
“BÜYÜK milletim” demekle
büyük millet olunmaz. Büyük millet olmanın iki asgarî şartı vardır: Birincisi
tarihî değiştirmek, ikincisi coğrafyayı değiştirmek.
Bu
millet, her ikisini de değiştiren nâdir milletlerdendir. Tarih ve coğrafyayı
değiştiren milletler, hem kendi kaderlerini, hem de diğer milletlerin
kaderlerini değiştiren milletlerdir. Bu millet, aziz atası Oğuz Han’dan “Daha
deniz, daha ırmak;/ gökler çadır, güneş bayrak” ülküsünü alarak cihana hâkim
olmak için yola çıkmış, hâkim olduğu cihanı ise Sevgili Peygamber’inin “İlâ-yı
Kelîmetullah” mücadelesinin hikmetleriyle doldurmaya azmetmiş bir millettir.
Demek
olur ki, bu milletteki fetih ruhu ırsî (genetik) bir mirastır. Kan büyüğü de
fetih buyruğu veriyor, din ve can büyüğü de.
“Fetih”
nedir? Açmak… Neyi açmak? Kapalı kapıları açmak… “Kapalı kapılar” nedir? Sur
çekilmiş hudutlar, suyla çevrili kıtalar ve dağlarla bağlanmış sınırlar… Fetih
sadece zahirî kapıları açmak mıdır? Hayır! Fetih, aynı zamanda mühürlenmiş kalpleri
açmak, zulmü adaletle dengelemek, mazlumun hakkını gözeterek sömürüyü tedavi
etmektir. Biz, ne zaman ki bu fetih ruhuyla bir bedene girdik, Selçuklu olup
fetihten fethe koştuk, Osmanlı olup Cenab-ı Hakk’ın buyruğunu mühürlenmiş
kalplere ve küfürle bağlanmış diyarlara götürdük.
Aziz
okuyucu, bunları niçin anlatıyorum? Şunun için: Selçuklu ve Osmanlı Devletleri
tarih olmuş olabilir. Ama tarih bu milletin müşterek ruhu, ortak genidir. Ne
zaman dara düşsek -ki mitolojimizde bu dara düşmenin adı “Ergenekon”dur- bu
müşterek ruh ve ortak gen havzamızda büyüyüp genişleyerek tarih sahnesine
eskisinden daha kuvvetli olarak çıkmışızdır. Selçuklular Göktürklerden,
Osmanlılar da Selçuklulardan daha kudretli olarak ortaya çıktılar. Sıra bizde!
Sıra
bizde!
“Sıra
bizde!” cümlesinin içinde çok sır vardır elbette. 100 yıldır “Türkiye
Cumhuriyeti” adıyla Anadolu Ergenekon’una çekilmiştik. İçimizden bazıları
-bunlara “Haluk’un nesli” diyoruz- bizi buraya mahkûm eden düşmanlarına hayran
olup yoldan çıktı. “Biz kim, onlarla aşık atmak kim?” diyerek cetlerinin
kemiklerini sızlatsalar da asıl çoğunluk olan “Âsım’ın nesli”, “Bu hududu
kimler çizmiş gönlüme?/ Dar geliyor!” feryadıyla genlerindeki fetih mirasını
hatırladı. Hatırladı hatırlamasına ama bizi Ergenekon cenderesine sokanlar,
taşları bağlamışlar, itleri de üzerimize salmışlardı.
Bu
yüzden çıkmak kolay olmadı bu cendereden. İlk huruç harekâtını yaparak bu
emperyalizm seddini aşmaya çalışan Mustafa Kemal Atatürk’ü kadem kadem
zehirleyip bitirdiler. Çünkü onun “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak”
lafından kuşkulandılar. Orada büyük bir iddia ve ustaca gizlenmiş bir fetih
ruhu gördüler çünkü.
Sonra
her şeyiyle bu aziz milletin bir ferdi olan Menderes’i hedefe koydular.
Sanayileşmek, makineleşmek, zenginleşmek de neyin nesiydi? Bize “Köylü
olacaksın, köylü kalacaksın!” demişlerdi. Bu neyimize yetmezdi? Hele bir de
Kıbrıs dâvâsına kalkışmak, Ruslarla malî ve sınaî ilişkilere girmek affedilir
şeylerden değildi. Nitekim affetmediler ve Menderes’i içeride oluşturdukları
işbirlikçi ve gafiller ittifakıyla idam ettiler.
Ardından
Menderes ile aynı ufku paylaşan Özal’a saldırdılar. Ülkeyi iktisadî ve etnik
terörden kurtarıp onu Türk devletleriyle büyük bir güç hâline getirmeye çalışan
Özal’ı zehirleyip, göstere göstere, gözümüzün önünde katlettiler. Ardından
Erbakan’a koltuğu verip iktidarı ise vermediler. 28 Şubat fitnesiyle bir Âsım
neslini daha budadılar.
