Figen: “Cennet gülü”

“Şunun şurasında iki ay sonra da okullu olacak. Siyah önlük giyip, kıvırcık siyah saçlarını tarayıp kurdele ve beyaz yakalık takacak. Kırmızı fiyonklu ayakkabı ve askılı sırt çantası kim bilir nasıl da yakışacak kızıma!”

YEDİ bölge, yedisi de cennetten bir köşe… “Egenin incisi” İzmir… 783 bin 562 kilometrekarelik vatan sathının öbür ucu… Yunan’ın denize döküldüğü kıyı şeridi… Yeşilin ve mavinin tüm tonlarının gözlemlendiği, sımsıcak insanların yaşadığı şehrin Yeşilyurt semti ve 1979 yılının bir Ağustos ikindisi…

Denize nazır bir tepeye kurulu semtin gelişmekte olan binaları birer birer yıkılarak iki katı yüksekliğe erişiyor. Caddeler genişlerken, dar sokaklar sıranın kendilerine gelmesini bekliyor. Tıpkı atom karıncanın kapısını tokmaklayan tembel Ağustos böceğinin muavenet beklediği gibi… Tıpkı akşam ezanını ve ardından serilecek sofrayı bekleyen karı koca gibi…

Şişman tüpün vanasını açan anne, özenle doğradığı soğanı ve küp hâlindeki yağsız eti tencereye atıp tahta kaşıkla kavurmaya başlamıştı ki henüz yedisindeki küçük Figen, mutfaktan gelen bu leziz kokuya kayıtsız kalmadı ve annesinin dizlerinin dibinde bitiverdi. Başını yukarı kaldırdı. Belli ki, o sıra tencereye kendi elleriyle yaptığı salçayı katmakta olan annesiyle göz göze gelmek istiyordu. Öyle de oldu ve ikisi birbirine bakıp gülümsediler.

Figen’in ne istediği belliydi: Ekmeği tencereye bandırmak… Her ne kadar “Yemeğin bereketi kaçıyor kızım” dese de, yüreği onu boş çevirmeye elvermiyordu ve her seferinde o minik ağzına üç parmağıyla küçük bir lokma yerleştiriyordu.

Yine öyle yapmak istedi, ancak ekmek filesi boştu! “Hay Allah, ekmek kalmamış!” dedi ve tahta raftaki cam kavanozun kapağını açarak içinden madenî bir iki buçuk lira çıkarıp kızına uzattı. “Haydi anneciğim, bir koşuda bakkaldan taze ekmekle yoğurt al da gel!” dedi.

Figen ikiletmedi bile. Zaten bakkal yolun karşısındaydı. Aşırı sıcaktan dolayı gün boyu hiç dışarı çıkmamıştı. Heveslendi. Parayı avuç içine iyice yerleştirip dışarı çıktı. Sokağa bakan dış kapının sesi henüz mutfakta yankılanmamıştı; “Dikkatli ol kızım!” diye ikinci kez seslense de, Figen, annesini duymamıştı…

Salonda ise, babanın kucağında üç yaşındaki oğlu Nuri vardı. Evlâdıyla vakit geçirmek, onun için inanılmaz bir hazdı. Siyah beyaz televizyonun dantelini indirip açılışı müteakiben akşam ajanslarını izlemek istedi. Televizyonun kırmızı düğmesine bastı ve tekrar gelip koltuğuna yerleşti. “Necla Hanım, yemek ne oldu, hazır değil mi daha?” diye sordu ve “Neredeyse hazır, Figen’i ekmeğe gönderdim; gelsin, kurarım” cevabını aldı.

Bu cevapla babanın gözlerine ışık doldu, ardından gülümsedi. İnce bıyıkları dudaklarının hareketiyle daha da inceldi. İçinden “Ne çabuk büyüdü?!” diye geçirdi, “Ekmek alacak yaşa geldi. Şunun şurasında iki ay sonra da okullu olacak. Siyah önlük giyip, kıvırcık siyah saçlarını tarayıp kurdele ve beyaz yakalık takacak. Kırmızı fiyonklu ayakkabı ve askılı sırt çantası kim bilir nasıl da yakışacak kızıma! Bir yandan Nuri’yle ilgileneceğiz, diğer yandan onu okula götürüp getirmekle... Üstüne üstlük, okuma yazmayı sökmesi ve okuma bayramına kadar sabırla onunla ilgilenmenin hayâli bile güzel” demişti ki kapının zili çaldı.

Evin hanımı, “Ben bakarım İrfan” dedi ve kapıya yöneldi. Bu sırada zilin kesintisiz çalmasından hem tedirgin, hem de rahatsız oldu. “Tamam, geldim!” diyerek söylene söylene kapıyı açtı ama gelen Figen değil, mahalleden tanıdık bir simaydı. “Necla Abla, koş, çocuğunuz kaza geçirdi!” dedi, gerisini getirmesine gerek bile kalmadı.

