullah” mücadelesinin hikmetleriyle doldurmaya azmetmiş bir millettir.

Demek olur ki, bu milletteki fetih ruhu ırsî (genetik) bir mirastır. Kan büyüğü de fetih buyruğu veriyor, din ve can büyüğü de.

“Fetih” nedir? Açmak… Neyi açmak? Kapalı kapıları açmak… “Kapalı kapılar” nedir? Sur çekilmiş hudutlar, suyla çevrili kıtalar ve dağlarla bağlanmış sınırlar… Fetih sadece zahirî kapıları açmak mıdır? Hayır! Fetih, aynı zamanda mühürlenmiş kalpleri açmak, zulmü adaletle dengelemek, mazlumun hakkını gözeterek sömürüyü tedavi etmektir. Biz, ne zaman ki bu fetih ruhuyla bir bedene girdik, Selçuklu olup fetihten fethe koştuk, Osmanlı olup Cenab-ı Hakk’ın buyruğunu mühürlenmiş kalplere ve küfürle bağlanmış diyarlara götürdük.    

Aziz okuyucu, bunları niçin anlatıyorum? Şunun için: Selçuklu ve Osmanlı Devletleri tarih olmuş olabilir. Ama tarih bu milletin müşterek ruhu, ortak genidir. Ne zaman dara düşsek -ki mitolojimizde bu dara düşmenin adı “Ergenekon”dur- bu müşterek ruh ve ortak gen havzamızda büyüyüp genişleyerek tarih sahnesine eskisinden daha kuvvetli olarak çıkmışızdır. Selçuklular Göktürklerden, Osmanlılar da Selçuklulardan daha kudretli olarak ortaya çıktılar. Sıra bizde!

Sıra bizde!

“Sıra bizde!” cümlesinin içinde çok sır vardır elbette. 100 yıldır “Türkiye Cumhuriyeti” adıyla Anadolu Ergenekon’una çekilmiştik. İçimizden bazıları -bunlara “Haluk’un nesli” diyoruz- bizi buraya mahkûm eden düşmanlarına hayran olup yoldan çıktı. “Biz kim, onlarla aşık atmak kim?” diyerek cetlerinin kemiklerini sızlatsalar da asıl çoğunluk olan “Âsım’ın nesli”, “Bu hududu kimler çizmiş gönlüme?/ Dar geliyor!” feryadıyla genlerindeki fetih mirasını hatırladı. Hatırladı hatırlamasına ama bizi Ergenekon cenderesine sokanlar, taşları bağlamışlar, itleri de üzerimize salmışlardı.

Bu yüzden çıkmak kolay olmadı bu cendereden. İlk huruç harekâtını yaparak bu emperyalizm seddini aşmaya çalışan Mustafa Kemal Atatürk’ü kadem kadem zehirleyip bitirdiler. Çünkü onun “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” lafından kuşkulandılar. Orada büyük bir iddia ve ustaca gizlenmiş bir fetih ruhu gördüler çünkü.        

Sonra her şeyiyle bu aziz milletin bir ferdi olan Menderes’i hedefe koydular. Sanayileşmek, makineleşmek, zenginleşmek de neyin nesiydi? Bize “Köylü olacaksın, köylü kalacaksın!” demişlerdi. Bu neyimize yetmezdi? Hele bir de Kıbrıs dâvâsına kalkışmak, Ruslarla malî ve sınaî ilişkilere girmek affedilir şeylerden değildi. Nitekim affetmediler ve Menderes’i içeride oluşturdukları işbirlikçi ve gafiller ittifakıyla idam ettiler.

Ardından Menderes ile aynı ufku paylaşan Özal’a saldırdılar. Ülkeyi iktisadî ve etnik terörden kurtarıp onu Türk devletleriyle büyük bir güç hâline getirmeye çalışan Özal’ı zehirleyip, göstere göstere, gözümüzün önünde katlettiler. Ardından Erbakan’a koltuğu verip iktidarı ise vermediler. 28 Şubat fitnesiyle bir Âsım neslini daha budadılar.