Erdoğan
Devri
Nihayet
“Erdoğan Devri” geldi. İktidara geldiği 2002 yılından başlayarak seleflerine
yapılan her şey ona da yapıldı. Ama olmadı. Erdoğan, Bahçeli’nin de desteğiyle
2016 yılı 15 Temmuz darbesini yararak ülkeyi 100 yıllık Ergenekon’dan çıkardı.
Çünkü iç ve dış güç odakları Erdoğan’ın bu ülkeyi figüranlıktan hükümranlığa
geçirme çabasından hazzetmiyorlardı. Onların özlediği Türkiye, “One minute”
diye ayağa kalkan Türkiye değil, ukala Clinton karşısında süt dökmüş kedi
tavrıyla bekleyen Ecevit Türkiye’si idi. Efendi edepsizce oturacak, köleyse
cezasını bekler gibi titreyerek ayakta duracaktı.
Erdoğan’la
20 yıl geçirdi bu ülke. Beğeniriz, beğenmeyiz ama objektif olmak gerekirse,
doğrusu eğrisinden çok fazla bir 20 yıldır bu 20 yıl. Erdoğan bu ülkenin
çocuğu. Bu ülkenin okullarında okumuş; tarihine, dinine, değerlerine ve
medeniyetine candan bağlı kalmış bir insan. Zihninde ve gönlünde tarih ve
medeniyetinin büyüklüğüne dair en ufak bir şüphe yok. Selefleri gibi kendini
millete adamış bir adam. Ölümüne ilkelerine bağlı bir mümin. Doğruyu her yerde
dile getiren bir “özü sözü bir” kişilik.
Erdoğan’ın
bu ülke için ortaya koyduğu en bariz ilke, figüranlıktan hükümranlığa geçiştir.
Bu tavır, kadim fetih ruhumuzla buluşmaktan gayri bir şey değildir.
Türkiye’nin
içine düştüğü cendereden çıkış için iki seçeneği vardı: Millî bir ekonomi ve bu
ekonomiye dayanan millî bir ordu… Bu iki seçenek, müstevlilerle işbirliği
yapmayan her liderin rüyasıydı. Ancak bunu tamamen olmasa da büyük oranda
hayata geçiren Erdoğan oldu.
Erdoğan’ın
en büyük hizmetlerinden biri, Özal döneminde ivme kazanmış olan savunma sanayii
projelerini inanılmaz bir destekle büyütmesi oldu. Erdoğan bu sahadaki büyümeyi
bir beka meselesi olarak görüyordu ve süreç, onun bu öngörüsünü doğruladı.
Savunma sanayiindeki büyüme ve bağımsızlaşma, bizi Anadolu’nun içlerinden alıp
sınırlarımızın dışına çıkardı.
İkinci
olarak, son yıllardaki konjonktürel iktisadî zorlukları saymazsak -ki bunda
kesintisiz haçlı operasyonları da gözden kaçmamalı-, Türkiye iktisadî olarak
bağımsızlık yolunda da epey mesafe aldı. Ağır bedeller ödememize rağmen, IMF
kıskacından kurtulmamız, özellikle pandemi sürecinde bulunmaz bir nimetti. Bu
sürece IMF kontrolünde girseydik, bizi ağır bir şekilde çökertirlerdi.
Silahlarda büyük ölçüde bağımsız olmanın yanında iktisatta da büyük ölçüde
bağımsız hâle gelince kendi millî menfaatlerimize yönelik bir politika izlemeye
başladık. Bu açıdan Cumhuriyet tarihinin en önemli kırılma noktası, 15 Temmuz
2016 hain darbe girişimidir.
Bu
kuşatmayı kırınca, içte Eren Operasyonları ile dışta Suriye’deki Fırat Kalkanı,
Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Irak’taki Pençe (üstüne pençe) Harekâtları
birbirini izledi. ABD ve AB’nin vekil savaşçısı PKK, içte ve yakın sınırda bir
tehdit olmaktan çıkarıldı. Son hâlinde FETÖ’ye evirilen 70 yıllık Gladyo,
içimizden büyük oranda sökülüp atıldı. Ardından, düşmekte olan Libya’nın
elinden tutularak hem onun toprak bütünlüğü teminat altına alındı, hem de Mavi
Vatan’ın hudutları çizildi. Kafkaslarda 30 yıldır bir kördüğüm hâline
getirilmiş olan Dağlık Karabağ meselesi, Can Azerbaycan’ın arkasında durularak
44 günde çözüldü.
Say
say bitmez elbet! Her şey bir tarafa, sadece Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan bu yana
geçen süre içinde Türkiye’nin izlediği rotaya bakarsak, figüranlıktan
hükümranlığa geçişin somut adımlarını görürüz.