Mutfaktaki sıcak, sokaktaki sıcakla evrim geçirmişti. Sanki bulutlar kaynar su biriktirmişti ve hep birden başından aşağı dökülmüştü. “Figen!” diyerek feryâd u figânı bastı. Onun sesini bir mahalleli duymuştu. Bir adımlık mesafe, sanki kilometrelerce yola dönüşmüştü.  Ayağının altındaki zemin, iki ileri bir geri getiriyordu sanki. Nihayet bakkala varmıştı. Onlarca tanıdık simanın yabancılaştığını fark etti. Bir yandan “Allah’ım, bu bir rüya olsun!” diye dua ediyor, bir yandan da yana yakıla kızını arıyordu.

Yokuş aşağı duran minibüsle karşılaştı. “Katil benim!” der gibiydi. Dört bir tarafını tavaf etti, sağına, soluna, altına baktı ama Figen’e rastlamamıştı. Onu teskin etmek zordu. Ana ciğeri, dayanılacak gibi değildi. Daha birkaç dakika önce kendisi göndermişti ama ortalıkta yoktu!

“Yavrum nerede, Figen’ime ne oldu?” çığlıklarına cevap niteliğindeydi kalabalığın arasından yükselen ses: “Hastaneye yaralı götürüldü!”

Ama o, bunları duyacak gibi değildi. Sıcaktan erime noktasına gelmiş asfaltın üzerindeki kanı gördüğünde kendinden geçmişti.

Bu sırada bakkalın hemen yayındaki kıraathanede bulunan, çarpmanın etkisiyle çıkan sesle caddeye fırlayanlar arasında, küçük Figen’in dayısı da bulunuyordu. “İhsan Abi, yeğenini ezdiler!” denmesiyle neye uğradığını şaşırmıştı. Minibüsün yanında yere yığılan ablasını kucağına aldı, tombul yanaklarına hafiften birkaç tokat attı. Avuçlarına dökülen suyla yüzünü yıkadı. Kendine gelen ablası ve eniştesiyle birlikte, sayıca az olan ticarî bir taksiye binip gittikçe kalabalıklaşan mahalleliyi aşarak Montrö Çocuk Hastanesi’ne gittiler.

Yol boyunca “Allah’ım, onu bize bağışla!” diye dua ettiler. Hastaneden içeri girdiklerinde, ne hastanedeki görevliler, ne de onları karşılayan yakınlarının hiçbirinin yüzünde umuda dair bir ışıltı görebildiler. Buna rağmen, yaralı da olsa Figen’i görme arzusundaydılar.

Ancak istedikleri gibi olmadı! Bir buçuk tonluk araç, göğüs kafesinin üzerinden geçmişti. Minik bedeni acıya daha fazla dayanamamıştı. Hastaneye getirildiğinde ise çoktan son nefesini vermişti. Doktorların, “Başınız sağ olsun, kurtaramadık!” itirafı, onlar için ne teselliydi, ne de başka bir şey. Yıkıldılar. Figen’e sarılmayı hayâl ederken, birbirilerine sarıldılar ve sesleri kesilinceye kadar ağlaştılar.

Ölüm nedeni “iç kanama” olarak geçti raporlara. Morgda cansız bedeniyle karşılaştıklarında, bayan gassal, karakaşlı, kara gözlü, kıvırcık saçlı kızın kulaklarındaki top küpeleri anneye uzattı. Küpelerden biri kaza nedeniyle ezilmişti. Ezilen sadece küpe değil, umutlarıydı da. “İlk” göz ağrılarıydı. İlk evlât, ilk torun, ilk yeğen… Okula gidecekti, mezun olacaktı, telli duvaklı gelin olacaktı…

Minik yavrunun teneşire uzatılan cansız bedeni, ılık suyla buluştukça güzelleşti. Bembeyaz bir gonca gülü andırıyordu. Dünyaya doymamıştı ama mütebessimdi. Annesi ve teyzesi gassala yardım etti. Kefenlenen yavrucak, son yolculuğuna uğurlanacaktı ancak şehir dışında bulunan anneannesi ve dedesinin memleketten dönmelerini beklediler o gün. Ertesi gün muazzam bir kalabalık eşliğinde Yeşilyurt Mezarlığı’na defnedildi.

Figen, dünyadan cennet yurduna gönderilen bir güldü. Solmasın diye toprağına bolca su döktüler. Ve 39 yıldır mezarına gözyaşından su taşınıyor…

Taksirle adam öldürmekten yargılanan ve hâkimlerin iki yıllık ceza biçtiği minibüs şoförü, kefaletle cezaevinden çıkmış, gelebilecek tepkilerden korunmak amacıyla da yurtdışına, Fransa’ya kaçmıştı. Ancak gurbete daha fazla dayanamadı ve seneler sonra Türkiye’ye geri döndü. Ama kimse intikam peşinde değildi artık. Onunla kimse yüzleşemedi, hesap soramadı. Üzerinde yeşil bir örtü vardı ve kimseye cevap verecek hâlde değildi. Zira kansere yenik düşmüştü…