Erdoğan Devri

Nihayet “Erdoğan Devri” geldi. İktidara geldiği 2002 yılından başlayarak seleflerine yapılan her şey ona da yapıldı. Ama olmadı. Erdoğan, Bahçeli’nin de desteğiyle 2016 yılı 15 Temmuz darbesini yararak ülkeyi 100 yıllık Ergenekon’dan çıkardı. Çünkü iç ve dış güç odakları Erdoğan’ın bu ülkeyi figüranlıktan hükümranlığa geçirme çabasından hazzetmiyorlardı. Onların özlediği Türkiye, “One minute” diye ayağa kalkan Türkiye değil, ukala Clinton karşısında süt dökmüş kedi tavrıyla bekleyen Ecevit Türkiye’si idi. Efendi edepsizce oturacak, köleyse cezasını bekler gibi titreyerek ayakta duracaktı.

Erdoğan’la 20 yıl geçirdi bu ülke. Beğeniriz, beğenmeyiz ama objektif olmak gerekirse, doğrusu eğrisinden çok fazla bir 20 yıldır bu 20 yıl. Erdoğan bu ülkenin çocuğu. Bu ülkenin okullarında okumuş; tarihine, dinine, değerlerine ve medeniyetine candan bağlı kalmış bir insan. Zihninde ve gönlünde tarih ve medeniyetinin büyüklüğüne dair en ufak bir şüphe yok. Selefleri gibi kendini millete adamış bir adam. Ölümüne ilkelerine bağlı bir mümin. Doğruyu her yerde dile getiren bir “özü sözü bir” kişilik.

Erdoğan’ın bu ülke için ortaya koyduğu en bariz ilke, figüranlıktan hükümranlığa geçiştir. Bu tavır, kadim fetih ruhumuzla buluşmaktan gayri bir şey değildir.

Türkiye’nin içine düştüğü cendereden çıkış için iki seçeneği vardı: Millî bir ekonomi ve bu ekonomiye dayanan millî bir ordu… Bu iki seçenek, müstevlilerle işbirliği yapmayan her liderin rüyasıydı. Ancak bunu tamamen olmasa da büyük oranda hayata geçiren Erdoğan oldu.

Erdoğan’ın en büyük hizmetlerinden biri, Özal döneminde ivme kazanmış olan savunma sanayii projelerini inanılmaz bir destekle büyütmesi oldu. Erdoğan bu sahadaki büyümeyi bir beka meselesi olarak görüyordu ve süreç, onun bu öngörüsünü doğruladı. Savunma sanayiindeki büyüme ve bağımsızlaşma, bizi Anadolu’nun içlerinden alıp sınırlarımızın dışına çıkardı.

İkinci olarak, son yıllardaki konjonktürel iktisadî zorlukları saymazsak -ki bunda kesintisiz haçlı operasyonları da gözden kaçmamalı-, Türkiye iktisadî olarak bağımsızlık yolunda da epey mesafe aldı. Ağır bedeller ödememize rağmen, IMF kıskacından kurtulmamız, özellikle pandemi sürecinde bulunmaz bir nimetti. Bu sürece IMF kontrolünde girseydik, bizi ağır bir şekilde çökertirlerdi. Silahlarda büyük ölçüde bağımsız olmanın yanında iktisatta da büyük ölçüde bağımsız hâle gelince kendi millî menfaatlerimize yönelik bir politika izlemeye başladık. Bu açıdan Cumhuriyet tarihinin en önemli kırılma noktası, 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimidir.    

Bu kuşatmayı kırınca, içte Eren Operasyonları ile dışta Suriye’deki Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Irak’taki Pençe (üstüne pençe) Harekâtları birbirini izledi. ABD ve AB’nin vekil savaşçısı PKK, içte ve yakın sınırda bir tehdit olmaktan çıkarıldı. Son hâlinde FETÖ’ye evirilen 70 yıllık Gladyo, içimizden büyük oranda sökülüp atıldı. Ardından, düşmekte olan Libya’nın elinden tutularak hem onun toprak bütünlüğü teminat altına alındı, hem de Mavi Vatan’ın hudutları çizildi. Kafkaslarda 30 yıldır bir kördüğüm hâline getirilmiş olan Dağlık Karabağ meselesi, Can Azerbaycan’ın arkasında durularak 44 günde çözüldü.

Say say bitmez elbet! Her şey bir tarafa, sadece Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan bu yana geçen süre içinde Türkiye’nin izlediği rotaya bakarsak, figüranlıktan hükümranlığa geçişin somut adımlarını görürüz.