Sahada
da, masada da galip
Savaş
başladığında, Başkan Erdoğan, Afrika gezisindeydi. Savaşın başladığını haber
alır almaz, “Ne Ukrayna’dan vazgeçeriz, ne dec Rusya’dan!” diyerek ülkeye
döndü. Erdoğan’ın “Bu savaşın kazananı olmaz” cümlesi, savaşan iki ülkenin
düşürüldüğü tuzağa dikkat çekiyordu. Bunun için Türkiye var gücüyle tarafları
barış masasına çekmek için uğraştı. Hatta İstanbul’da kurulan masa tam da bu
hedefe ulaşma ümidini vermişken, Batı masayı dağıttı.
Ama
Türkiye yılmadı. Afrika’yı büyük sıkıntıya sokacak olan tahıl meselesini
denizden açtırmayı kabul ettirdiği tahıl koridoruyla sorunu çözdü. Hiç kimsenin
birbirine güvenmediği dünyada Türkiye, savaşan taraflar da dâhil herkesin
güvenli sığınağı hâline geldi.
Batı
ve Rusya’nın birbirlerine karşı tüm kozlarını masaya sürme hengâmesinde,
Balkanlardan başlayacak bir ateşi yine Türkiye söndürdü. Başkan Erdoğan’ın son
Balkanlar gezisi, Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunun ve çözüm odaklı
yaklaşımlarının güçlü bir teyidi oldu.
Türkiye’nin
Ermenistan için bir kolaylaştırıcı aktör olarak onu Azerbaycan ile anlaştırma
çabaları tam yoluna girmişken, İran ve Batı, aynı anda Ermenistan muhalefetini
harekete geçirerek süreci baltalamaya çalıştı. Ancak çok güçlenen ve bölgedeki
Rus gücünün zayıflamasını da iyi değerlendiren Azerbaycan, Ermenistan’ın
sınırın birkaç noktasındaki saldırı girişimlerine çok kuvvetli bir cevap
vererek bütün oyunları bozdu. Ermenistan bırakın bir adım ilerlemeyi, çok
önemli miktarda silah, asker ve mevki kaybederek Kollektif Güçler Örgütü’nü
yardıma çağırdı. Ancak Türkiye ile Azerbaycan arasında imzalanan Şuşa
Beyannamesi nedeniyle örgüt bu çağrıya sıcak bakmadı. Zira bu mevzi çatışmasının
büyük ve bölgesel bir savaşa yol açacağı en önce Rusya tarafından görüldü. Bu
noktada ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin destekleri de işe yaramayacak
ve Ermenistan ya tümüyle Karabağ ve Zengezor’u kaybedecek ya da anlaşmadaki
koridorun geçeceği bölgeye rıza göstererek İran’ın güdümünden çıkacaktır.
Özel
bir fotoğraf
Söze,
Başkan Erdoğan’ın Şangay İşbirliği Örgütü için gittiği Semerkant Zirvesi’ndeki
fotoğrafla son vereceğim.
Zirve
oturumları arasında liderlerin sohbet ettiği bir ortamdaki fotoğraf, hepimizin
gözünün önündedir. Erdoğan gayr-i resmî sohbet ortamının lideri edasıyla, rahat
vücut hareketleriyle bir şeyler anlatıyor. Solunda Aliyev, büyük bir memnuniyet
ve takdirle “gardaşı” Erdoğan’ı dinliyor. Sol sırada Özbekistan Devlet Başkanı
Mirziyoyev, Rus lider Putin ve Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko var. Hepsi
pürdikkat Erdoğan’ı dinliyor. Vücut dilleri tam bir teslimiyet ve güven ifade ediyor.
Yine
fotoğrafa devam edelim… Putin, yalnızlık psikolojisinden olsa gerek, Mirziyoyev
ile Lukaşenko’nun arasına oturmuş, adeta mestane bir edayla Başkan Erdoğan’a
yönelmiş. Sohbetinden hoşlandığı her hâlinden belli. Sol uçta İran
Cumhurbaşkanı Reisi var. Sağ gözü ve kulağı Erdoğan’da, sol gözü ve kulağı
başka bir yerde. Tarihî İran takiyyeciliği sırıtıyor vücut dilinden. Rahatsız
ve gergin ama çaktırmamaya çalışıyor. Çin ise ortada yok. Zaten bu örgütün asıl
aktörü olması gereken Çin, zirvede hiç ortalıkta görünmedi. Batı’nın dikkatini
çekecek tüm karelerden kaçınan Çin, ağzında maskeyle geldi, yüzünde maskeyle
gitti.
Aziz
okuyucu, şimdi bir eline Ecevit-Clinton görüşme(me)sinin fotoğrafını al, bir de
şu yorumunu yaptığım Erdoğan fotoğrafını. Ve figüranlıktan hükümranlığa geçişin
fotoğrafına yorumsuz olarak doya doya bak!
Vesselâm...