Sahada da, masada da galip

Savaş başladığında, Başkan Erdoğan, Afrika gezisindeydi. Savaşın başladığını haber alır almaz, “Ne Ukrayna’dan vazgeçeriz, ne dec Rusya’dan!” diyerek ülkeye döndü. Erdoğan’ın “Bu savaşın kazananı olmaz” cümlesi, savaşan iki ülkenin düşürüldüğü tuzağa dikkat çekiyordu. Bunun için Türkiye var gücüyle tarafları barış masasına çekmek için uğraştı. Hatta İstanbul’da kurulan masa tam da bu hedefe ulaşma ümidini vermişken, Batı masayı dağıttı.

Ama Türkiye yılmadı. Afrika’yı büyük sıkıntıya sokacak olan tahıl meselesini denizden açtırmayı kabul ettirdiği tahıl koridoruyla sorunu çözdü. Hiç kimsenin birbirine güvenmediği dünyada Türkiye, savaşan taraflar da dâhil herkesin güvenli sığınağı hâline geldi.

Batı ve Rusya’nın birbirlerine karşı tüm kozlarını masaya sürme hengâmesinde, Balkanlardan başlayacak bir ateşi yine Türkiye söndürdü. Başkan Erdoğan’ın son Balkanlar gezisi, Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunun ve çözüm odaklı yaklaşımlarının güçlü bir teyidi oldu.  

Türkiye’nin Ermenistan için bir kolaylaştırıcı aktör olarak onu Azerbaycan ile anlaştırma çabaları tam yoluna girmişken, İran ve Batı, aynı anda Ermenistan muhalefetini harekete geçirerek süreci baltalamaya çalıştı. Ancak çok güçlenen ve bölgedeki Rus gücünün zayıflamasını da iyi değerlendiren Azerbaycan, Ermenistan’ın sınırın birkaç noktasındaki saldırı girişimlerine çok kuvvetli bir cevap vererek bütün oyunları bozdu. Ermenistan bırakın bir adım ilerlemeyi, çok önemli miktarda silah, asker ve mevki kaybederek Kollektif Güçler Örgütü’nü yardıma çağırdı. Ancak Türkiye ile Azerbaycan arasında imzalanan Şuşa Beyannamesi nedeniyle örgüt bu çağrıya sıcak bakmadı. Zira bu mevzi çatışmasının büyük ve bölgesel bir savaşa yol açacağı en önce Rusya tarafından görüldü. Bu noktada ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin destekleri de işe yaramayacak ve Ermenistan ya tümüyle Karabağ ve Zengezor’u kaybedecek ya da anlaşmadaki koridorun geçeceği bölgeye rıza göstererek İran’ın güdümünden çıkacaktır.

Özel bir fotoğraf

Söze, Başkan Erdoğan’ın Şangay İşbirliği Örgütü için gittiği Semerkant Zirvesi’ndeki fotoğrafla son vereceğim.

Zirve oturumları arasında liderlerin sohbet ettiği bir ortamdaki fotoğraf, hepimizin gözünün önündedir. Erdoğan gayr-i resmî sohbet ortamının lideri edasıyla, rahat vücut hareketleriyle bir şeyler anlatıyor. Solunda Aliyev, büyük bir memnuniyet ve takdirle “gardaşı” Erdoğan’ı dinliyor. Sol sırada Özbekistan Devlet Başkanı Mirziyoyev, Rus lider Putin ve Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko var. Hepsi pürdikkat Erdoğan’ı dinliyor. Vücut dilleri tam bir teslimiyet ve güven ifade ediyor.

Yine fotoğrafa devam edelim… Putin, yalnızlık psikolojisinden olsa gerek, Mirziyoyev ile Lukaşenko’nun arasına oturmuş, adeta mestane bir edayla Başkan Erdoğan’a yönelmiş. Sohbetinden hoşlandığı her hâlinden belli. Sol uçta İran Cumhurbaşkanı Reisi var. Sağ gözü ve kulağı Erdoğan’da, sol gözü ve kulağı başka bir yerde. Tarihî İran takiyyeciliği sırıtıyor vücut dilinden. Rahatsız ve gergin ama çaktırmamaya çalışıyor. Çin ise ortada yok. Zaten bu örgütün asıl aktörü olması gereken Çin, zirvede hiç ortalıkta görünmedi. Batı’nın dikkatini çekecek tüm karelerden kaçınan Çin, ağzında maskeyle geldi, yüzünde maskeyle gitti.  

Aziz okuyucu, şimdi bir eline Ecevit-Clinton görüşme(me)sinin fotoğrafını al, bir de şu yorumunu yaptığım Erdoğan fotoğrafını. Ve figüranlıktan hükümranlığa geçişin fotoğrafına yorumsuz olarak doya doya bak!

Vesselâm...